* Amerika röportajı -1      ( Fethullah Gülen )
Zaman - İslamiyat - Mart  - 2004  - Nuriye Akman
Fethullah Gülen
Bu beş yıl hayatımın en acı yılları oldu

- Amerika’ya geleli yaklaşık 5 yıl oldu değil mi?

-Martın 22’sinde (bugün) 5 yıl olacak.

-5 yıl önceki Fethullah Gülen Hocaefendi nasıldı, 5 yıl sonra bugün nasıl?

-Geçen bunca zamanın insanın üzerinde tesiri mutlaka oluyor. Mizacım, karakterim itibarıyla çok değiştiğimi söyleyemem. Ancak farklı şeyler gördüm, farklı şeyler işittim. Bazen yerin gayyalarına indirildim. Ağzıma neşter vurdurdum. Bu 5 yıl belki hayatımın en acı yılları oldu. Daha evvel de 6 yıl kadar yine böyle haksız bir takibe maruz kaldım. Tahriplerine neticede takipsizlik verildi. Denebilir ki 27 Mayıs’tan bu yana defaatle sebeplerini bildiğim bilemediğim şekilde birileri düğmeye bastı, birileri hemen harekete geçti. 66 yaşındayım; aşağı yukarı 20 yaşından bu yana ömrüm hep böyle geçti. Bana en acı gelen bu oldu. Çünkü bir yönüyle de çok hassasım. Histerik denecek kadar duyarlıyım. Kahve içtiğim bir yerde bir daha oturmamayı o mekana vefasızlık sayarım. Geçtiğim bir yoldan bir daha geçmemeyi vefasızlık sayarım. Odamda Türkiye’nin belki 50 ayrı yerinden topraklar var. Muhafazalar içinde. Kâbe’den gelmiş toprak gibi. Bunlara bakıp teselli oluyorum. Fakat birilerini tahrik etmemek için de bir kor gibi adeta sineme basıyorum, dişimi sıkıyorum.

-Bu süreç size ne getirdi ne götürdü? Sağlığınızı, psikolojinizi nasıl etkiledi?

-Meselenin iki yönü var. Büyük ölçüde tedavi maksadıyla geldim. MAYO Kliniği’nde Said Bey var, Kırımlı. Türkiye’ye gelip gidiyordu. Yönetim kurulundan bir ekiple geldiler. Beni gözden geçirmek istiyorlardı. Meselenin diğer yönü ise baskılar vardı. Dedikodular sürüp gidiyordu. Bir yandan hoşgörünün Türkiye’de yükseltilmesi, insanların kendi konumlarına saygı göstermesi hatta bunun bir kültür haline gelmesi gibi sevindirici işler vardı. Diğer yanda da bir kesim nedense fevkalade rahatsız oluyordu. Kalbim oldukça rahatsızdı. Şekerim yükseliyordu. Hatta kolesterol kontrol altına alınamıyordu. MAYO’ya geldim. Burada birkaç gün kalıp döneyim dedim. Birkaç gün birkaç ay oldu. Bu hadiselerin üzerine Türkiye’ye gidersen sıhhatine çok dokunur dediler. Burada bir taraftan tedavi olmaya çalıştım. Kireçlenmeler vardı. Kalp için sık sık hastanelere gittim. 20 kez hastanelere gittim. Hastanelerden başka yerlere gitmedim. Rahatsızlığım biraz daha arttı buraya geldiğimde. Biraz üzüntüden, biraz sıkıntıdan. Gazete havasının ulaşmadığı, radyo dinlemediğim yerlerdi. Sanki biraz rahat edebiliyorum gibi geldi bana. Çevremde olan hadiselerden biraz daha rahattım. Ancak Türkiye hasreti yüreğimi yakıyordu.

-İslamî kesim yıllarca “İslam’la terör bağdaşmaz” deyip bir kenara çekildi. Ama 11 Eylül olayı yaşandı. Sonrasında Türkiye dahil birçok ülkede bombalamalar meydana geldi. Bu eylemleri yapanlar da bizim içimizden çıktı. Her şeyden evvel bizim isyan etmemiz gerekmez miydi?

-Çok haklısınız. Günümüzde Müslümanlık bilinmiyor. Müslümanlar çıkıp demeliydiler; ‘Hakiki Müslümanlıkta terör yoktur.’ Çünkü İslam bir insanın öldürülmesini küfre denk tutuyor. Bir insanı öldüremezsiniz. Savaşırken bile masum insanlara ilişemezsiniz. Bu mevzuda kimse fetva veremez. Kimse intihar komandosu olamaz. Kimse vücuduna bombalar bağlayıp, masum insanların içine giremez. İçine girdiği bu toplum hangi dinden olursa olsun caiz değildir. Savaş halinde bile -ki orada dengeler çok korunamaz- buna cevaz verilmemiştir. Çocuklara ilişmeyin, kilisede ibadet edenlere dokunmayın denmiş. Bir dönemde böyle denmiş de bitmiş değildir yani. Efendimiz ne demişse onu Hz. Ebu Bekir demiş, Hz. Ebu Bekir ne demişse Hz. Ömer demiş, o ne demişse daha sonraki dönemlerde Selahaddin Eyyübi demiş, Alparslan demiş, Kılıçarslan demiş. Fatih de bunu demiş. Demiş de ondan dolayı karmakarışık bir curcunanın yaşandığı Kostantiniye İstanbul olmuş. Yani ne Rum Ermeni’ye bir şey yapmış, ne Ermeni Rum’a. Ne de Müslümanlar onlara bir şey yapmışlar. İstanbul fethedildikten sonra Patrikhane’de Fatih’in kocaman bir posteri vardı. Zamanında yapmışlar. O zamanki patriği çağırmış, anahtar vermiş. Saygıyla yâd ediyorlar. Şimdi bütün fikirlere karşı hep saygılı olmuş; ama günümüzde her şeyin eksikliği gibi bir yönüyle Müslümanlığı anlamada da bir eksiklik var.

Üzülerek ifade edeyim ki, İslam dünyasında bazı softa hocaların, ham Müslümanların kullanacağı başka silah yok. Müslümanlık hak bir dindir, doğru yaşanmalı. Ona giderken de batıl vesileler kullanılması katiyyen doğru değildir. Hedef doğru olduğu gibi o hedefe ulaşmak için kullanılacak bütün vasıtaların da doğru olması lazım. Bu açıdan adam öldürerek cennete gidilmez. Müslüman “ben adam öldüreyim cennete gideyim” diyemez. Adam öldürerek Allah’ın rızası kazanılmaz. Bir Müslüman’ın en önemli hedefleri Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın yüce adını aleme duyurmaktır.

-Mantıkları şu şekilde mi işliyor; savaş eskiden cephelerde olurdu. Ama şimdi her yer savaş alanı. Dolayısıyla bunu da bir savaş, bir cihad olarak mı kabul ediyorlar? Buradan mı kendilerine cennette kapı açılacağını düşünüyorlar?

-İslam’ın kuralları bellidir. Savaşı fertler ilan edemezler. Savaşı bir hizip, bir organizasyon ilan edemez. Savaş, devletin ilan edeceği bir şeydir. Devlet başkanı savaş demeden, bir ordu savaş demeden savaşa kalkamazsın. O zaman herkesin kafasına göre bir savaş olur. Alır etrafına üç-beş tane -bağışlayın- çapulcu, onlarla bir savaş cephesi oluşturur. Bir başkası da başkalarını alır. Türkiye’yi düşünün. Sağlam düşünen insanlar vardır. Bunların bile birbirlerine karşı hazmedemedikleri yanları olduğundan dolayı cephe olabilir. Bunlar kalkar derler ki ben de falana karşı savaş ilan ediyorum. Hıristiyanlığa karşı müsamaha ile bakan bir insan için biri kalkar “Hıristiyanlığa yardım ediyor, Müslümanlığı zaafa uğratıyor. Buna karşı savaş ilan edilmeli ve bu öldürülmeli.” der, o da bir savaş ilan eder. Devlet savaş ilan etmeyince gidilmez. Bu öyle çok kolay değil. Bunu başkası da yapsa, benim en çok sevdiğim ilim adamları da yapsa doğru değil. Çünkü İslam’ın ruhuna aykırı. İslam’da sulh ve savaş kuralları belirlenmiştir.

-İslam’ın ruhuna aykırı da neden İslam dünyası böyle?

Bana göre İslam dünyası diye bir dünya da yok. Müslümanların yaşadığı yerler var. Bazı yerlerde çok, bazı yerlerde az. O da kültür Müslümanlığı. İslam’ı kendi düşüncelerine göre yeniden inşa etmiş Müslümanlar var. Bununla radikalizmi, sert ifratkâr Müslümanları kast etmiyorum. İnsanın inandığı şeylere doğru inanması, doğru inandığı şeyleri de doğru uygulaması lazım. Müslümanlığa sahip çıkması lazım. İslam dünyası dediğimiz coğrafyada bu anlayışta, bu felsefede toplumların var olduğu söylenemez. Var olduğunu söylersek Müslümanlığa iftira etmiş oluruz. Hiç Müslümanlık yok desek o zaman da insanlara iftira etmiş oluruz.

Müslümanların dünya muvazenesine katkıda bulunacaklarına şu anda ihtimal vermiyorum. İdarecilerde o mantığı görmüyorum. İslam dünyası şimdilerde belli ölçüde bir aydınlanma olsa da çok cahil. Bunu hacda görebiliyorsunuz. Muttali olabildiğiniz kadar konferanslarında, panellerinde de görebiliyorsunuz. Televizyonlarla parlamentolarına muttali olabilirseniz oralarda da görebiliyorsunuz. Ciddi bir seviyesizlik söz konusu. Dünyanın problemlerini çözemezler. Belki ileride olabilir.

