BİR GAZETECİNİN HAC REHBERİ-3
.Nevzat Bayhan

Umreciler / 28.3.98

Gelen hacı sayısının bir iki katı kadar insan, Ramazandan itibaren gelip, bu deruni iklimden doyasıya istifade etmeğe çalışıyor. Bunlardan Mahbesü'l Cin’de bulunan ve ara sokaklarda kalan birine misafir oluyoruz. Evler bakımsız ve oturmaya elverişsiz. Kabe’den de oldukça uzak. 10–15 kişinin kaldığı odalarda yarısı hediyelik eşyalarla dolmuş. Her katta bir mutfak, bir tüp ve buzdolabı var. Yer yatakları dışında bir lüksleri yok ama hepsi çok mutlu ve hallerinden hiç şikayetleri yok. Ancak yetkililer umrecilerin, Türk hacılarının imajına zarar verdiklerini belirtiyorlar.

Büyükelçimiz Türkekul Kurttekin, kaçak durumda olan Türklerin, diğer ülkelerin vatandaşları gibi yakalandıklarında sınırdışı edildiklerini söylüyor.

Cidde Başkonsolosluğu ve Diyanet İşleri Başkanlığı görevlilerinin, bu yıl 65 bin kişi civarında olacak hacı adaylarımızın hac farizasını düzenli ve huzur içinde yerine getirmeleri için aldıkları tedbirlerle sarfettikleri gayretlere rağmen, umre vizesi ile gelip hacc için kalan vatandaşlarımızın karşılaştıkları zorluklar nedeniyle olumsuz yönde etkilenebiliyor.

Kurttekin bu hususta şunları söylüyor: “Türk hacı kafileleri, hac farizasının yerine getirilmesi sırasında gösterdikleri disiplinli ve düzenli davranışları, temizlik, saygı ve yardımsıverlikleriyle gerek Suudi makamları, gerekse diğer ülkelerden gelen hacı kafilelerinin her zaman beğenisini kazanıyor. Umre için gelip olumsuz şartlara maruz kalan vatandaşlarımızın oluşturacakları görüntü ve karşılaştıkları sorunlar, bu düşüncelere gölge düşürecek nitelikte oluyor. Bir başka deyişle Türk hacılarının olumlu imajı bu sebeplerden dolayı zaman zaman zedelendiği düşüncesindeyim.”

M. N. Yılmaz’ın Basın toplantısı

30.3.1998 günü saat 11.de Başkan ile bütün basın mensupları bir toplantı yapıyoruz.

Hazırladığı metni okumadan önce herkesle teker teker el sıkışan başkan, başı açık ve kısa kollu bir tişörtle gelmişti. Metnin okunmasından sonra Kurban vaktini ve girişlerde sağlanan imkanlar anlatıldı. Hayvanların da hislerinin olduğunu, dolayısıyla kurban kesiminde dikkat edilmesi gerektiği üzerinde de durdu.

Erbakan’ın da gelip gelmediğini soran gazeteciye, o sırada zihni hala kurbanla meşgul olan Başkanın, “Bu hayvanları uyuşturarak getirmek lazım”, demesi uzun süre gülüşmelere sebep oldu.

Daha önce gümrüklerde bakanların hatta kendisinin bile 6–8 saat beklediğini, bu sene ise yarım saatte geçtiğini ifade etti. Bayan din görevlilerinin de vazifelendirildiğini belirten Başkan, Umreciler konusunun kendisini ilgilendirmediğini de izah etti.

Kaset göndermedeki zorluklardan soruyoruz. Bu işin kendilerinin değil THY Genel Müdürüne ulaşılamadığından kaynaklandığını ve Ulaştırma Bakanlığının konuyla ilgilenmediğini belirtiyor. Bundan sonra enteresan fikir yürütmeler oldu. Kimi Maliye, kimi devlet, kimi ise Başbakanlığına bağlı olduğunu söylüyor. Nihayet Hac Dairesi Başkanı konuyu yakın takibe alacağını vaad ediyor. İlk defa 1970 yılında bir arkadaşı vasıtasıyla otobüsle buraya gelen başkan, 15 sefer hacı olmuş.

Başkan, gazetecilerle oldukça rahat konuşuyor. Diyanet İşleri Başkanından ziyade bir din ataşesi intibaını veriyordu. Hatta kendisi toplantıya nihayet vermediğinden gazeteci arkadaşlar izin istediler.

Erbakan Mekke’de

Kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan da, Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz’in özel davetlisi olarak kutsal topraklara geldi. THY’den kiralanan özel bir uçakla Cidde’ye gelen Erbakan’la birlikte eşi Nermin Erbakan’a, oğlu Fatih, kızları Elif Erbakan ve Zeynep Baykoç; damadı Ahmet Adnan Baykoç, torunları Enes ve Mücahit’le birlikte aralarında FP milletvekillerinin de bulunduğu 152 kişilik bir kafile eşlik etti. Kafileyi Cidde Başkonsolosu Uğur Doğan ve FP Milletvekili Rıza Ulucak karşıladı. 26. kez hacı olacak olan Erbakan, havaalanında yaptığı konuşmada haccın çok müstesna bir ibadet olduğunu belirterek,”Barış ve huzurun hakim olabilmesi için dua edeceğim.” dedi. Türkiye’ye tanınan 60 bin kişilik kotanın yeterli olmadığını da vurgulayan Erbakan, bunun artırılması gerektiğini söyledi. Halen en fazla 5 milyon kişinin hac görevini yapabildiğini, bunun 10 milyona çıkarılması gerektiğini belirten Erbakan, konuyla ilgili Türkiye’nin projelerini kral ve diğer Suudi yetkililere bir kez daha ileteceğini söylüyor.

Başkanla özel randevu / 30.3.98

Zaman Gazetesi’nden arayan arkadaşlar, başkanın tarikat camileri konusundaki görüşlerini almamızı söyledi. Özel randevuyu kabul eden başkanı yine ataşeliğin ikinci katındaki toplantı salonunda bizi bekliyor bulduk. Medyada yeralan haberlere göre Türkiye'de 10 bine yakın tarikat camisi bulunduğunu ve bunların DİB kontrolü dışında olduğu ileri sürülüyordu. Başkan bu iddiayı kesinlikle yalanladı ve kontrolü dışında cami bulunmadığını, ancak şahısların, vakıf veya derneklerin yaptırdığı camilerin bulunduğunu, kendilerinden imam talep ettiklerini belirtti. Diğer taraftan bütün camilerin diyanete bağlanmasını yerinde bir karar olacağını, zaten bunun kendi teklifleri olduğunu söylüyor.

