* Amerika röportajı -2      ( Fethullah Gülen )
Zaman - İslamiyat - Mart  - 2004  - Nuriye Akman
Fethullah Gülen
-II.
Bir Dertli Gönül Arıyorum

-Burada görebildiğim kadarıyla şartlarınızı daha da zorlaştırma gibi bir eğiliminiz var. Binadan da, odanızdan da neredeyse hiç çıkmıyorsunuz. Aşağıdaki göle kadar dahi gitmediğinizi öğrendim. Neden böyle yapıyorsunuz? Kendinize bir ceza mı veriyorsunuz? Yoksa ruhen gücünüz mü yok dışarıya adım atmaya?

-Öyle gezme, eğlenme, zevku sefa sürme yoktur tabiatımda. Gençliğimde bile askerlik öncesi riyazat gibi bir şey yapıyordum kendime göre. Bazen kahveye çıkar, yararlı olacağım mülahazasıyla otururdum. Bir şeyler yararlı olmuyorsa onu yapmak istemem. Bu gezme bile olsa yararlı olsun isterim. Onun için içerde oturup ya Kur'an'ımı ya evradü ezkarımı okurum. Müsait olursam birinin bir kitabını redakte ederim veya yazacağım bazı yazıları yazmaya çalışırım. Işık yakmayı, insanlara faydalı olmayı daha yararlı görüyorum. Hakikaten gölün yanına iki defa belki 3 defa gitmiş olabilirim beş senedir. Kaldığım yerin dört bir yanını görmedim.

-Doğanın teskin edici bir yanı var. Niye ondan yararlanmak istemediniz? Şırıl şırıl su, kocaman ağaçlar...

-Doktorlar da söylüyorlar kalsiyuma da ihtiyacım var bu yaştan sonra. Yaz günleri biraz da zorla 15 dakika çıkarıp şuradaki kamelyanın yanında oturtuyorlardı. Yani bir küskünlük, hasta olmuş bir ruh haleti değil. Ben Türkiye'de iken de çok gezmezdim. Kaldığım yerlerde kitaplarla meşgul olurum. Yanıma gelip de oturan olursa onlarla sohbet etmeyi yeğlerim. İstanbul'da kaldığım zaman da böyleydi. Belki gençliğimde gezmişimdir. Türbelere gidip Yasin okurdum. Şimdilerde böylesi daha hoşuma gidiyor.

Türkiye'de olan şeyler beni rahatsız ediyor, içimi kanatıyor. Olumlu şeyleri darbelemeler, istikrarı bozmalar, şom ağızlar, üslupsuz beyanları duydukça gelişmişliğini düşündüğüm bir Türkiye'de gelişmemiş dimağların mevcudiyeti beni çok rahatsız ediyor. Bu kadar gerici insanın bulunmasını hazmedemiyorum. Gerici genelde dindarlar arasında arandı; ancak zannediyorum fikir yobazlığı Türkiye'de olduğu kadar başka bir yerde yok.

-Sizin seveniniz çok ama arkadaşınız var mı? Kalabalıklar içinde yapayalnız insansınız sanki. Yanılıyor muyum?

-Mutlaka bazı meseleleri görüşebileceğim seviye derken kendime bir seviye takdir etmiş gibi oluyorum, ondan da utanıyorum. İslam dünyasının, Türkiye'nin durumunu konuşabileceğim içerden dertli bir insan gibi oturup dertleşeceğim bir insan arıyorum. Bir dertli gönül arıyorum.

-Yok ama öyle biri, değil mi?