-Yani size göre “İslam dünyası” tabirini kullanmamak mı lazım?

-Yok böyle bir dünya. Ferdî Müslümanlık var. Bazı Müslümanlar var dünyanın değişik yerlerinde. Parça parça, kopuk kopuk. Dört başı mamur Müslümanların var olduğunu şahsen görmüyorum. Başkalarıyla münasebet içinde olabilecek ve aynı zamanda bir birlik teşkil edebilecek, müşterek problemlerini halledebilecek, kâinatı yorumlayacak, kâinatı çok iyi okuyacak, Kur’an’la kâinatı mütalaa edebilecek, geleceği çok iyi okuyacak, gelecek adına projeler üretebilecek, istikbaldeki yerini belirleyebilecek Müslümanların olmadığı bir dünyaya ben İslam dünyası demiyorum. İslam dünyası diye bir dünya olmadığına göre herkes kendi seviyesine göre bir şey yapıyor. Hatta denebilir ki, Müslümanlık adına kendi doğrularıyla Müslüman insanlar var. Kendileriyle mutabakata varılmış, icma ile test edilmiş, sağlam bir Kur’an telakkisine bağlanmış, defaatle test edilmiş bir İslamî anlayışın var olduğu söylenemez. Bir kültür Müslümanlığının hakim olduğu söylenebilir.

-Belki de hep böyle oldu. Ve böyle olmaya devam edecek dünyanın sonuna kadar.

-Hicri beşinci asırdan sonra böyle. Abbasi döneminden ya da Selçukluların ortaya çıkma döneminden başlıyor. İstanbul’un fethiyle daha çok öyle olmaya başladı. Bizim için takdir edilen bir dönemdir. Daha sonraki dönemlerde ise yeni yorumlara kapılar kapatıldı. Düşüncenin ufukları daraltıldı. İslam’ın ruhundaki genişlik daraltıldı. İslam dünyasında daha vicdansız insanlar görülmeye başlandı. Hazımsız insanlar. Başkalarını kabul edemeyen insanlar. Herkese bağrını açamayan insanlar. Hizipleri, birer vesile ve vasıta olarak gayenin önüne çıkaran insanlar. Tekkede de bu darlık yaşandı, zaviyede de. Çok acıdır medreselerde de yaşandı. Ve bunların hepsi de tabii kendi alanlarında büyük insanlar tarafından bir değişiklik, tecdid ister.

-Belki de kapatılmaları hayırlı oldu diye düşünüyorsunuz.

-Kapatılması Allah’ın cezası oldu onlara.
--------------------------

Teröre Girmiş İnsan Müslüman Kalamaz

-El-Kaide örgütünün Türkiye ayağı olduğu ortaya çıktı. İşin dinî yönünü anlattınız. Bunun başka anlamları da var mı?

-Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiştir. Bir kirli imaj meydana getirmiştir. O korkunç tahribatı bundan sonra biz bütün gücümüzle tamire kalkışsak bile seneler ister. Her yerde değişik platformlarda anlatacağız. Kitaplar yazacağız. Müslümanlık bu değildir diyeceğiz. Bin Ladin, hissini, hevesini İslamî mantık yerine koymuş, canavarlık yapıyor. Etrafındaki adamlar da öyledir. Türkiye’de öyle düşünen insanlar varsa onlar da canavarlığa kilitlenmiş insanlardır. O mülahazayı lanetleriz. Fakat bunun önünü almanın yolu Müslüman görünen dünyada -ki bir İslam dünyası olduğunu kabul etmediğimi beyan etmiştim. Müslümanların yaşadığı ülkeler vardır- müslümanların problemlerini çözmesidir. Kendilerini idare edecek insanları seçerken daha farklı şeyler mi düşünürler? Reformlar mı yaparlar? İyi nesillerin yetişmesi için Müslümanlar problemlerini çözmeli. Sadece terör mevzuunda değil, o Allah’ın bir belası. Uyuşturucu da, sigara da Allah’ın başka bir belası. Tefrika bir başka belası. Milletin birbirini yemesi başka bir belası. Fakirlikten kurtulamama ayrı bir belası. Başkaları tarafından hep zillet içinde idare edilme, idare edilmeye katlanma, hep ezilme başka bir belası. Akif’in ifade ettiği gibi her yerde tegallübler, tehakkümler, esaretler, mezelletler, türlü illetler, türlü ibtilalar... Bunların hepsi hususiyle başta milletimize musallat olmuş Allah’ın belasıdır. Bunlardan sıyrılmanın yolu da bence doğru dürüst insan olmaya bağlıdır. Doğru dürüst insan olma da Allah’a kulluktan geçer.


-Bu terör yanlısı insanlar Müslüman ailelerde, gözümüzün önünde büyüdüler. Biz onları Müslüman sandık. Onlar nasıl bir süreç geçirdiler de terörist oldular? Hepimiz suçlu değil miyiz?

-Bizim suçumuz. Milletin suçu. Eğitimin suçu. Hakiki Müslüman’ın, İslamiyet’i dört bir yanıyla anlamış bir insanın terörist olması düşünülemez. Teröre girmiş bir insanın Müslüman olarak kalması zordur. Hedefe ulaşmak için insan öldürmeyi din tecviz etmez. Tabii onların mükemmel yetiştirilmesi mevzuunda hangi gayretleri ortaya koyduk ki? Hangi bağlayıcı unsurlarla onların ellerini ve kollarını bağladık ki? Hangi sorumluluk duygusu altında onları yetiştirdik ki onlar terör yapmasın diye bekliyoruz. Eğer İslamî değerlere bağlılık içinde Allah korkusuyla, ahiret korkusuyla, dinin emirlerine muhalefet etme korkusuyla insanlar terör yapmayacaklarsa o mevzuda biz gerekli olan hassasiyeti ortaya koymadık. Şimdi bile kenarından köşesinden belki o meseleyi işleyen bazı yol ve yöntemler var. Onları da tıkamaya çalışıyoruz. Olmasın diyoruz. Yani bir kültür ve ahlak dersi olmasın diyoruz. Eğitim müesseselerinden kalksın diyoruz. Biz diyoruz ki hayat için lazım olan her şey mektepte verilmeli. Sağlık bilgisi de verilmeli. Doktorlar o dersi vermeli diyorum ben. Hayatla alakalı, yuvayla alakalı dersler orada iyi verilmeli. Eşler arasındaki münasebetler iyi verilmeli. Çocuk yetiştirme mevzuu çok iyi verilmeli. Mesele sadece o değil ki. Türkiye, Müslüman görünen dünya uyuşturucu ile kıvranıyor, kumarla kıvranıyor, hortumlamayla kıvranıyor. Türkiye’de hırsızlık yapmayan insan kalmadı neredeyse. Ulaşılabilen yerlere ulaşıldı. Ama ulaşılamayan yerler var ki, sorgulayamıyorsunuz. Onlara hesap soramıyorsunuz. Dolayısıyla kapatılıyor, örtbas ediliyor ve gidiliyor.

Bütün bunlar bizim içimizde yetişen insanlardır. Hepsi bizim çocuklarımızdır. Nasıl oldu da bazıları bunları kabadayı gibi yetiştirdi? Nasıl oldu da bazıları kaba kuvvetin temsilcisi gibi yetişti? Nasıl oldu da bazıları insani değerlere karşı isyan etti? Nasıl oldu da kendi milletinin başına gelip bomba gibi patladılar? Bunların hepsi bizde yetişti. Demek ki eğitimde bir şey vardı. Demek ki sistemin sorgulanacak yanları, eksiklikleri vardı. Bunun giderilmesi lazımdı. Demek ki insan yetiştirme birinci planda ele alınmış bir mevzu değildi. Ve bu arada heder olup giden harap olan nesiller oldu. Tatmin edilmeyen gençler, maneviyattan mahrum gençler oldu. Birileri bunlara üç beş kuruş verdi. Veyahut da robotlaştırdı. İlaç verdiler. Şimdilerde o da konuşuluyor. Mecmualarda çıkıyor. Onları şuursuz hale getirdiler. Bunları mefkure diye, gaye diye bu türlü caniliklere saldılar ve insan öldürttüler. Onlarla bir yere varmak istediler.

Bir arkadaşımız İsrail’e gitmişti. Biraz Filistin’de de kaldı. Bana çok enteresan bir şey anlattı. Orada doktora yapan çok akıllı bir arkadaş. “Beş altı ay kaldım İsrail’de. Bir barış organizasyonunun yönetim kuruluna girmem için bana teklifte bulundular.” dedi.

-Kim teklif etmiş?

“İsrailliler tarafından teklif edildim.” diyor. “Orada bir Filistinli mani oldu buna. Gördüm ki o Filistinli bir silah tüccarı. Bu kavganın devamını istiyor. Alış verişi var o işte. Belki başa yakın çok insanlar da aynı şeyi düşünüyorlar.” dedi. Dolayısıyla birileri bu türlü hadiseleri hep canlı tutmak suretiyle bir yere varmak istiyor.