Her isteyenin istediği yerde istediği şekilde cami yaptırdığını iddia eden Başkan, estetik ve çevre açısından daha inşaat izni sırasında kendilerinin onayının alınması gerektiğini sözlerine ekliyor.

Cennet–ül Mualla

Daha önce dışından görüntülediğimiz Cennet–ül Mualla’nın bu sefer inatla kapısını araştırıp bularak içeriye giriyoruz. Burada, Hz. Hatice, Hz. İbrahim, Esma bintü Ömer medfun. Yol altındaki tünelden diğer tarafa geçtiğimizde yine aynı büyüklükteki ve şekildeki ikinci bir mezarlıkla karşılaşıyoruz.

Burada ise Abdullah bin Zübeyr'in medfun olduğu Arap polisler tarafından söyleniyor. Daha önce ise Sultan 1. Abdülhamid’in de burada yattığını öğrenmiştik.

Bu arada mezarlık etrafında toplanan yüzlerce İranlı kadın, ortada megafonla ezan okuyan ve ilahiler söyleyen bir erkek tarafından duygulandırılıyor, yaşlı–genç demeden bütün kadınlar akıl almaz ölçüde ağlıyorlar.

Yabancı yaşayabilir mi? / 30.3.98

Yatsıya zamanında yetişmemize rağmen bırakın mescidin içinde veya Kabe’nin dış bahçesinde, sokakta bile yer bulamıyoruz En son sivri bir taşın üzerinde duracak kadar bir yer bularak, namaz kılan o mahşeri kalabalığı seyre dalıyoruz. Görmeyince insanın inanamayacağı bir tablo. Kadın erkek karışmış durumda. Herkes zorla bulduğu yerde saf yaparak namaza durmuş. İnsan haşrin niceliğini çok daha kolay kestirebiliyor. Namazın bitmesiyle beraber bu insan denizi, Kabe’den dışarı doğru bir insan seline dönüşüyor ve yaklaşık bir saat sürüyor.

Her zamanki gibi müezzin mahfilinin merdiveni yanında Mehmet Hoca ile buluşuyor ve otobüs ile evine gidiyoruz.

Burada otobüslerin çoğu iki katlı ancak oldukça eski ve derme çatma. Şoförler fren ve kornaya aynı anda basıyor. Kabecin önünden yola çıkış neredeyse yarım saati buluyor. Halbuki buralar trafiğe kapatılıp, bir metro yapılabilecek özellikte. Birileri sanki hacılar eziyet çeksin diye bu projeleri gerçekleştirmiyor.

Otobüslerde inecek zili yok. İnmek istediğiniz zaman üst katta iseniz ayaklarınızı, “tak tak”, zemine, birinci katta iseniz elinizle sert bir şekilde cama vuruyorsunuz. Ondan sonra otobüs müsait göreceği yerde sizi bırakıyor. Burada enteresan bir şey var. Bir sürücü sadece kendisine ait olan aracı kullanabiliyor. Babasına kardeşine, çocuğuna ait arabayı kullanırsa çalıntı muamelesi yapılarak araba çektiriliyor. Bir yabancının arabası çekildiğinde kendisi gidip alamıyor. Ancak ve ancak kefili gerekli cezaları ödeyerek alabiliyor. Kefili bulmak ise ölüm. Yabancıların lüks bir arabaya binmesine tahammülleri yok. Hemen basıyorlar cezayı.

Geçen sene kaçakların önüne geçelim diyerek Afrika’dan gelmiş insanları gemilere bindirip göndermişler ancak hiçbir ülke kabul etmeyince geri getirmek zorunda kalmışlar. Diğer taraftan ise sudan sebeplerle cezaevine aldıkları yabancılardan, yani kaçaklardan 600 tanesinin öldüğü söyleniyor.

Hira Dağı / 31.3.1998

Saat sabah 6.00’da Hira Dağı’na, yani Efendimizin (sav) Risalet öncesi özellikle Ramazan olduğu zannedilen aylarda gidip inzivaya çekildiği, tefekküre daldığı ve ilk defa, “İkra” emri İlahisine muhatap olduğu mekana gidiyoruz. Nur Dağında (Cebel–i Nur) bulunan bu kutsal mağaraya ulaşmak hiç de zannedildiği kadar kolay değil.

Mekke’ye 15–20 km. uzaklıkta bulunan ve tırmananın her an kayabileceği dik patikalarla çıkılan dağda hiçbir değişiklik yapılmamış dense yeridir.

Güzellİkler GölgeleNİYOR

Yaklaşık 300 metrelik dikine tırmanış, sabahın ilk ışıklarıyla daha bir lahuti havaya bürünürken, karşılaştığımız ilk dilenci ruh dünyamızda hafif bir sarsıntı meydana getiriyor. Neredeyse her 10 metrede bir karşılaştığımız dilenci ordusu bir süre sonra canımızı sıkmaya başlıyor. İncik boncuk, çay meşrubat türü şeyler satan işportacılar da çirkin görüntülerin tuzu biberi oluyor. Tepeye 100 metre kala sahne alan polaroid fotoğrafçılar ise hadiseye tuz biber ekiyorlar. Türk hacıların ziyaretçi yoğunluğunu oluşturmasından olsa gerek, genelde Türkçe, “Hacı foto, hacı sadaka”, seslenişleri arasında zirveye ulaşmaya çalışıyoruz. Toprakla karılık kayalık zeminin bitip, uzaktan bir kartal başı gibi görünen 30 metrelik sırf kayalık zirve kısmın başladığı yere oldukça yorgun bir şekilde varıyoruz. Burada yürümeyi kolaylaştırmak için yapılmış beton merdivenler dikkatimizi çekiyor. Biraz daha yukarıdaki küçük bir düzlükte gördüğünüz deve bizi şaşırtıyor. Oldukça yaşlı ve sefil bir görüntüsü olan devenin fotoğrafçılar tarafından oraya çıkarıldığını öğrenince, üzerine oturup poz veren hacı adaylarına biraz kızar gibi oluyoruz.