-O ölçüde her şeyi benimle paylaşacak bir insanın var olduğunu söyleyemem. Bazen gece hafakanlarım kabarıyor. Bir şey yine kafama takılıyor. Televizyonda gördüğüm ya da duyduğum bir şey. Kalkıp ya namaz kılıyorsun ya dua ediyorsun. Bazen ondan da yoruluyorsun. İstiyorsun ki biri olsun ona içini dökesin. Dert paylaşılınca azalır. O manada bir yar-ı vefadar bulduğumu söyleyemem. Çok yakın arkadaşım, çok seven arkadaşım var da fikirdaş diyeceksek, sizin gibi olması, gam izhar eylememesi bunu belli etmemesi, ocaklar gibi yanması, Allah'la münasebette kavi olması, bunu da hissettirmemesi, konuşacağın hususları seninle paylaşması lazım.

Ben kendimi düşünmeyi bir yönüyle kendime karşı saygısızlık sayıyorum. Ben kendimi düşünmemeliyim. Allah'a inanmışsam benim bütün mülahazalarım onun için olmalı. Hep onu düşünmeliyim. Peygambere inanmışsam hep onu düşünmeliyim. Hayatımda milletimden başka bir şey düşünmedim. Düşünmemeliyim. Onun iyiliğini düşünmeliyim. Şimdi o ölçüde dertlerinizi paylaşacağınız biri olmayınca gerçekten sizin nasıl tespit ettiğinizi bilemiyorum; ama zekisiniz, tesbit etmiş olabilirsiniz. Yalnızlığımı itiraf etmeliyim.

-Çok sevilen din adamlarının yazgısı bu. İster istemez seven ve sevilen arasına bir mesafe giriyor. Hocalarına arkadaş olamıyorlar. İşin böyle bir psikolojik boyutu var. Sizde de böyle oldu mu acaba?

-Ben elimden geldiğince Cenab-ı Hakk’ın lütufları, ihsanları karşısında esbabı yıkmaya çalışıyorum. Bana dua edin, dualarınızda beni eksik etmeyin diyorum. Ben bir şey söylüyorsam sizin yüzünüze bakarken söyleyebiliyorum. Adeta benim için ilham kaynağı oluyorsunuz diyorum. Ama benim böyle demem, böyle düşünmem, kendimi her gün birkaç defa sıfırlamam, -bir sonsuz karşısında sıfırlamasak dahi zaten bir yönüyle ona serhat takdir etmişiz olur. Allah sonsuzdur. Biz de sıfır- bunlar da belki karşı tarafta takdir hissi uyandırıyor. Bilemiyorum onu yani. Siz kendinizi küçük gördükçe hep tevazu, mahviyet, hacalet dedikçe ya işte diyemiyorsunuz, veya ben demesini bilemiyorum. Ya da karşı tarafı ikna edemiyorum. Dolayısıyla kutsama şeklinde olmaz yani. Müslümanlar kimseyi kutsamazlar. Kutsallar bellidir. Ama bir fikri takdir olabilir. Onunla her şey konuşulmaz, rahatsız edilmez fazla. Bırakalım kendi alemini kendi yaşasın. Kendine göre bir ufku var. Kendi ufkunun üveyki olarak uçsun dursun filan diyebilirler yani. Bu düşünceyi insanlardan izale etmek mümkün değil. Beraber yemek yiyoruz, beraber aynı sofrada oturuyoruz. Çayı beraber içiyoruz. Üç beş arkadaş olduğunda bazen oturup sohbet ediyoruz. Ama yine de tespit ettiğiniz husus, insanların içlerinden atılmayacak bir şey olarak her zaman olabilir. Buna da bir şey diyemem.

-Acaba böyle bir ruhdaş, bir kankanın olmaması, size sevgiyle bağlı olan insanların, sizi yeterince anlayamamalarıyla, ufkunuzu kavrayamamalarıyla ilişkili bir şey olabilir mi?