Bu insanlar robotlaştırılıyor. İstanbul’da da aynı şeyin olduğu söylenebilir kanaat-i acizanemce. Terörist saldırıları yapanlar aklı başında inanmış, camiden çıkmış o işi yapmış insanlar değil. Dini bilgisi zayıftır. Bir hocası ve piri vardır, “falan öldürülsün.” demiştir. Türkiye’de az insan öldürülmedi ki. O grup onu öldürttü, öbür grup diğerini. 12 Mart’ta da millet kanlı bıçaklıydı. Asker geldi müdahale etti. 12 Eylül’de yine millet kanlı bıçaklıydı. Millet birbirini öldürüyordu. Birbirini öldürerek bir yere varmaya çalışılıyordu. Bunların hepsi teröristti. O taraf da teröristti, bu taraf da. Ama ad koyuyorlardı. Biri diyor ki: “Ben Müslümanlık için yapıyorum.” Öbürü de diyor ki: “Ben toprağım için, milletim için yapıyorum.” Diğeri de diyordu ki: “Ben kapitalizme, sömürüye karşı savaşıyorum.” Onların hepsi bir kısım laflardı. Kur’an-ı Kerim aynen “laf” diyor. Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan şeylerdi. Ama öldüren öldürene. Ve herkes bir mefkure uğruna öldürüyordu. O yıkılası mefkure uğruna niceleri öldürüldü. “Bu kaldırılsın.” diyordu baştaki birisi, onun vücudu kaldırılıyordu. Falan da kaldırılsın diyordu, filan da. Belki sizler için de bizler için de bu türlü takdirler vardı; ama kader o mevzuda fetva vermediği için olmamıştır. Açıktan açığa benim elime geçen bir şey de vardı: “Kaldırılması lazım onun da” deniliyordu. Bütün bunların hepsi terördü. Sadece Müslüman yapmıyordu, herkes yapıyordu. Herkes yapa yapa bu işi yapılır hale getirdiler. Me’luf hale getirdiler. Herkesi alıştırdılar. Benim çok kıymetli bir arkadaşım bir yılanın belini kırdı. Vaizdi bir yerde. İlahiyat mezunu. Bir ay konuşmadım onunla. “Yılanın yaşama hakkı vardı tabiatta. Sen ne hakla belini kırdın?” dedim. Fakat öyle bir hale getirdiler ki on insanın, yirmi insan öldürüldüğü bir yerde, artık bakıyorduk, şimdiye kadar alışabildiğimiz rakamlara varmamışsa, “İyi çok fazla ölmemiş” diyorduk. Bizde de bu vahşet duygusu kabullenildi. “Yirmi insanla otuz insanla kurtulmuşuz.” diyoruz. Yani toplumu bu hale getirdiler.

Bu meseleleri önleyecek eğitimdi. Bu meseleleri engelleyecek devletin çıkaracağı kanunlar ve kurallardı. Ve şu anda da çok küçük şeylere karşı tepki gösteren müdahale etmek isteyen bazı kesimler biraz da o tekvinî zırhtan dolayı kendilerine müdahale edilemediği için belki çok küçük meseleleri büyütüyorlar. Pireyi büyütüyorlar, deveyi küçük gösteriyorlar. Bu işin bir çaresi var. Çaresi doğrunun öğretilmesi. Müslüman’ın terörist olamayacağı anlatılmalı. Neden anlatılmalı? “Femen ya’mel miskale zerretin hayran yerah ve men ya’mel miskale zerretin şerran yerah.” (Zerre ağırlığınca hayır yapan onu bulur. Zerre ağırlığınca şer yapan da onu bulur. Zilzal Suresi 7. ve 8. ayetler) Atom ağırlığında bir şer yapmışsan hesabını vereceksin. Bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürme gibi olduğunu Kur’an-ı Kerim söylüyor. İbn-i Abbas insan öldürenin ebediyyen cehennemde kalacağını söylüyor. Bu hüküm kâfirler için söz konusudur. Demek ki insan öldüren, kâfirin maruz kalacağı aynı şeye maruz kalıyor. Yani ateist, Allah’ı, peygamberi kabul etmeyen insan ne ise, insan öldüren de onunla eşdeğerdir. Şimdi dinin temel esprisi buysa o zaman bunun eğitimle verilmesi lazım. Onu vermiyorlar.

-11 Eylül’den sonra Müslümanların komplo teorilerine biraz daha yatkın olduğunu gördük. Hep mi ‘ötekiler’ suçlu? Hep mi onlar bizim ‘kötü’ olmamızı istiyorlar? İslamî kesimde bir özeleştiri kültürü niye yok?

-Şimdi “Müslümanlıkta özeleştiri kültürü yok” ibaresini tashih etmek lazım. Müslümanlıkta özeleştiri vardır. Vahiy ile müeyyed olmayan her şey Müslümanlar arasında sorgulanmıştır. Ben Müslümanlıkta olduğu kadar başka bir yerde özeleştiri zannetmiyorum bulunsun. Mesela Hz. Ömer gibi bir halife İslam’ı temsil ediyor. Minberde hutbe irad ederken bir kadın itiraz ediyor. “Bunu yanlış söyledin. Bu meselenin doğrusu budur” diyor. Bir yerde bir ordu komutanı bana şunu yaptılar falan diyor. Hiç tanınmadık bilinmedik bir nefer eğri kılıcına dayanarak diyor ki: “Komutanım senin yaptığın bu şey isyandır. Eğer doğru olmazsan sana şöyle yaparız.” Fukahanın, kelamcıların kendi aralarında İslamî meseleleri alıp vermeleri, münazara ve münakaşa yapmaları o kadar yaygındır ki bu kitaplar dolusudur. Herkes birbirini eleştirmiştir Müslümanlıkta. Ve bu eleştiriler belli ölçüde hoşgörüyle karşılanmıştır. Mesela Gazali bir tahafüt (felsefecilerin tutarsızlıklarını eleştiren yazı) yazmış. Sonra bir başkası buna eğri büğrü bir cevap yazmış. Ve o dönemde bir İslam devleti vardır. Bu insanı cezalandırabilirlerdi. Fakat bir şey dememişler. O insan da yaşamış. Elli türlü düşünce vardır.

-Ama bugün yok?

-O zaman meseleyi Müslümanlıkta değil de bugün Müslümanlığı okumayan, bilmeyen veya yanlış yorumlayan kimselerde aramalıyız şeklinde düzeltmek daha doğru olur.

------------------------
Hükümetin AB Gayretini Samimi Buluyorum

-Tayyip Erdoğan’ı nasıl buluyorsunuz?

-Benim çok yakın temasım olmadı. Belediye başkanıyken birkaç defa görüştük. Başbakan olduktan sonra hiç görüşmedik. Başkaları bazı yakıştırmalarda bulundular. Yani görüşüyor, görüştü gibi şeyler. Hiçbiri doğru değil. Bana göre namuslu ve terbiyeli bir insan. Çalışkan, cesur, kararlı bir insan gibi geliyor. Avrupa Birliği’ne girme mevzuunda ortaya koyduğu performansı şahsen takdir ediyorum. Yapılması gerekli olan bir şeyi yapıyor. Birileri tarafından beğenilmemesi, arzu edilmemesi, ne yaparsa yapsın, onlar gibi düşünse bile onlar olmadığı için yine memnuniyetle karşılanmaz. Ben şimdiye kadar olumsuz bir şeyini görmedim. Siyasi değilim, hiçbir siyasi parti içinde de olmadım. Hiçbir zaman rey kullanmadım. Fırsat olmadı. Şimdi buradayım, bundan evvelki seçimlerde de buradaydım. Ama bir hakikati itiraf etmek lazım. Çalıp çırpmayacak bir insan. Son zamanlarda çok sevmediğimiz bir tabir, hortumlama yapmayacak bir insan olarak tanıyorum. Türkiye için iyi şeyler düşündüğü kanaatindeyim. Ama Türkiye’ye daha yararlı, daha iyi bir siyasi oluşum olur, millet bu defa ona yönelir. Bunlar Allah’ın bileceği şeyler. Şimdilik Cenab-ı Hak onlara bir fırsat vermiş. Bence Türkiye için yapmaları gerekli olan şeyleri yapmalılar. Ve bu olumlu şeyleri de kimse engellememeli. Türkiye’nin lehine ise kimse engellememeli. Kim yaparsa yapsın. Bunu Bülent Bey yapsaydı engellenmemeliydi. Deniz Bey yapacaksa engellenmemeli. Bugün Tayyip Bey’e Cenab-ı Hak nasip etmiş. Cesurca bazı şeylerin üzerine gidiyor. Türkiye’nin geleceği adına gerçekten bir şey vaat ediyorsa, aklı başında insanlar, işadamları bunu böyle kabul ediyorlarsa engellenmemeli. Demokrasi var, beğenmiyorlarsa seçimde onu alaşağı ederler. Başka birisini getirirler.

-AK Parti sizce kendini tanımladığı ‘muhafazâkar demokrat’ kavramının içini doldurabildi mi?

-Belki eskiden öyle düşünmüyor olabilirler. Ama insanlar zamanla değişiyor. Bunu kabul etmek lazım. Demokrasiyi Müslümanlar on beş-yirmi yıl önce telaffuz etmiyorlardı. Demokrat Parti vardı, telaffuz etmiyorlardı. ‘Biz de demokrat olalım’ demiyorlardı. Herhalde zamanla değişiyor insanlar. Doğruyu bulmuş olabilirler şimdi. Demokrasi mevzuunda ciddi gayretleri var. Ciddi gayretleri Avrupa Birliği’ne girme çabalarından anlaşılıyor. Amerika ile temaslarından anlaşılıyor. Hatta Rusya ile gidip görüşmelerinden anlaşılıyor. Onların o mevzudaki demokratik gayretleri, -içlerini Allah bilir- bana samimi gibi geliyor. Çünkü demokrasi dediğimiz şey aslında biraz da yoruma bağlı. Dünyada çeşit çeşit demokrasiler var. Komünizmin olduğu dönemde onlar da demokrasi diyorlardı. Belki Çinliler de demokrasi diyor, Amerika da demokrasi diyor, İngiltere de, Belçika da. Dünyada elli çeşit demokrasi var. Hıristiyan demokratlar var. Budist demokratlar var. Yahudi demokratlar var. Bir anlayışın, bir inanışın, bir felsefenin yanı başında aynı zamanda demokrat da olabiliyor insanlar. İslamî gelenekleri ve görenekleri, teamülleri yaşamanın yanı başında bir demokrasinin olmasının hiçbir mahzuru yok. Bence böyle bir demokrasi olabilir.