Zirvedeki kirlilik ise bu kutsal mekan için kabul edilebilir gibi değil. Neredeyse heryer pet şişe ve teneke meşrubat kutularıyla dolu. Bunlara yer yer yırtık ve kirli kilim parçaları, karton kutular, tahta parçaları ve ekmek parçaları yoğun olmak üzere yemek artıkları eşlik ediyor. Etrafta tek bir temizlik görevlisi ve çöp tenekesi de yok. Yemeğini yiyen artanını olduğu yere bırakıyor, veya yakın bir yere fırlatıyor.

İlk Vahyin Beşiği

Dağın en tepe noktasında bulunan Hira Mağarası’na nihayet varıyoruz. Efendimiz’e yıllarca kucak açmış, O’nun tefekkürle dolu anlarını yıllarca kem gözlerden saklamış, “İkra”, emriyle başlayan vahye beşiklik yapmış bu mukaddes mekanı heyecanla seyrediyor ve görüntülüyoruz. Mağaranın yamaçları alabildiğine sarp ve dik. Allah muhafaza, dengesini kaybedip düşen bir kişinin 300 metre aşağıya yuvarlanması ve ölmesi işten bile değil. 30 metrekarelik bir genişliğe sahip Hira Mağarası, mağaradan çok 6 metrelik bir tünele benziyor. İki girişi bulunan Hira’nın, oldukça dar ve alçak olan içi bir kişinin ancak eğilip yürümesine imkan veriyor.

Hacı Adaylarının Aşkı

Tehlikeyi göze alıp mağaraya girmeye çalışan hacı adaylarının aşkına gıpta ediyoruz, fakat her an bir kişinin yamaçtan aşağı düşebilecek olması bizi ürpertiyor. Mağaranın iki girişine de yığılmış Peygamber aşıklarını görüntülemeye çalışıyoruz.

Zirveden 15–20 metre Kabe tarafına inildikten sonra 1–1.5 metre yükseklikte ve yarım metre genişliğinde olan bir mağaradan tepenin diğer yanına çıkılıyor.

Büyük çoğunluğu Türk, Endonezyalı ve İranlı olan hacı adayları mağaraya girmek için büyük uğraş veriyorlar. Bu yüzden her iki kısımda da sıkışıklık yaşanıyor. Bazı hacı adaylarının mağaranın içinde namaz kılması ise sıkışıklığı daha da artırıyor.

Dua-Salavat Birbirini İzliyor

Mağaraya girme şansını bulamayanlar ve girenler, mağara çevresine toplanan Müslümanların yaptıkları dua ve salavatlar üfül üfül esen zirveye ayrı bir manevi hava katıyor. Bin dört yüz küsür yıl öncesini, Cebrail Aleyhisselam’ın vahiy getirişini, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in vahyin ağırlığı karşısında ürperişini ve dağdan inip Hz. Hatice’ye, (r.anha) “Beni ört”, deyişini gözlerimizin önüne getirmeye çalışıyoruz. Zaman ve mekanın 1400 yıl öncesine gitmesi içimizde tatlı bir ürpertiyle büyüyen sıcak bir heyecanın yaşanmasına sebep oluyor. “Es salat–u ves selam u aleyke Ya Resulallah,” nidaları dudaklarınızdan peşi peşine dökülüyor.

Yine namaz, yine yalvarış yine dua ve gözyaşı, sıcak yavaş yavaş kendisini hissettiriyor. Fakat gelenlerin sayısında azalma yerine artış oluyor.

Dönüşe geçiyoruz. Ancak ne mümkün. Geliş gidiş olunca insanlar kenetleniyor. Sonuçta sivri taşlar üstünde cambazlık yaparak ilerlemek zorunda kalıyoruz.

Dönenler bir kahraman edası ile mutmain. Gidenler ise ümitli ve heyecanlı. Ayrılması oldukça zor olan bu mekandan ayrılış vakti geliyor. Dönüş de tıpkı çıkış gibi moralinizi bozuyor. “Bu çevre kirliliği bu dağa, bu kutsal mekana reva mı?” diye düşünmeden edemiyor, vefasızlığın bu boyutuna hayıflanmaktan başka bir şey yapamamanın ızdırabını yaşıyoruz.

Batıl inançlar Her Yerde

Bir kayadan bir kaya parçasıyla, parça koparmaya çalışan bir kadına ne yaptığını sorduğumuzda aldığımız, “Koparttığım parçayı kaynatıp içeceğim. Çünkü şifa veriyor”, cevabı içimizi titretiyor. Bir diğer kadının yüzünü düz bir kayaya bastırırcasına sürmesini engellemeye çalışıyoruz. Dağın tepesinde bulunan birkaç küçük ağacın dallarına bağlanan bez ve naylon parçaları, batıl inançları ve şirki engellemeye çalışan Vahhabilerin yaptıklarına bir ölçüde de olsa hak vermemize sebep oluyor. Ayrı bir sevinç, farklı bir üzüntü ile Mekke’ye dönüyoruz.

1. UMRE / 31.3.1998

Yatsı namazına Kabe’ye gidiyoruz. Yine izdiham, yine tıklım tıklım mahşeri kalabalık, yine heyecan, yine gözyaşı ve yakarışlar.

Yatsı sonrası foto muhabirimiz Selahattin Sevi’nin gizlice soktuğu makinayla birkaç kare alıyoruz. Müteakiben Mehmet Bey’e ulaşıyor ve bir müddet Türk hacılarla muhabbetten sonra Mekke dışında Medine yolu üzerindeki evine avdet ediyoruz. Ahmet Ramazan Abinin damadı olan Mehmet Hoca oldukça cana yakın ve sevecen, evi ise tekke gibi işliyor. Çaylı ikramlarına ise hiç diyecek yok. Evinden tedarik ettiğimiz ihramlarla Mahmut Bey ve ben babalarımız için umre niyetiyle hazırlanıyoruz. 20 yıldır elektrikçilik yapmakta olan esnaf bir abimiz bizi ve iki aileyi Mekke’ye bırakıyor. Mekke’ye girişte kontrol olur düşüncesiyle sota, ıssız yolları tercih ediyoruz ancak kenar mahallelerde bile kontrol noktasıyla karşılaşıyoruz.

Bereket bizi çevirmiyorlar. Yapılan kanunsuzluk abinin bizi, yani misafirlerini arabasıyla taşıması. Burada hiçkimsenin, kim olursa olsun kendi arabasıyla misafir taşıyamayacağını söylüyorlar. Bu misafir baba, anne veya kardeş olması durumunda da değişmiyor.

Babanı dahi gezdirmek isterseniz, taksi tutmanız lazım. Onlar ise ne tuttursa alıyorlar. Daha önce 6 Riyala gidilen yerin ücreti Hacc mevsiminde 100–200’e çıkarılıyor.

Hac sırasında otobüsler de devreden çıkarılınca ortalık curcunaya dönüyor. Otobüsler evlere şenlik önce bilet satış gişelerinden bilet alıyorsunuz. Girerken kutuya atıyor ve “yolculuk sonuna kadar muhafaza ediniz” notu bulunan bir nevi makbuz alıyorsunuz. Bilet yerine para da atabiliyorsunuz.

Şoförler sinirli mi sinirli. Bağırmadıkları bir an bile yok. Otobüsler genelde iki katlı. Birinci katın merdivenden sonraki kısmı ikinci bir oda gibi yapılmış ve burada sadece bayanlar oturabiliyor. Erkeklerin girmesi yasak. Arasıra yanlışlıkla girenler kadınlar ve erkekler tarafından ikaz ediliyor.

Otobüslerden inmek için zile basmanız gerek, ancak zil bulamayacaksanız, onun yerine insanlar ya ayaklarıyla tabana veya elleriyle tavan yahut camlara vuruyorlar. Şehir içi taşımacılığının bu kadar döküntü araçlarla ve ilkel donanımlarla yapılması gerçekten şaşırtıcı. Bu arada Diyanet hacılar için akşam saat 3’den sabah saat 10’a kadar ring seferleri koymuş. Mesfele bölgesinden Kabe’ye, Kabe’den bu bölgeye düzenli ring seferleri yapılıyor.

Ancak herhangi bir kuyruğun oluşturulmaması ciddi izdihamlara sebep oluyor ve bizi derinden üzüyor. Gece saat 1.30’da Umre tavafına başlıyoruz. İnnaateyna ve bildiğimiz dualar sayesinde Hacerü'l–Esved hizasına geldiğimizi, yere mermerlerle çizilen çizgi ve mahfillere asılan yeşil ışıktan anlıyor ve, “Bismillahu Allahu Ekber”, ile selamlıyoruz. Yani kısaca İstilam ediyoruz.

Yedi sefer tekrarlanan ve arzın Müslüman merkezi noktasında hüküm süren bu sürekli dönme insanı başka alemlere götürüyor. Nihayet 7. turu (şavtı) tamamlayıp İbrahim Makamı’nın arka noktalarından birinde iki rekat namaz kılıyor ve zemzem kuyusuna iniyoruz. Doya doya zemzemi yudumladıktan sonra cam ile koruma altına alınan zemzem kuyusunun Hz. İbrahim’den bu yana insanlara nasıl su yetiştirdiğini hayret, hasret ve gıpta ile seyre koyuluyoruz.

2. aşamada Safa ile Merve arasındaki Say bizi bekliyordu. Niyetle beraber Kabe’yi selamlayıp başlıyoruz. İki yeşil ışık arasında, “Hervele”, yaparken Hz. Hacer’in anne şefkatiyle nasıl hüzünlendiğini, nasıl kıvrandığını, susuzluktan ölmek üzere olan çocuğuna nasıl imdat aradığını, yedi kere yaşıyoruz. Safa’da ve Merve’de yine izdiham yine heyecan vardı. Yaklaşık 2–3 saat süren tavaf ve say'imizi iki rekat namaz ile noktalıyor ve eve gitmeye niyetleniyoruz. Ancak ne mümkün. Saat 4’e gelmiş. Hacılar ise akın akın Kabe’ye akıyordu. Çıkmayı ısrarla deniyoruz ancak mümkün olmuyor. Derken Teheccüd ezanı okunuyor ve biz de bir fırsatını bularak kendimizi mahfile atıyoruz.

Gözler uykudan, beden yorgunluktan neredeyse hareketsiz, kalp ve şuur ise dipdiri ve haz dolu. Kur’an okuyor, namaz kılıyor ve sabahı bekliyoruz. Derken sabah ezanı okunuyor ve sünnetler eda ediliyor. Akabinde yanık sesiyle Kabe imamının imametinde namazımızı tekmil ediyoruz. Hemen sonra ise mutat cenaze namazını kılıyoruz. Bu mübarek beldede neredeyse her namazın akabinde birkaç cenaze namazı eda ediliyor. Eve ulaşmak istiyoruz. Ancak bu hiç de kolay değil. Mahfilde merdivenlere ulaşmak için yaklaşık 200 saf geçeceksiniz insan yumağı haline gelen merdivenleri inecek binlerce insanı sıyırdıktan sonra otobüs durağına ancak ulaşacaksınız. Yarım saatte bu ameliyeyi gerçekleştirdikten sonra hacıların hücum ettiği bir servis otobüsüne atılıyoruz. 30 santim yere ayağımızı koyuyor ve kapanan kapıyla insanlara kenetlenip paketleniyoruz. Eve varınca birbirimizi tıraş ediyor, gusül ile ihramdan çıkarken ayrı bir mutluluk ve ruhi rahatlık duyarken yatağın cazibesi artıyor ve ölümün kardeşine teslim oluyoruz.

Milli Görüş Organizasyonu

Kanal 7 Renk Ajans’tan Mesut Gümüş, Türkiye G azetesi’nden M. Köşker, Mahmut, Selahattin ve ben bir taksi çevirerek Aziziye’ye gidiyoruz. Maksadımız Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın kiraladığı mekanı görüp sohbet etmekti.

Bindiğimiz taksinin şoförüyle 15 Riyal’a anlaşıyoruz. Şoför Türkçe konuşuyordu. Derken tipi ve konuşmasıyla bana Pakistanlıları hatırlatınca herhangi bir art niyet taşımadan Pakistanlı veya Bangladeşli olup olmadığını soruyorum. Sen misin soran? Hemen bana sinirli bir şekilde nereli olduğumu sordu. Ben yine samimi bir şekilde Türkiye’li olduğumu belirtim. Neresinden diye sorunca, Adıyaman dedim. Önce Kürt müsün dedi. Ben de anne tarafından Kürt olduğumu söyledim. Tatmin olamayınca çingene misin diye sordu. Bunun sebebini çok sonra öğreniyorum. Meğer Suudi Arabistan’da Pakistan ve birisine özellikle bir Suud’a “Bangladeşli misin?” diye sormak en büyük hakaretlerden birisiymiş.