Hatta bu demokrasiye şu da ilave edilebilir: Bir insanın ihtiyaçları sadece dünyevî ihtiyaçlardan ibaret değildir. Düşünce hürriyeti olsun, fikir hürriyeti olsun, kazanma hürriyeti olsun bunların hepsinden istifade edeyim, yararlanayım; ama benim bir de ebede açık yanım var. Ebed için yaratılmışım. Ebediyetten başka bir şeyle tatmin olmuyorum. Demokrasi eğer tam demokrasi ise benim bu arzumu yerine getirme istikametinde de bir şeyleri içermesi lazım. Buna da desteği olması lazım. Yani demokrasinin bir de metafizik buudunun olması lazım. Bizim uhrevi hesaplarımızı, görülmemiş hesaplarımızı görmeye açık bir yanının bulunması lazım. Niye böyle bir demokrasi olmasın ki? Şimdi bunlar da teklif ederken niyetleri o mudur değil midir, bilmiyorum. Böyle bir demokrasi teklif ediyorlarsa bence çok modern bir demokrasi teklif ediyorlar. Ben onların demokrasi tekliflerinde, gayretlerinde, Avrupa Birliği gayretlerinde samimi olduklarına inanıyorum. Kendileri bana nasıl bakarlar, beni nereye koyarlar, nasıl değerlendirirler önemli değil. Hakkın hatırı âlidir. Onu ifade etmek lazım.

Fakat bir şey daha var. Dün demokrasi diyenler bugün demokrasi demek istemiyorlar. “Demokrasiyi dindarlar değerlendirecek, gericiler değerlendirecek. Dolayısıyla demokrasi oyununa da gelmemek lazım.” diyorlar. Bazı yerlerde açıkça ifade ediliyor bunlar.

Clinton'ın Söylediğini Bir Müslüman Söylese Ayıplardım

-Geçen ay, Suudi Arabistan'da Clinton'ın da katıldığı uluslararası bir toplantı yapıldı. Kadın ve erkekler aynı çatı altında olduğu halde bir perde ile ayrıldılar. Bu size göre İslam'ın özünü ne kadar yansıtan bir görüntüdür? Kadınlarla erkekler aynı çatı altında yan yana problemlerini tartışamazlar mı? Bir de Clinton orada çok dikkat çekici bir şey söylemişti. "Hz. Muhammed yaşasaydı hanımı araba sürerdi. Üstelik otomotiv endüstrisinin de başına geçerdi." Kimileri saygısızca buldu, kimileri gerçekçi. Siz nasıl değerlendirdiniz?

-Şimdi meselenin bir dinî yönü var. Dinin ortaya koyduğu ölçüler içinde kadın-erkek çok defa yapıldığı gibi beraber bir arada oturabilirler, görüşebilirler. Peygamberimiz'e de kadınlar gelirdi. Maslahatları olurdu. Soruları olurdu, sorarlardı. Bazen ailelerinden birisine Aişe validemize tavassut etmeden doğrudan doğruya kendisine sorarlardı. Mahrem bir husus olursa, kadınlıkla alakalı bir husus olursa Aişe validemize onu tevdi ederlerdi. Buhari gibi Müslim gibi sağlam hadis kaynaklarında benzer meseleler var. Namaz kılma mevzuunda erkekler kadınlarla beraber namaz kılıyorlardı. Ama arkada saf tutuyorlardı. Onlar arkada duruyorlardı genellikle. Hususiyle husuf küsuf dediğimiz dualarda, güneş tutulması gibi durumlarda, yağmur için namaz kılar kılmaz ayrı mesele. Fukaha arasında farklı mütalâalar var. Yağmur duasına herkes çıkardı. Beraber olurlardı. Ancak, Allah'ın huzurunda dururken kalplerin safveti korunması adına belki orada böyle bir ayrılık konuldu. Onlar arkaya dururdu öbürleri önde. Bunlar bir vakıa. Bunları görmezlikten gelmek doğru değil. Fakat, böyle davranılmaya sevk eden fıkıh metodolojisi açısından kökündeki menat (gerekçe) neydi, bulmak lazım.

Bence erkekler ile kadınlar böyle kanepelerde yan yana oturabilirler. Birisi bir koltukta, diğeri de bir koltukta oturabilir. Şahsen bunda bir mahzur görmüyorum. Beraber arabaya biniyorlar, çarşıda dolaşıyorlar, bir okulda okuyorlar, okula girip çıkarken beraber olabiliyorlar. Böyle önemli bir maslahat için bir araya geldiklerinde böyle de oturabilirler. Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı, o insanlar orada onun öyle olmasına önem veriyorlarsa dini telakkileri içinde onu öyle görüyorlarsa şayet, ona da saygılı olmak lazım. Onlar da onu öyle görüyorlar. Ben televizyonda Yemen Meclisi’ni gördüm. Bakıyorum orada başı kapalı kadınlar beraber oturuyorlar sandalyelerde. Bazı yerlerde daha rahatlar. İran'da zannediyorum ayırıyorlar. Bazı toplantılarda aynı mekanda oluyorlar da, kadınlar arkada erkekler önde oluyor. Bir taraftan bu meselenin dindeki yeri nedir, bu belirlenmeli. Uzmanlar bunu söylemeli. Diğer taraftan da birileri şimdiye kadar bir meseleye öyle inanmışsa bence insanların hissiyatlarına, duygularına, kanaatlarına saygılı olunması gerektiği bir dönemde ona da saygılı olmalıyız.

Clinton'ın, Efendimiz (sav) hakkında söylediği şeye gelince... Efendimiz belki öyle yapardı, belki yapmazdı; ama Peygamberimiz hakkında bir insan öyle rahat konuşmamalı. Bunu Clinton söylediği için ben ona bir şey demem; çünkü onun peygamberi tanıma ufku o kadardır. Peygamber hakkında kanaati o kadar. Ama bir Müslüman bunu söyleseydi, ayıplardım. Efendimiz'in ne zaman, nerede, nasıl davranacağını sen bilemezsin. Çünkü o vazifeli bir insandır. O nasıl davranmışsa isabetli davranmıştır. Çünkü O, Allah'ın emriyle davranır. Orada öyle demek ona düşmezdi.

Baykal Hırçın Bir İnsan Değil

-Deniz Bey’in muhalefet anlayışını nasıl buluyorsunuz bu dönemde? Biraz hırçın mı?

-Deniz Bey aslında hırçın bir insan değildir. Fakat zannediyorum hepsinin kendine göre bir takımı var. Bir arkası, bir tabanı var. İnsanlar biraz farklı düşünürler de çevresiyle beraber yürümek için biraz çevrenin genel hissiyatını da hesaba katarlar. O da kendi cephesinin hissiyatını hesaba katmak mecburiyetinde herhalde. Veya öyle hissediyor. Yoksa onu da uzaktan tanıyorum. Karakter bakımından tanıyorum. Yani o hırçınlıkları yapacak bir insan değil. Ama herhalde bazen insanlar oldukları gibi durdukları yerde duramıyorlar.

Cuntacılar Varsa İflah Olmazlar

-Geçen aylarda bir cunta tartışması yaşandı. “Genç subaylar tedirgin” haberleriyle Cumhuriyet’te başladı. Peşi sıra tartışmalar oldu, izlemişsinizdir.

-Medyadan izlediğim kadarıyla, gerçekten öyle bir şey var mı, yok mu onu o müessesenin başındakiler, orada önemli yerlerde olan insanlar bilirler. Bilirlerse zannediyorum oradaki birliğin bozulmaması için yapılması gerekli olan şeyleri de yaparlar. Varsa gerçekten cunta, -olmamasını dilerim- onları da diskalifiye ederler, ayıklarlar ve onlara fırsat vermezler. Cuntacılar iflah olmamışlardır. 27 Mayıs’tan bu yana ben o müesseseyi biliyorum. Talat Aydemir’in başı ezildi. O dönemde askerdim ben Mamak’ta. Bu açıdan var olup olmadığını bilemem ben. Olabilir de. Ama varsa iflah olmaz cuntacılar. Bugün bir şey yapsalar bile yarın kahhar bir kuvvet, Cenab-ı Hakk’ın kuvveti, iflahlarını keser.

---------------------
Türkiye'de İrtica Yok Demiyorum; Ama İrticadan Daha Çok İrtica Yaygarası Var

-Tayyip Bey'le sizin fotoğrafınızın bir gazetede yan yana verilmesinden murat hükümeti vurmak mı, sizi incitmek mi, yoksa bir taşla iki kuş mu?

-Sonuncusu gibi geliyor bana. Olmayan bir müşterek hareket tarzı, bir münasebet, bir yakınlık filan. Ben de cürmü sabit bir insan gibi kabul edildim bazı çevrelerde. Öyle görüyorlar. Kırk senedir iddia ve isnat ettikleri şeyler var. Bunların hepsi tekzip edilmiş. Tazminat ödemişler. Bunlar Türkiye'de gazetelerde, televizyonlarda yayınlanıyor da. Ama doymadılar. Hayatlarını kine ve nefrete bina etmişler. Kin ve nefret olmayınca mevcudiyetlerini devam ettireceklerine inanamıyorlar. Ben hep nazikane davrandım. Hep diyalog teklif ettim. Hatta o uğraşan insanlara randevu talebinde bulundum. Önce “evet” dediler. Sonra “Aman gelmesin. Gazetede her şey karışır.” dediler. Oysaki ben herkesle kucaklaştım. Herkesle el sıkıştım. Hiç kimse hakkında kötülük düşünmedim. Aksine iyilik düşüncelerimden, kibarca tavırlarımdan dolayı yakın olan bazı dostlarım tarafından sorgulandım, tenkide uğradım.