Biraz sıkıştırınca Mekke Mahkeme reisinin kardeşi olduğunu öğrendiğimiz ve hiç de taksi şoförüne benzemeyen zat, kimliğini ısrarla göstererek ne soylu bir aileden olduğunu belirtmeye çalışıyor. Bir çok dil bilen şoför Trabzonspor’un fanatik bir taraftarı idi. Ancak arkadaşların ortak görüşü bu kişinin ajan olduğuydu.

Bizi daha önce Milli Görüş’ün eski binalarına götüren arkadaş, burası olmadığını öğrenince yeni yerinin önünde bırakarak ayrıldı. Aslında yerin burası olduğunu pek ala biliyordu ancak öğrenmek istediklerini duymak için anlaşılan zaman kazanmak istemişti.

5 Bin 500 Kişilik Otel

Bu sene 6 bin kişiye yakın hacı getiren Avrupa Milli Görüş Teşkilatı (AMG), 3 bloktan oluşan büyük bir sitede her türlü imkanı seferber etmişler. Diyanet İşleri’nin her yaptığının minyatürünü AMG bu binalarda gerçekleştirmiş. Dikkat çeken en belirgin yanları ise yaş oranının çok düşük olması ve mali durumu yüksek insanlardan oluşması. Bina altında yapılan lokantalarda ise, “yok yok”, denecek kadar zengin. Kapıda muhabbet ederken Alman bir kadının çocuğuyla görüşmesini görüntülemeye ve röportaj yapmaya niyetleniyoruz, ancak birden ürken bu Müslüman anne görüntü alınmasına razı olmayınca biz de saygı duyarak vazgeçiyoruz. Çevresinin temizliği ve iç dizaynıyla her türlü ihtiyaca cevap verecek olan Milli Görüş binalarından Kabe’ye ulaştıran servisiyle ayrılıyoruz.

Kabe’de çekim yasağı olduğundan ve kameralara el koyduklarından önce konakladığımız yere niyetleniyoruz ancak aşırı hacı izdihamı bizleri vazgeçiriyor. Kabe’nin tam karşısındaki kayıp bürosuna uğrayarak bir kaç dakikalık gizli çekim yaptıktan sonra malzemeleri oraya bırakıyor ve yatsıyı eda ediyoruz. Sabah Sevr Dağı’na gideceğimiz için malzemeleri alıp eve avdet ediyor ve gazete için bir gün önce yaptığımız Umre işlerini hac notları olarak yazıyoruz. Tam bitmişken TGRT muhabiri Faysal bütün muhabirlerin Al–Ajyad oteline, Başbakan Mesut Yılmaz’ın annesini karşılamaya gittiğini söyledi. Bu tatsız hadisenin kritiği yapıldıktan sonra tahsis edilen arabayla otele gidiyoruz. Bizi gören bir kısım medya mensupları cin çarpmışa dönüyor.

Bir müddet sonra Güzide Yılmaz, yanında Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz’la çıkageliyor. Birden 20–30 kişilik medya ordusuyla karşılaşınca ne yapacağını şaşırıyor. Derken odasına çıkarılıyor. Bizde içten dıştan otelin görüntüsünü aldıktan sonra ayrılıyoruz.

Sabah Sevr Dağına gideceğiz, zaten sabah da çoktan sökmüştü. Ancak bizi götürecek araba geç gelince bu arzu ve niyetimiz gerçekleşmiyor.

2. UMRE / 2.4.98

Akşam namazını Kabe’de kılmak istiyoruz. Ancak Beytullah çoktan dolmuş. İnsanlar Hilton’un önündeki caddeye bile taşmıştı. Biz de Hilton’un içine giriyor. Alış veriş merkezinde Bangladeşli gençlerin serdiği mukavvaların üzerinde namazı eda ediyoruz.

Ezanın okunmasıyla birlikte bütün dükkanların kepenkleri iniyor ve namaza duruyorlar. Durmayanların olduğu da gözlenebiliyor. Kepenk indirmeyenler bir bezle kapatarak bazan arkasında da oturabiliyorlar.

Akşam saat sekizde M. Nuri Yılmaz’ın yemek davetine katılıyoruz. Ayniyyat mekanı olarak ayrılan binanın teras katında minderlerle yer sofrasında herkesi mest eden bir servis yapıldığı mükellef bir sofrada ağırlanıyoruz. Daha sonra eve dönerek ihramlarımızı giyiniyor ve 20 Riyal verdiğimiz taksiyle 4 kişi Mehmet Beylere ulaşıyoruz. Ev yine misafir dolu, yine lezzetli ikram yine güleryüz yine o nazik muameleler.

Kurban paralarımızı da vererek 1’e doğru evden ayrılıyor ihrama girmiş bir şekilde lebbeyklerle otobüse biniyoruz. Kabe’nin yakınındaki Mahbesül Cin bölgesinde trafik sıkışınca, Saunaya dönen otobüsten iniyor ve yaya olarak Kabe’ye vasıl oluyoruz.

Kabe’nin, etrafı tavaf yapan insanlardan adım atılmayacak kadar kalabalık. Arkadaşların da tavsiye etmesi üzerine tavafı en üst mahfilde yani terasta yapmaya çalışıyoruz. Alt kat mahfillerde bile izdiham yaşanıyor. Hacer–ül Esved’i öpme Halil İbrahim makamının hemen arkasında namaz kılma ve tam çizgide durarak birkaç sefer istilam düşüncesi tavaf trafiğini allak bullak ediyor. İnsanlar birbirine çarpıyor, eziyor, itekliyor bağırıyor çağırıyor ters ters bakıyor. Kısaca yüzlerce kul hakkı gasbediliyor.

Bu tür işleri yapan sünnet sevabı kazanayım derken aslında kul hakkını gasbettiği için haram işliyor, ancak kimse bunun farkında ve umurunda değil.

Terasta tavaf gerçekten rahat ancak mesafe neredeyse aşağının 3 katı. Yani bir şavt bir kilometre tavaf ise 7 kilometre tutuyor. Üfül üfül esen maddi ve manevi tertemiz hava içinde tavaflarımızı bitiriyor, zemzemimizi kana kana içiyor, yüzümüze gözümüze sürüyor ve makamı İbrahim’in arkasına gelecek şekilde, namazımızı kılıyor, zemzem kuyusunu, Kabe'nin terasını, Altın Oluk’u, Hicr’i Hacer–ül Esved’i kuşbakışı seyrediyor ve iki rekat şükür namazımızı eda ediyoruz.

Say için ise orta mahfile inmek zorunda kalıyoruz. Çünkü terasta ışığa gelen ve ölen binlerce irili ufaklı çekirge adeta Say mahalini kaplamış bulunuyordu.

Orta katta sütunlar arasında görünen Kabe’yi selamlayıp niyet ederek şavtlarımıza başlıyor, iki yeşil ışık arasındaki bölgeyi Hz. Haceri anacak şekilde hervele yaparak yedi sefer geçiyor ve nihayet Say'ı da bitiriyor ve zemzemle serinlendikten sonra namazımızı şükran hisleri ile dopdolu olarak eda ediyoruz. Niyetimiz sabah namazını kılıp Cuma’yı beklemekti. Ancak bu fikrimize dizlerimiz ve ayaklarımız adeta isyan ediyor. Göz kapaklarımız ise kaldırılamayacak kadar ağırlaşıyor. Daha namaza 1.5 saat varken fikir değiştiriyor ve dönen Diyanet servislerinden birisiyle Mesfele bölgesine sadece ve sadece biz taşınıyoruz. Çünkü insan akıntısının yönü Kabe’ydi Hacılar, Müslümanlar sabah ve teheccüd namazlarını Kabe’de kılmak için gece yarısından itibaren Beytullah’a koşuyor.

Eve vasıl oluyor birbirimizi tıraş ediyor, gusül alıyor, ihramdan çıkıyor ve sabah namazını eda ettikten sonra uyku dünyasına misafir oluyoruz.

Kabe’de Cuma / 3.4.1998

Sürekli uyandırıldığım için akşamki Umrenin yorgunluğunu üstümden atamadan Cuma namazına gidiyoruz. Fazla talip çıkmayınca yine servislere geçip Kabe’ye ulaşmayı düşünüyoruz. Üçgen şeklinde yapılmış ve iç içe çöl kuyusuyla doldurulmuş yaklaşık yarım dönümlük yeri geçmeye çalışıyoruz. Aman Allah’ım serinlikte, terliklerimizi çıkartıp zevkle üstünde yürüdüğümüz kum taneleri adeta birer kızgın kurşun olmuş bir taraftan yakıyor diğer taraftan ışığı akılalmaz şekilde yansıtarak insanın gözlerini kör edercesine kamaştırıyordu.

Bu yapay çölü geçip durağa bakınca kimseleri göremedim. Önce bir mana veremedim. Ancak birkaç saniye sonra sebebini anladım. Çünkü, servisler akşam 15’den sonra ertesi sabah 10.30 kadardı. Hacıların sıcakta dışarı çıkıp beyin kanaması gibi sıcakla bağlantılı istenmeyen durumlara meydan vermemek için DİB bu önlemi almıştı.

Cuma günü özellikle Cuma saatlerinde şehirde hareket duruyor kepenkler iniyor veya bezle önleri alışveriş yapılamayacak şekilde kapatılıyor. Kabe’ye gitmek iki riyal. Bende ise bozuk para yok. Bütün para verince de şoförler hakaret kabul ediyorlar. Bir ara Mahmut Bey 50 Riyal verince şoför hakaretvari kendisine doğru parayı fırlatmıştı. Bütün bunları düşündüğümde, “Tabana kuvvet”, diyerek bütün bu yakışıksız hadiselere meydan vermeden, istikamet Kabe diyerek yola koyuluyoruz. İnanılacak gibi gelmiyor ama, o hergün yürüdüğümüz yol bitecek gibi değil. Güneş yeryüzüne çok yaklaşmış gibi kavuruyor, yer ise alttan bir soba gibi ısıtıyordu.

Beytullah’a giremeyeceğimi daha otellere varmadan hacıların yola serip üzerine oturdukları seccadelerinden anlıyorum. Başıma örtüp güneşten korunmaya çalıştığım puşiyi güya seccade yapıp üzerinde namaz kılacaktım. Ancak sıcaktan bu mümkün görünmüyordu. Allah niyyete binaen yardım göndermiş olacak ki Pakistanlı veya Bangladeşli bir esnafın serdiği naylon iplerden örülmüş hasır üzerinde kendime bir yer buluyorum. Fakat oturduktan birkaç saniye sonra yerin sıcaklığı güneşin ışınlarıyla birleşince her tarafı adeta görünmez bir yangın sarmıştı. Zaman zaman esen meltem ise yüzümüzü alev gibi yalayarak geçiyor ve yine bunaltıcı sıcağa yerini bırakıyor.

Saniyeler geçmek bilmiyor. Cadde ortasında yer bulabildiğim için oturduğum asfalt oldukça ısınmıştı ve kendisini her yönüyle hissettiriyordu.

Derken iç ezan okunuyor ve hutbeye başlanıyor. O kavurucu sıcak altında, Arapça’yı da tam olarak anlayamadığımdan sıkıntı had safhaya ulaşıyor. Bir ara hatip susunca bitirecek diye seviniyorum. Ancak ne gezer imam en az yirmi dakika daha konuşuyor ve yaklaşık kırk beş dakikada tamamlıyor hutbesini. Kabe imamının lahuti sesiyle namaz başlayınca ruhumda tarifi imkansız bir sürur hissediyorum. Neşe mutluluk esmeye başlıyor. Ve selam verildiğinde çekilen bunaltı ve sıkıntı, mutmain olmuş bir kalp huzuruna yerini bırakıyor. Evet milyonların aynı anda divana durduğu bu Allah’ın evinde Cuma namazını eda edebilmek, velev ki uzağında kavurucu güneş altında ve yol ortasında bile olsa, apayrı bir haz veriyor insana.

Bütün Müslümanların yöneldiği merkezi noktada ve Beytullah olarak vasıflanan bu mekanda bulunmak, namaz kılmak, hele hele Cuma namazını eda etmek herşeye değer doğrusu.

Sığınak Dağ: Sevr / 4.3.1998

Daha önce arabanın gecikmesinden dolayı çıkamadığımız Sevr Dağı’na bir an önce çıkmanın heyecanıyla beraber akşam yaptığımız teras tavafından sonra hazırlıklarımızı bitirip dinlenmeye çekiliyoruz.