Mesela kırk senedir bana en çirkin şekilde saldıran, yalan ve iftiralarda bulunan, ‘tanıyoruz’ diyen; ama benimle bir defa karşı karşıya gelmemiş insanın hiçbir yanını deşifre etmedim. Bu adamın paranoyası vardır demedim. Bir otelin damına çıkıp da oradan ihtiyacını halkın başına görmüş bir insan olduğu vesikalarla sabit demedim. Akıl hastanesinde yatmış demedim. Mesela bir arkadaşını “komünizme kaydı” diye ihbar ettiği emniyet kayıtlarında var demedim. Çünkü üslubuma ters şeyler bunlar. Yakışıksız şeyler. Ama ben ne kadar yakışıklı konuşursam konuşayım herkes karakterinin gereğini sergiler. Onlar kendileri gibi davrandılar. Onların kendileri gibi davranmaları benim kendim gibi davranmama mani değildir. Ben neye inanıyorsam, insana nasıl saygı duyuyorsam, yalandan nasıl uzak duruyorsam, iftirayı nasıl küfre eş değer görüyorsam hep öyle düşünecek, öyle göreceğim. Ama hukuki meselelerde meşru haklarımı kullanmadan da geri kalmayacağım. Avukatlar tavzih davası açacaklar, tashih davası açacaklar, belki tazminat davası açacaklar, hepsi olacak, şimdiye kadar oldu. Yine olacak.

-Bu kişi tek başına mı hareket ediyor sizce? Yoksa başka bir organizasyon mu var?

-Önceleri tek başına kendi hisleriyle hareket ediyordu; ama zannediyorum şimdi ekip halinde bir grup var. Bazı yerlerden de güç alıyorlar. Arkadan bu işin böyle olmasını isteyenler var. Herhalde biraz falanın kötülüğü var onlara göre, onların kriterlerine, düşünce dünyalarına, hayat felsefelerine göre, filanın da biraz var. İki kötü yan yana gelince üç kötü olur. Haziran fırtınasında işi tamamen bitirdik nazarıyla bakıyorlardı. Bu, dine karşı tavırlarının gereği. Bunun altında din düşmanlığı vardır. Türkiye'de irtica yoktur demiyorum. Vardır da onların büyüttüğü, abarttığı kadar değil. Ama Türkiye'de irticadan daha çok, daha büyük, daha korkunç, daha ürpertici irtica yaygarası vardır. İrticayı, başkalarının üzerinde bir paranoya hasıl etmek için kullananlar vardır.

-Sizin bahsettiğiniz irtica nedir?

-İrtica Arapça bir kelime. Milleti geriye götürme demektir. Türkiye'nin içinde bugünü yaşayan insanlar arasında Türkiye'yi alıp ortaçağlara götürmek isteyen insan görmedim ben. Köylerde bile görmedim. Herkes eğitimi sever, öğrenmeyi sever. Herkes keşfi sever. Olimpiyatlara iştirak eden lise ve ortaokul talebelerini avam halk bile, köylü bile alkışlıyor, takdir ediyor. Bizde bir kompleks vardır; biz ilim yapamayız, teknoloji geliştiremeyiz. Bizde bir rönesans olmaz. Fakat bu çocuklar bizim bu duygularımızı düşüncelerimizi yıktılar. Köylü söylüyor bunu, kentli söylüyor. İrtica dedikleri şey bazı kimselerin başlarını kapatmaları ise bu eskiden beri vardı. Atatürk döneminde de, İsmet Paşa döneminde de vardı. Ama insanlar okudular. Eskiden kadınlar okutulmuyor diye sorguluyorlardı. Şimdi okudular. Bazıları da başlarını kapatıyorlar. Türban demeye başladılar. O mevzuda da ben şahsen düşüncelerimi ifade ettim. Başını açarsa bir insan kafir olmaz. Bu, fûruata ait bir meseledir. Amentü'nün şartları gibi değildir. İslam'ın esaslarını kabul etmeme gibi bir şey değildir. Belki en kritik bir dönemde sinirlerin çok yükseldiği, asabın bozulduğu bir dönemde yatıştırıcı gibi oldu kanaatindeyim. Fakat esas bir kesim var ki, onların sinirlerini hiçbir şey yatıştırmıyor. Sürekli ciddi bir gerilim içinde bulunuyorlar. Kendilerini de harap ediyorlar.

Bir de zannediyorum onlar, her gün biraz daha marjinalleşiyorlar. Bu marjinalleşme onları biraz daha hırçınlaştırıyor. Azaldıkça daha da hezeyana uğruyorlar. Onlar gibi düşünmüyor insanlar. Müslümanlar Avrupalı olmayı düşünüyor. Dünya ile atbaşı gitmeyi düşünüyor. Fakat onların umurunda değil. İnanan insanların başarıları bile onlara dokunuyor. Bunlar artık açık yani.

-Yani sizin söz ettiğiniz irtica Müslüman kesim içinde mi, dışında mı?

-Evet, irtica vardır. Belki Müslümanlar içinde de öyle düşünenler vardır. Bilemiyorum. Camilere gidip anket yapmak lazım. Kaç tane insan "aman Avrupa ile beraber olmayalım" diyor? "Muasır medeniyet" demişti Atatürk. Şimdi öyle olmayalım, çağdaş olmayalım, eskiden daha iyiydi filan diyecek bir insan çıkmaz o camiye giden cemaat içinden. Müslümanlar da kendilerini daha ziyade camide ifade ediyorlar. Namaz kılıyorlar, orada bir araya geliyorlar. Bana göre esasen Türkiye'de gelişmeler kendilerine ait olursa hazmeden; ama başkaları bir kısım gelişmeleri ortaya koyarsa hazmedemeyen insanlar var. Ve hiç tereddüt etmeden şunu arz ediyorum: İnançlı insanlar zannediyorum cennete merdiven uzatsalar, cennete gitmeye çok arzusu olan bazı Müslümanlar, bu merdiveni yapan o inançlı insanlar olduğu için uzatılan bu merdivenden cennete girmeyecekler. Yani bu mevzuda o kadar kararlılar.

-Bir sohbetinizde Sünni inancında takiyyenin olmadığını ama Şii inancında olduğunu anlattınız.

-Aslında Şiilerde de olmaması lazım. Takiyye şimdiki manasıyla aldatma, olduğundan başka görünme, birilerini aldatma demektir. Mesela bir hususta farklı düşünüyorsunuz ama başka bir düşünce ortaya koyuyorsunuz. Takiyye buna deniyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları aldatmaktan men etmiş. “Men ğaşşena feleyse minna” orijinal metniyle buyuruyor. “Aldatan bizden değildir.” Dolayısıyla İslami düşüncede takiyyenin yeri yoktur. Fakat Şii gelenekte, telakkide İmam Caferi Sadık'ın söylediği rivayet edilen “Sizden olmayanları aldatmazsanız Şii olamazsınız, Müslüman olamazsınız.” gibi bir söz var. Bu söz güvenilir olmayan kaynaklarda geçmektedir. İmam Cafer, onlar için çok önemli bir imamdır. Ehl-i beyttendir. Ebu Hanife'den yaşlı, Ebu Hanife'nin muasırıdır. Hatta Ebu Hanife'nin annesiyle evlendiği, dolayısıyla Ebu Hanife'nin ona muvakkaten evlatlık yaptığı, kendisinden çok şey istifade ettiği söylenir. Böyle bir imamın bu sözü söylemesi zayıf bir ihtimaldir. Son zamanlarda Şii geleneğinden olan bu meseleyi tüm Müslümanlar için kullanmaya başladılar. Bir insan hakiki Müslümansa başkalarını aldatmaz. Olduğu gibi görünür. Belki her şeyi söylemeyebilir. Ama her söylediği doğrudur. Bediüzzaman diyor ki, “Her söylediğiniz doğru olmalı. Fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” Eğer bu bir takiyye ise herkes takiyye yapıyor. Mesela kör bir hakime kör demek doğrudur ama bu doğruyu söylemek doğru değildir. Mesela devletin başındaki bir adam yetersizdir, koltuğunu doldurmuyordur. Bu doğrudur yani. Fakat kim bilir bu doğruyu söylemek doğru değildir.

-Bir savaş stratejisi olarak...

-Savaşın hususi kurallarının olduğu gibi... Savaşın değişik alanlarında hususi kurallar var. Strateji olarak düşmanı aldatma, yanıltma, farklı bir tabyadan çıkartma yapıyor gibi yapıp başka bir yerden çıkartma yapma gibi. Savaşta tecviz edilen bazı şeyler vardır ki, normal durumlarda tecviz edilmez. Takiyye tecviz edilemez. Takiyyeyi tecviz etmemiz o ölçüde olmasa bile teröre yumuşak bakmamız gibi olur. Müslüman kimseyi aldatmamalı. Müslüman aldatan insan olmamalı, güven telkin eden insan olmalı.

-Efkarlandığınızda bir Erzurum türküsü söylediğiniz olur mu?