Sabah saat 06’da hareket ederek Mekke’den 4 kilometre uzaklıktaki Sevr Dağı’nın eteklerine geliyoruz. Daha önceki gece diğer medya mensupları 26. kez hacca gelen Necmettin Erbakan’ı karşıladıklarından sadece Türkiye, Akit, Zaman ve CHA temsilcileri olarak çıktık. Saat 6.15’de Sevr’in eteklerine ulaştığımızda Nur Dağı ile kıyaslanmayacak kadar yüksek ve sarp olduğunu görüyoruz. Ve tırmanışa geçiyoruz. Akşamdan da yorulmuş olduğumuzdan oldukça zorlanıyoruz. Yollar, verilen sadaka karşılığı basamak yapan Bangladeşli işçiler tarafından düzenli bir hale getirilmişti.

Çoğunu Afganlıların oluşturduğu yolda karşılaştığımız hacıların performanslarını hala muhafaza ettiklerini gördük. Bir çoğu ile konuşup, görüntülerini alıyoruz. Genelde Peştun olan bu hacılar, vazifesini eda etmenin belirtileri ile pırıl pırıldılar. Hava fazla sıcak değil ancak biz terden sırılsıklam bir vaziyette tırmanmaya devam ederken 70–80 yaşındaki ihtiyar ve ihtiyarelerin tırmanma azmi ve aşkı karşısında kendimizden utanıyoruz.

Sevr yollarında Haci Kemal Abi

Burada da Hira’da olduğu gibi ilk gelenler biz değildik. Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan dağın yamaçları tepeye tırmanmaya çalışan hacı adayları ile dolu idi.

Kaya ve toprağın kısmen biçimlendirilip merdivenleştirdiği patika bir yola sahip olan Sevr’e tırmanışımız oldukça zorlu geçiyor. Tırmanış sırasında rastladığımız 60–70 yaşlarında yaşlı teyze ve amcaların gayreti yorgunluk hissimizi bir ölçüde de olsa hafifletiyor.

Çıkışta rastladığımız Orta Asyalı kadınlı erkekli bir gruba selam veriyoruz. Alıyorlar. Nereli olduğumuzu soruyorlar. Türkiyeli olduğumuzu söyleyince yüzleri gülüyor. “Siz Kazakistanlı mısınız?”, diye sorunca Tacik olduklarını ifade ediyorlar. Daha sonra isminin Zeylonov Sadıkcan olduğunu öğreneceğimiz şahsın. “Hacı Kemalettin Ata’yı bilir misiniz?” sorusunu önce şaşkınlıkla karşılıyoruz. “Acaba o mu?” diye... Doğrulatmak için, “Hacı Kemal Abi mi, hani şu ak sakalları olan..”, sorusunu yöneltiyoruz. Zeylonov Sadıkcan’ın yüzü gülüyor ve dudaklarından, “O bizim de atamızdır. Biz onu çok severiz”, sözleri dökülüyor. 41 yaşındaki Sadıkcan’ın şahsında Hacı Kemal Abi ile Sevr Dağı eteklerinde karşılaşmak bizi çok şaşırtıyor ve sevindiriyor. Bitmeyen azmi ve enerjisiyle şu an diğer birçok ihtiyar amca gibi Sevr’i tırmanmaya çalıştığını hisseder gibi oluyoruz. Rabbim rahmet eylesin diyerek ruhuna Fatiha hediye ediyoruz. süslüyoruz.

Genç olmamıza rağmen birkaç kez mola vererek bir saati aşkın bir sürede dağın tepesine varmayı başarıyoruz. Sabahın ilk ışıklarının ısıtmaya başladığı kayaların tepesinden çevreyi süzüyoruz.

Uzakta Hilton Oteli’nin gölgesinde kalan Kabe’yi gözlerimizle tespit edip kıblemizi sabitliyoruz. Olduğumuz yerden hafif sağa doğru dönünce kardeş Hira Dağı bizi selamlıyor. Biraz daha sağ dönünce Müzdelife ve Mina gözlerimizin önüne geliyor. Hacılara gölgelik yapacak binlerce çadırı tahmini olarak hesaplamaya çalışıyoruz. Oldukça yüksek olan Sevr Dağı’ndan Mekke ve civarını kuşbakışı seyredebiliyoruz. Bu özelliği Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in hicreti sırasında niçin Sevr’i seçtiği hakkında bize bilgi veriyor. Bizi kucaklayan sabah meltemi ve Mekke’nin kuşbakışı görünüşünün oluşturduğu tablonun cazibesini gözümüze ilişen bembeyaz bir güvercin tamamlıyor.

Sahte Sevr Mağarası

Bu kadar yüksekte güvercinin ne işi var diye düşünürken onun yalnız olmadığını fark ediyoruz. Birbirlerine kur yapan güvercinler, aklınıza mucizeyi getiriyor. 100 metrekarelik dört daire genişliğinde olan dağın tepesi engebeli bir yapıya sahip ve oldukça büyük kayalarla dolu. Sevr Mağarası’nı göstermesini istediğimiz rehberimiz, bizi bu büyük kayalardan birinin yanına götürüyor. Rehberimiz önünde baraka şeklinde bir kantinin yapıldığı ve üzerinde Sevr yazan, altında bir insanın eğilerek zorlukla geçebileceği 3 metrelik bir boşluk bulunan büyük bir kaya parçasını işaret ediyor. “Sevr mağarası bu mu?”, diye sorduğumuzda bunun sahtesi olduğunu, hakiki Sevr Mağarası’nın 10 metre ileride çıkışın tam ters istikametindeki yamacın başladığı yerde olduğunu söylüyor. Sahte Sevr’in resimlerini çekerek hakikisine yöneliyoruz.

Bu arada tırmanmanın zorluğunu hiçe sayan Müslümanlar dağın zirvesini doldurmaya başlıyorlar. Kalabalık her ihtimale karşı her iki mağarayı da ziyaret ediyor. Asıl Sevr’e yanaşıyoruz. Peygamber Efendimiz (sav) ve Hz. Ebu Bekir’i 3 gün bağrında saklayan, kapısında örümceklerin ağ gerdiği, önüne güvercinlerin yuva yaptıkları mukaddes mağaranın bu kadar yakınında olmakla ister istemez heyecanlanıyoruz.

Daha önce örümcek ağlarıyla örülen Sevr Mağarası’nın kapısının bu sefer insanlar tarafından taşlarla kapatılmış olduğunu görünce heyecanımız şaşkınlığa dönüşüyor. Niçin, sorusuna farklı cevaplar alıyorsunuz. “Yamaca açılan çıkıştan hacı adayları düşmesin diye”, cevabı tatmin etmese de en makul olanı geliyor. Sevr Mağarası aslında bir mağara değil. Büyük bir kaya parçasının altında üç çıkışı bulunan iki insanın yan yana eğilerek zorlukla geçtiği 3–4 metrelik çatlak da denebilecek bir oyuk. Örümceğin ağ gerdiği yer bugün taşlarla örülmüş vaziyette. Diğer oyuğun zamanla ve hacı adaylarının da gayretleriyle oluştuğu tahmin ediliyor.

Hira’daki yığılmaya karşılık, buradaki Müslümanlar Sevr’in içinden geçmek için düzenli kuyruklar oluşturuyor. Sırayla içeri giren hacı adayını çıkış noktasında şipşak fotoğrafçılar karşılıyor.

Kafasını dar yerden geçirip çıkmaya çalışanla, şipşakçının fiyat pazarlığı komik bir manzara arz ediyor. 10 riyalden açılan kapı genelde 8 riyale bağlanıyor. Fotoğrafı çekilen hacı adayı, kafası yarı dışarıda olarak fotoğrafı gelene kadar içeride bekliyor. Aldıktan sonra dışarı çıkıyor. Kuyruk mesafesine göre bu sahne durmadan tekrarlanıp gidiyor. Çıkan bir hacı adayı kameramı fotoğraf makinası zannetmiş olacak ki, eliyle beş riyal işareti yaparak, “Bak fazlasını vermem”, deyince gülmekten kendimizi alamıyoruz.

Sevr Daha İyi Durumda

Sevr’de de, başta pet şişeler olmak üzere çevre kirliliği dikkatimizi çekiyor. Ancak bu kirlilik Hira Dağı’ndaki kadar yoğun değil. Sevr’in dilencileri ise daha onurlu. Sizden direkt para istemek yerine, merdivenleştirdikleri çıkış yolu karşılığında, yere serdikleri mendillerin üzerine para atmanızı bekliyorlar. Sevr’de poz malzemesi olarak kullanılan deve Hira’dakine nispetle daha genç, daha dinç ve daha güzel. En tepe noktadaki kayalardan birini biraz düzelterek, biraz da betonlayarak oluşturulan küçük düzlükte şükrü ifa etmeyi düşünüyoruz. Kabe göründüğü için kıble tayini zor olmuyor. Tam zirvede iki rekat namaz kılıyoruz. Uzaktan Hira Mağarasının bulunduğu Nur Dağı’nı ve Haremi Şerifin çekimlerini yapıyoruz.

Namaz sonrası Türklerden oluşan bir kafilenin yaptığı duaya biz de iştirak ediyoruz.

Arayı Arayı Bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak Nasib eylerse görsem yüzünü
Ya Muhammed canım Arzular seni.

Bu tür şiirler Sevr dağında bir başka duygu yüklü mana ifade ediyor. Gençler coştukça yerli yabancı hacılar etrafını sarıyor ve cezbeye kapılıyorlar. Mısraların içinde, “Muhammed,” isminin geçmesi ilahileri güzelleştirmeye, yabancıların da halkaya dahil olmalarına yetiyor. Derken ilahiler yerini duaya, yani yakarışa bırakınca duygulu atmosfer bulutlanarak bereketli yaşların gözyaşlarından sağanak sağanak yağmasını netice veriyor. Yerli yabancı herkes hıçkırıklarla ağlıyor. En zor anında Peygamberi, alemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, kainata rahmet olarak gönderilen sevgiliyi bağrına basmış bu dağ gazyaşlarıyla ıslanıyor.

Dağın tepesine tırmanmayı başarmış, en az 70 yaşında ağzında tek dişi kalmamış Tacik ihtiyar ninenin yanaklarından süzülen gözyaşlarına biz de salavatlarla eşlik ediyoruz. Efendimiz’in sevgisi olmadan bu ızdırabın çekilmesini ifade etmenin zorluğu ortada. Dönüşte gittikçe artan sıcaklık kendisini hissettirirken, tırmananlar dağın eteğinden zirvesine doğru kıvrılarak akan beyaz bir dere görüntüsü veriyordu.

O günden bu yana Efendimiz’in izlerini yakalamak, nefesini koklamak, çektiği eza ve cefayı az da olsa hissedebilmek için Hacılar her ay, her gün bu yüzlerce metrelik dik, kayalık yolu kavurucu sıcak altında tırmanarak Efendimiz’in hoşnutluğunu aramaktalar. Dönerken 3 aylık kız çocuğuyla Londra’dan gelip tırmanan aileyi görünce bir arkadaşımız, “Bu da bir şey mi?”, diyerek daha önce gelişte bu noktalarda babasını sırtlayıp tırmanan bir gençten bahsediyor.

Müslümanlar adeta bir an önce zirveye çıkmak için yarışıyorlardı. Neredeyse bütün hacılar Türkiye ile yakından ilgileniyorlar. Rastladığımız Pakistan asıllı İngiliz Müslümanlarla Türkiye üzerinde detaylı bir sohbet yapıyoruz. Çıkıştan daha kolay olan inişi, gelenlerle selamlaşarak, dua ve salavatlarla bitirip,

’a çıkma heyecanının artık sokaklara taştığı kutlu belde Mekke’ye dönüyoruz. Dağdan ayrılırken adeta bir parçamızın orada kaldığını hissediyor ve gerçek Kudret Sahibi’ne bu imkanı verdiği için hamdediyoruz.

Diğer Sayfalar -->   | 1 |  2 |  3 |  4 |  5 |

Copyright© 1995-2000 Feza Gazetecilik A.Ş. / Çobançeşme Mh. Kalender Sk. No: 21 34530 Yenibosna / İstanbul
Tel:
+90 (212) 639 34 50 (pbx)  Fax: +90 (212) 652 24 23  e-posta: zaman@zaman.com.tr
Bu site Zaman Gazetesi Internet Servisi tarafından hazırlanmaktadır.