-Bildiğim bazı türküler vardır. Kulaktan dolma. Merakımdan dolayı değil de. Musikiye karşı daha fazla alaka duydum. Bilhassa tekke musikisine karşı daha fazla alaka duydum. Onları dinlediğim olur. Daha çok onların deyişlerini mırıldanma şeklinde olur. Bazen Niyazi-i Mısri’den, Yunus Emre’den, Alvar İmamı’ndan, bir Fuzuli’den, bir Seyyid Nigari’den belki Galip’ten. Daha derin gelir bana. His dünyam itibariyle Mevlana gibi sohbet-i canan demek şimdilerde daha çok hoşuma gidiyor. Evirip çevirip her şeyi O’na bağlamak, madem her şey O’na bağlı, ben de her şeyi O’na bağlayayım diyorum. Biraz kasdi ve iradi olarak bazı şeylerden uzak duruyorum.

-Allah’ın helal ettiği pek çok şeyi siz sanki kendinize haram ediyorsunuz.

-Haram demiyorum. Sadece kendimce, gönlümce, kalbimce Rabbime bakan daha güzel bulduğum şeylerle meşgul olmayı tercih ediyorum.

-Askeriyeden yaşamınızı merak edip sizinle iyi ya da kötü niyetle görüşme talebinde bulunanlar oldu mu?

-Kötü niyetle yanıma gelen olmadı. Eskiden tanıdığım, ismini veremeyeceğim emekli bir iki insan ziyarete geldiler. Sadece yemek yediler.

-Üst düzey mi bunlar?

-Oldukça üst düzeyden olan da var; ama çok değil bir iki kişi. Samimi, temiz insanlar. Ziyaret için geldiler. İki saat kalıp gittiler. Başka mülahazaları yoktu.

--------------------
Türkiye Hasretini Sineme Gömdüm

-Yasal olarak dönmenize bir engel yok. Neden burada kalmayı tercih ettiniz?

-Endişeye kapıldım. Türkiye'ye ne zaman gelirsem geleyim o gün fırtınayı koparanlar, hortumları meydana getirenler, isnatlarda bulunanlar, idam fermanı kesenler yine aynı şeyleri yapacaklar. Bu yaştan sonra da tansiyonum yirmiye yükseldi, ilaçla düşüremediler. Her zaman aynı şeyleri duyarak yaşamanın zor olacağını düşündüm. Aklımla, mantığımla kaldım. Kendime rağmen kaldım. Hasreti sineme gömerek kaldım. Fakat dolaylı yoldan kendimi ölüme itmek gibi gördüm. Çok insafsız bazıları. Olmayacak şeyler yazıyorlar. Yalan olduğunu bildikleri halde yazıyorlar. Çeşitli çevrelerin baskılarına rağmen bir kısmı mahkemeye “âraf” fikri verdi. Ne cennet ne cehennem. Ortada bir şey. Bu şunu gösteriyor: Vicdanları olumlu bir şey söylemek istiyordu. Fakat Türkiye'de birileri tarafından ikna edilen suni bir kamuoyu vardı, öfkelenme vardı. Bunu hesaba kattılar. Burada Amerika savcısına ifade verdim. Kasemle teminat veririm. Savcı iddialardan yüz kadar soru çıkarmıştı. Hepsine gülüyordu, kahkaha atıyordu. Bu nasıl hukuk, böyle şeyler suç sayılır mı?

-Örnek verebilir misiniz?

-Mesela demişsiniz ki birileri tarafından takip ediliyorsanız, devlet dairesinde kalmayı düşünüyorsanız, idare edin, hissiyatınızı belli etmeyin. Bunun gibi gerçek dışı iddialar. İdareyi ele geçirmek gibi bir organizasyon iddiaları. Savcı güldü bunlara. Bir diğer husus da ilk defa karşılaştım. Savcı ile bir kez görüştüm. Beni dış kapıda karşıladı. Tercüman da vardı. Sandalyeyi kendi tuttu. Eliyle bardağı yıkayarak su getirdi. Yani bir psikiyatrist gibi, psikolog gibi hissiyatı hesaba katarak, beni rahatlattıktan sonra ifadelerimi almak istedi. Bir kez daha düşünmem, avukatlarımla görüşmem için üç kez dışarı çıktı. Bana soru sorarken “no” veya “yes” cevaplarını istedi. Ben bir şeyler katmak istedim, gereksiz buldu. Sonra beni kapıya kadar selametledi. Ben kendi kendime ‘Eğer adliyesi bu ise Amerika uzun süre devam eder.’ dedim.

-Amerikalı yetkililer sizi ne gözle görüyorlar? Misafir olarak mı, mülteci gibi mi?

-Bu 5 yıllık süreçte kimseyle görüşmedim. 1997'de geldiğimde görüştüğüm insanlar vardı. Türkiye'ye geldiklerinde görüştüğüm insanlar vardı. Akademisyenler, think tank kuruluşlarının başında olan insanlar vardı. Dostluk çerçevesinde görüştüğüm insanlar vardı. Ancak bizdekiler mana çıkarırlar diye hiçbir Amerikalıyla görüşmedim.

-Nasıl bir mana çıkarırlar diye düşündünüz?

-Okullar Amerika tarafından destekleniyor dediler. Vakıa ben bunları tekzip etmedim. 8yalanlamadım) Tekzip etsek de etmesek de bunu söyleyecekler. Türkiye'de bir kısım güç kaynakları her şeyi olumsuz değerlendiriyorlardı. Bu görüşmeleri de değerlendirirler diye içtinab ettim (çekindim) . Lehimde konferans verildi, iştirak edenler oldu. Elisabeth Özdalga vardı, ‘görüşelim’ dedi, yok dedim. Eskiden bildiğim Yasemin Çongar vardı, gazetesi çok ısrar etti, görüşmedim. Aslı Aydıntaşbaş vardı, görüşmedim birilerini tahrik etmemek için. Buradan da tahrik olanlar vardı.

-Sizin için ‘Amerika desteklemeseydi bunca süre orada kalamazdı' diyenler var.

-Ben burada din görevlisi olarak görülüyorum. Din görevlisi olarak da geçici ikametim var. Her sene uzatıyorum. Aynı zamanda kitaplardan gelen telif ücreti ile geçiniyorum. Burada benim durumumda yüzlerce insan var. Değişik yerlerde camilerde görev yapıyorlar. Bunlar Diyanet’e de ait olmayabiliyor. Burada sohbet ettiğimi, ikametle alakalı tahkikat için gelen FBI ile konuşurken onlara da söyledim. Bazı kimseler geliyor, onlara da sohbet ediyorum.

-Amerikalıların sizi yakından gözlediklerine dair hissiyatınız oluyor mu?

-İhtimal verebilirim. Amerikalıların ister dünya üzerindeki düşünceleri, mülahazaları, emelleri, ister İslam dünyasına, ister Türklere bakışı açısından ihtimal vermek lazım. Kendileri de derler herkes bir yönüyle burada gözaltındadır, kontrol ediliyordur. Fakat bana saygısızlıkta bulunmadılar. Kendi işlerimle alakalı başka bir meseleden dolayı saygıyla ‘fikirlerinden istifade edelim’ dediler. Tahkikat nedeniyle biri FBI'dan diğeri Dışişleri Bakanlığı'ndan iki genç insan geldi.

-Bu olay ne zaman yaşandı?

İki ay önce. Malavi'de Türklerin de içinde olduğu bir iki hadise oldu. ‘Onlarla alakalı bilgin var mı?’ diye sordular. Bir de birkaç arkadaş ziyarete gelmişti. Hepsi aynı adresi vermiş. 11 Eylül'den sonra bilgi havuzu oluşturdular. Farklı değerlendirmelere tabi tutuluyor gelenler. Geldiklerinde ‘fikirlerinden de istifade edelim’ diye birkaç soru sordular. Gayet yumuşak davrandılar. Bizi tanıyan birisi meseleyi duyunca ‘Acaba beyefendiye saygısızlık yaptılar mı, yaptılarsa arkadaşların yanında özür dileyelim.' demiş. Burada birimler birbiriyle irtibatlı değil. Esas bağlı bulundukları birimin haberi yok. Yoksa temel olarak saygılıydılar. Tahkikat için gelmişlerdi; ancak bana samimi olarak şunu sordular: ‘Siz Irak'ta Amerikalıların nasıl tasarrufta bulunmasını istersiniz? İşgalden sonra Irak'ta nasıl bir idare olsa makul olur?’ Dedim ki: ‘İşgal olmuş. Siz ne derseniz deyin, halk bu meseleye işgal diyor. Benim fikrimi soruyorsanız Irak'ta öyle bir demokrasi kurun ki Türkiye'den ileri olsun. Türkiye'ye imrenmesinler. Müslümanlara öyle müsamahalı olun ki İran'a imrenmesinler.’ Zannediyorum bunlar kendi üstlerine o düşünceyi de götürdüler. Ben bunu da samimiyetlerine verdim. Benden bir şey öğrenme değil de herhalde neyim, neciyim, nasıl düşünüyorum, mülahazalarım nedir? Ben de Ortadoğuluyum, Türk'üm. Bu mülahazalara binaen düşüncelerimi öğrenmek istediler. Fakat ben, bizde olandan farklı müsamaha gördüm. Yumuşaklık gördüm. İnsani değerlere saygı gördüm. Konuma saygı gördüm. İnançlarıma hürmet gördüm. Her şeye rağmen kendi insanımı tercih ederim.

-Hem memnun oldunuz hem Türkiye'de bunları göremeyince hüzünlendiniz...

-Bunu, hem hastanelerde hem bu tür durumlarda yaşadım. Neden bizde de böyle olmuyor? Burada Richard adında bir komşu var. Çelik konstrüksiyon yapıyor. Bir ara sofrada beraber bulunduk. Ben “Amerika büyük bir devlet, dünyayı kontrol ediyor.” diye kelam ettim. Bana dedi ki, “Hocam sen ne diyorsun? Siz üç bin senelik milletsiniz?” Hastanede, adliyede, görüşmelerde ben insanların bu tavırlarını görünce, bunca zaman medeni olarak yaşamış benim milletim de neden bunları göstermiyor, neden bunları milletimden göremiyorum diyorum. Bütün hesaplarını, planlarını kine, nefrete bina etmiş insanlar var. Bunlar maalesef her zaman haşin davranıyorlar. Şu anda da öyle davrananlar var. Belli planlar takip edenler var.

-28 Şubat Sürecindeki Bir Raporda Allah'a ve Peygamber'e Küfredildi

-28 Şubat'ın o hırçın günleri geride kaldı. Seçimlerden sonra biraz daha istikrar geldi. Yine de puslu mu görüyorsunuz havayı?

Bazı yönleriyle mesafe alınmıştır. Ben söylemiyorum. Radyodan, kendi televizyonlarımızdan Türkiye'yi dinliyorum. Geçenlerde de tevafuken TÜSİAD'ı dinledim. Koç'u, Sabancı'yı dinledim. Hepsi enflasyonun şimdiye kadar olmadık şekilde düştüğünden, döviz rezervinin yükseldiğinden, büyümeden bahsettiler. ‘Türkiye iyiye gidiyor’ dediler. İş çevresi iyiye doğru gidiyor diyorsa demek ki iyiye doğru gidiyor. Bunca insan bir araya gelip yalanda ittifak edemezler. Bir taraftan işler iyiye giderken, diğer taraftan “ötekiler” diyen bir kesim var. Bir kesime “ötekiler” diyen bir grup var. Bunların hırçınlığı her gün biraz daha artıyor. Belki niyetleri hiç değişmiyor da stratejileri bakımından değişmeler olabilir. Yine farklı kıyamet koparmalar olabilir. Bu kıyamet koparmaları değerlendirmek isteyenler devreye girebilirler. Türkiye bunları defaatle yaşadı, yine yaşayabilir. O bakımdan puslu mu buyurdunuz! Pusun rengi değişiyor, deseni değişiyor. Daha puslu gibi, güç daha fazla artmış gibi, saygısızlık artmış gibi... Medyanın takdire şayan yanı var. Değişik dönemlerde olduğu gibi hepsi birden kıyamet koparmıyor. İktidara hücum etmiyor, iyi yanlarını da söylüyor. Yer yer irticadan bahsediyorlar. Bazı çevreler var, bunların insafsızlığı daha bir köpürüyor, daha bir kabarıyor. Hatta bazen dediklerine, ettiklerine muttali oldukça bağışlayın hezeyan yaşadıklarına hükmediyorum. Çok ciddi paranoya yaşanıyor.

-Bütün bunlara neden olan nedir? Madem ekonomik ve siyasi açıdan istikrar var...

-Ben çok gerilere giderek bu hususta bir iki kare içinde bir şey arz etmek istiyorum.

-28 Şubat süreci devam ettiği sırada bir rapor çıktı. Bu raporun hangi ellerle hazırlandığını, kimler tarafından dağıtıldığını az çok öğrenebildim. Raporun büyük bir kısmı benimle alakalıydı. İddianameye giren şeyler vardı. Emniyet’ten bir kesim hazırlamıştı bunu. Fakat raporun sonuna iki sayfa eklenmişti. Orada Allah'a tecavüz vardı. Peygamberimiz’e hakaret vardı. Hatta ben Allah'a ve Peygamber’e hakareti görünce, bana söylenmiş bütün şeyler karşısında biraz gevşedim, rahatladım. Dedim ki, Allah'ım, Peygamber’im hakkında böyle düşünen insanlar eğer beni takdir ediyorlarsa benim Allah yanındaki yerimi bir daha gözden geçirmem lazım. Benim Allah'ıma, Peygamber’ime küfreden insanların elbette ki bana karşı saldırıları olacak.

-Afedersiniz, bu raporu hatırlayamadım. Kim kime vermişti?

-Bunu Emniyet’ten bir kesim hazırlamıştır. Bir kısım başka resmîler de ona iki sayfa bir sonuç yazmışlardı. Bunu kimin yaptığını milletimiz biliyor. Ben o raporu tarihe emanet ettim. Bir dönemin insanlarını, Türk milletinin kaderine şöyle böyle hükmeden insanların niyetlerini aksettirmesi açısından bir yerde saklı dursun.

-Hiçbir zaman nezahat-i insaniyemi bozmadım, saygısız davranmadım. Ama Allah ve Peygamber söz konusu olduğu yerde tarafımızın belli olması lazım. Şimdi böyle düşünen insanların sizin için hiçbir zaman yumuşak düşüneceklerini düşünmemek lazım. Hakkınızda mütalaası böyle olan insanlar hep böyle düşüneceklerdir. Sayıları iki elin parmakları sayısına düşse bunlar yine hırçınlık yapacaklar. Azınlıklaştıkça daha da hırçınlaşacaklar, kaybettikçe daha da hezeyana gireceklerdir. Yeni yeni senaryolar hazırlayacaklardır. Dolayısıyla Türkiye'de benim durumumda olanlar her zaman aynı şeylere maruz kalacaklar gibi geliyor bana. Hatta ne zaman öldü, ne zaman ölecek diye bekleyecek kadar çok küçük düşünen insanlar. Yüce Türkiye'nin dışında, dünyada böyle çok fasit düşünen insanlar görmedim. Burada dediler ki Nobel'e aday gösterelim, plaket verelim. Hoşgörü dediler. Burada yapılan konferanslarda gönüllü barışçılar sırasına koydular. Bunların da kendilerine göre gözleri, kulakları var, kriterleri var. Ve daha hassaslar, daha duyarlılar. Türkiye'de ruhlarında Allah, Peygamber düşmanlığı olan, değişik yerlerde müessir olabilecek insanlar hâlâ var.

--------------
Kaset Olayını Şantaj Aracı Olarak Kullanan Üst Düzey İnsanlar Oldu

-1999 Haziran'ında başlayan kaset kasırgası ile ilgili bir özeleştiriniz var mı?

-Kaset olayı haziranda başlamadı. Daha önce parça parça bazıları onu ileriye sürüyorlardı. Onun evveliyatı vardı. Belli ölçüde bazılarının ne yapacağına muttali olmuştuk. O işi o şekilde pazarlayan ekibin, bugün televizyonda ekrana çıkan insanların bir yerde hatta Emniyet'in de muttali olduğu bir yerde gayri resmi sağdan soldan topladıkları kasetleri montaj yaptıklarını daha önceden birisi haber yapmıştı. Ama benim elimden bir şey yapmak gelmezdi. Aşamayacağımız, söz geçiremeyeceğimiz güçlü kimseler vardı. Onlar istediklerini mutlaka yapmak istiyorlardı. Bir de o zaman arkadaşlarımızdan, esnaftan birisine de şantaj yapmak istediler. Ben o zaman İstanbul'da kalıyordum. Geldi, “Bana böyle bir şey diyorlar; ama bu hususta haber verirsem beni atarlar.” dedi. İşin şantaj yanı da vardı. O açıdan çok önceden başlamıştı. Cımbızlama şeyler alınıyordu kasetlerden. Onlar bir araya getiriliyordu. Mutlaka insan olarak hepimizin burada röportaj yaparken bile boş bulunup konuştuğumuz, tartamadan konuştuğumuz şeyler olabilir. Bunlar sonradan gözden geçirilir. Tafradan konuştuğumuz şeyler olmuştur. Benim kendi üslubuma aykırı sözlerimden dolayı hicap duyduğumu itiraf etmeliyim.

-Bu kasette yayınlanan sözlerinizden dolayı mı?

-Evet. Arkadaşlarımın arasında herhalde zamanla şimdi birisinin yaptığı gibi o meseleyi ticaret haline getirip, kötülük düşünen kötülük yapan kimseler vardı. Şimdi de vardır. Olabilir yani. Sohbete geliyordur. Çünkü herkes geliyordu. Herkese açıktı. Yeşilçam'daki insanlardan müzik dünyasına kadar, ilahiyatçılara kadar hemen herkes geliyordu. Herkesin soracağı şeyler oluyordu. Ben yanıma ülkücü kesimden gelen insanlara da şahit oldum. Hatta aranan insanlara da şahit oldum. “Belki yakalanırız. ‘Vaazınızı dinlemiştik. Hakkınızı helal edin’ demeye geldik.” dediler. Devlet dairesinden gelen insanlar da vardı. Onlar da maruz kaldıkları baskılardan dert yanıyorlardı. Ben de, ‘Kendinizi amirleriniz karşısında saklayın.’ dedim. Yani bir grubun hissiyatına göre konuşmadım. Herkesin durumuna göre kim ne dert yandıysa, ona kendimce derman olmaya çalıştım. Ama bunların çoğu hususiydi. Üç beş insan arasında cereyan eden şeylerdi. Demek ki o hususi gelen, belki böyle şeyler soran insanlar arasında su-i niyetli kimseler de vardı. Bunlar küçük teyplerle kayıt ediyorlardı. Belki çantalarının içinde kameraları da vardı. Öyle birer parça şeyleri alıp onlara ya sattıklarını veyahut da onlar hesabına çalıştıklarını o gün bugün düşünüyorum. Kafamda yerleştirdiğim bazı tipler, bazı simalar var. Onları tahmin de ediyorum. Yapıyorlardı o kötülüğü. Fakat onu şimdi söylemenin bir manası yok. Zamanı geriye işletmeye gücümüz yetmez. Allah'ın takdir ettiği şeyde hayır vardır diyorum. Fakat çok su-i niyetle hazırlanmıştı her şey. Yani mutlaka bir insanı mahkum etmek için hazırlanmıştı. Aslında kimin kitabı, kimin konuşmaları o ölçüde bir araştırmaya tabi tutulsa insanı idam edecek şeyler çıkabilir onun içinden.

-O konuşma, sizin hoşgörü ve diyalog çalışmaları görüntüsünün arkasında, aslında devleti içeriden ele geçirmek istediğinizin ortaya çıktığı şeklinde algılandı. Haksız mıydı?

-Hoşgörü benim o günlerde başlattığım bir şey değil. Hoşgörü ruhumda vardı, tabiatımda vardı. Ölçü veya Yoldaki Işıklar, Kriterler diye kitap var, benim Kestanepazarı'nda idarecilik yaptığım dönemlerde aldığım notlar. Daha sonra çıkardıkları mecmualarda arkadaşlar parça parça onları vecize gibi koydular. Orada devlet, cumhuriyet, demokrasi mevzularındaki mütalaalarım var. Sonra bir kıymet-i harbiyesi olsun, bir şey ifade etsin etmesin, değişik düşüncelerimi değişik zamanlarda hep ifade ettim. Ta Edirne'de genç yaşımda vaaz ederken Atatürk'e karşı birisinin hakaretini cami kürsüsünden cevapladım. Yani bugün ne düşünüyorsam, nasıl hoşgörülüysem ta o günlerde öyleydim. Zaten kimseyle öyle senli benli olma gibi bir halim olmadı. Belki genel tavrım itibarıyla insanlar kendilerini yakın hissettiler. Tavırlarım öyleydi. Cami kürsülerinde duygularımı hep ifade ediyordum. Otuz-kırk sene cami kürsülerinde vaaz ettim. Bir insanın bir hesabı ve planı varsa eskilerin ifadesiyle bir müzmeratı varsa şayet, bir gün mutlaka bunu ifade eder. Ben hiçbir zaman bu konuşmalarımdan dolayı istintak edilmedim. Bir memurdum. Memurin Muhakematı Kanunu’na göre de sorgulanmadım. Hiç mahkeme olmadım. Sıkı yönetimlerde takibe alındım. Askerî idarenin olduğu dönemdi. 12 Mart'ta daha mahkeme bitmeden af kanunu çıkmıştı. Yargıdaydı, mahkum etmek istemişlerdi. Ben o günün savcısıyla görüşürken dedi ki: “Üç beş tane onlardan, üç beş tane de sizden dengelemeye çalışıyoruz.” Yani solcusu sağcısı karşılıklı... Bu hesaplarla cereyan eden sıkı yönetim mahkemesinde böyle bir şey oldu; ama ben vazifeden dolayı sorguya çekildiğimi hiç hatırlamıyorum.

-Herkes geliyordu. Çok kalabalık bir cemaat dinlemeye geliyordu. Süleymaniye Camii’nde, Sultanahmet Camii’nde, Fatih'te de haddim olmayarak vaaz ettim. 15-20 bin insan geldi. Bunların içinde herkes vardı. Bilinen bir insan olmam itibarıyla herhalde dinleyenler, o anda bunları kasete alanlar vardı. Bunların içinde bir şey çıkmadı. Eğer benim gizli bir hesabım olsaydı buralarda da şöyle böyle onları ifade etmiş olurdum. İnsan ağzından kaçırır bunu. Devleti ele geçirme gibi, devlete nüfuz etme gibi hususlarla alakalı açık sarih bir şey yoktur. Bu iddialar müdde-i umuminin önüne geldiğinde onlara gülmüştü: “Bunlarla mı devlet ele geçiriliyor?”

-Ben insanları hep teşvik ettim

-Bir diğer mesele; benim hakkımda konuşuldu duruldu, hakkımda dosya tanzim edildi. Ama kimdi bu devleti ele geçirmek isteyen insanlar? Bunlardan birkaç tanesinden bahsetselerdi. Bir terör örgütü deyip ezbere dava açan insanlar, birkaç tane de örgütün üyesinden bahsetselerdi. Bir yerde iki kişi sabotaj yapınca yirmi tane insanı içeriye alıyorlar. Son hadiselerde aldılar da.

-Yanıma herkes gelip gidiyordu. Siyasi partilerin liderlerinden gelmeyen kimse yoktu. Gelip görüşüyorlardı. Onların bir mülahazaları olabilir, beklentileri olabilir. Sempati duyan insanları kendi taraflarına yönlendirmeyi düşünebilirler. Su-i zan etmeyeyim. Olabilir. Ama gelip gidiyorlardı. Yapılan bu şeylere destek de veriyorlardı. Oysaki onların o iddia ettikleri istikamette hiçbir hareket olmadı. Yani hoşgörü dediğimiz andan itibaren yaptığımız şeyler daha ziyade teşvik mahiyetinde hep eğitim faaliyetlerinden ibaret oldu. Benimkisi hep teşvik oldu. Hatta açılan onca okulun bile nerede açıldığını bilmem. Gezdiğim her yerde, cami kürsülerinde ‘eğitime sahip çıkın’ dedim. ‘Seviyeli insan yetiştirin’ dedim. Ülkemizin derdi cehalettir, tefrikadır, birbirini yemedir, fakirliktir. Bunların çaresi de zenginlerin organize olması, çalışmayı öğrenmeleridir. Bugün bile yanıma gelen insanların, Türk müteşebbislerin burada mutlaka bir şeyler yapmalarını arzu ediyorum. Ve onlara ‘iyi bir pazar araştırması, zemin yoklaması yaptınız mı? Dünyada bu mevzuda karşınıza çıkacak rakipleriniz var mı?’ gibi hüsnüniyetle düşüncelerimi ifade ediyorum. Orada da aynı şeyleri ifade ettim.. Ma'kes buldu. Millete mâl oldu. Büyük bir kısmı esasen onların o iddia ettikleri şeyin dışında Türkiye'nin geleceğine ait çok önemli şeyler yaptılar. Vaaz ediyordum. Binlerce insan dinliyordu. Ama ben hepsini tanıyamam. Belki kürsüye yakın duran bazı kimseleri simalarından tanıyabilirim. Eğitim faaliyetlerine yönlendireceğime başka taraflara yönlendirirdim.

İkincisi o günden bu güne onların iddia ettiği mevzuda ne yapıldı? Organizenin birine rastladılar mı? Böyle bir şeyin en küçük bir emaresi görüldü mü? Böyle bir şey yoktur. Kaldı ki aynı savcı bey, daha önce de bir hadise münasebetiyle ifademi almıştı ve takipsizlik kararı vermişti. O da yine öyle komplo gibi bir şeydi. Sonra birdenbire değişti. Daha başka şeyler var. Söyleyemeyeceğim ben onları. O meseleyi şantaj yapan insanlar oldu. Telefon edenler oldu. Yani şunu tutarsanız, şunu desteklerseniz temizleriz diyen insanlar oldu. Ama isim veremeyeceğim. Bunlar benimle beraber kabre gömülecek. O gün olup bitenler, kim ne yaptı, ne söyledi dokümanlarıyla biliniyor. Ben bunu tarihe emanet ediyorum. Bir gün bunlar mutlaka ortaya çıkacak. Çok büyük gibi görünen kimseler, çok hicap duyacaklar, hilaf-ı vaki beyanları karşısında, komploya nasıl tenezzül ettikleri karşısında, nasıl baskılar yaptıkları karşısında. ‘Ne yaparsanız yapın bir şeyini bulun mutlaka’ demeleri... Bütün bunlar yazılı olarak var. İmzalı bunlar aynı zamanda. “Ne yapın edin kendisinde bir şey yoksa, para gibi, çalma çırpma gibi bir zaafı yoksa, hatta başkalarını dize getirdikleri türden bir zaafı yoksa, yakınlarından birisinde bulun bunları. Onu yakınıyla yıkın.” sözleri var. Bunları bir gün birisi neşredecek.

-Bunlar ne zaman yayınlanır?

-Ben ölümümü bekliyorum. Ölümüme emanet etmişim bunları.

-Bu beş yıl içinde hangi kitapları okudunuz? Kimleri keşfettiniz?

-Öyle çok sistemli kitap okumuyorum. Biraz da klasikleri okuyorum. Mesela burada kariyer yapan bazı arkadaşlarla fıkıh metodolojisiyle alakalı Şatıbi'nin Muvafakat'ını okuyoruz. Fıkıhtan yeni yazılmış bazı şeyleri okuyorum. Hadisten bir külliyatı okumaya çalışıyoruz. Biraz farklı bir şey, rical dediğimiz hadisin senedinde bulunan insanlar... Eskiden, zannediyorum beşinci, altıncı asırda da yapılıyordu. Ama şimdilerde yapılmıyor, bilinmiyor bu mesele. Ben yanıma gelen arkadaşlara o kapıyı aralayarak o hususta biraz da sinevizyonla göstererek ricali öğretmeye, tanıtmaya çalıştım. Çünkü hadis metninin nesebi onlardır. Hadisin o zatlarla sıhhati, sağlığı belli olur. Onun dışında başka yerlerde yazılan, tercüme edilen kitaplar da oldu İslam dünyasının dünü ve bugünüyle alakalı. Türkiye'de yazılanları gönderdiler. Onlar da oldu. Bazen uzun boylu bir ansiklopediye bakmak icap etti. Bazen terimler ve deyimlerle alakalı kendime göre bir araştırma yaptım. Daha çok kendim yapacağım şeylerle meşgul oldum.
devamı

mico_tasarım