-Anlaşılması, kavranması zor bir insan değilim. Düz bir insanım, ayaklarım yerde. Neşet ettiğimiz yer itibariyle de öyleyim. Ama onların üstünlük telakki etmelerine mani olamıyorum, olamayabilirim. Anlayamıyorlar diyemem. Haksızlık etmiş olurum. Aslında yapılması gerekli olan şey nedir, bunu cami kürsülerinde, umuma açık yerlerde, konferanslarda, seminerlerde ifade ettim. Böyle bir organize değil yani. Bu insanlar bu tavsiyeleri tuttular. Dünyanın dört bir yanına gittiler. Oralarda bir şeyler yaptılar ve yapıyorlar. Bugün de söylediğimiz şeyleri yaparlar. Demek ki siz neyseniz anlıyorlar, hatta üstünde anlıyorlar. Siz eğitim faaliyeti diyorsunuz, hoşgörü diyorsunuz. Bunların hepsi aliyyül âlâ yapılıyor. Bu da bir takdirin ifadesidir. Sizin düşüncelerinize, fikirlerinize bu kadar saygılı olmasalar hiçbirini yapmazlar. Size güvenmeseler hiç yapmazlar. Zannediyorum arkadaşlar olurundan fazla inanıyorlar, olurundan fazla güveniyorlar, ediyorlar. Bu başka mesele, belli meseleleri paylaşma bir başka mesele. Belki onlar içlerini dışa vurmuyorlar. Belki ben bela-i dertten ah ediyorum. Ağyar-ı ahımdan agâh ediyorum. Onlar bunu yapmıyorlar. Dolayısıyla bana göre derinlikleri biraz gizli kalıyor. İhtimal ben de sabırsız insanım. Bir yerde yangın var diyor ona üzülüyorum. Filan yerde şu afet var diyor ona üzülüyorum. Falan yerde insanlar şunu çekiştiriyorlar ona üzülüyorum. Ama onlar ihtimal sabırlı. Bunları mesele yapmıyor, sinelerine atıyorlar. Öyle bir şey, bir diyalogsuzluk belki. Kopukluk bundan dolayı oluyor. Tam kopukluk da yok. Oturup herkesle, Ali beyle de Veli beyle de konuşabiliyor, görüşebiliyor, dertleşebiliyor, bazı şeyleri paylaşabiliyoruz.

-İslami camianın komplo teorilerine yatkın olduğu görüşü var. Mesela 11 Eylül'ü Amerika'nın yaptırdığına dair bazı teoriler oldu. Başka komplo teorileri de var dünyayı algılama tarzı olarak...

-Dünyada çok yaygın komplo teorileri var. Yapıyorlar da bunları. Ve dünyanın bir yanını kendi hesaplarına fethetmek için diğer yanını yakmaya hazır düşünceler de var. Bu düşüncelerine mesnet bulabilmek için belki toplumda paranoyalar uyarma düşünceleri de var. Korkutmalar da var. Ancak 11 Eylül'ü bu kategori içinde mütalaa eder miyiz, etmez miyiz, o mevzuda bir şey söyleyemeyeceğim. Fakat çok yaygın bir komplonun söz konusu olduğu her zaman üzerinde durulacak. Bütün dünyada aynı şey yapılıyor. Dolayısıyla bazı şeyler birkaç sene sonra o gün üzerinde yazılan çizilenden farklı olarak karşımıza çıktığında bu defa biz hepimiz öyle komplo teorilerine inanmaya başlıyoruz. İstanbul'da patlamalar oldu. Başka yerlerde de oldu. İster istemez insanlar diyorlar ki, acaba bu adamlar robotlaştırıldı da mı yapıldı bu iş? Yoksa birileri falan dünya ile filan dünyayı yan yana getirmek istediği için mi aynı mağduriyeti, aynı mazlumiyeti, aynı gadri, aynı terörü yaşıyoruz hep beraber? Gelin beraber olalım diye mi yapıldı? Çünkü emsali o kadar çok şey oluyor ki. İster istemez insan onlara da ihtimal veriyor. Hatta şimdilerde böyle açıktan açığa yazılıp çizilen her şeyin arkasında acaba bu böyle diyor da bunun arkasında ne var, mülahazası hemen insanın aklına geliyor.

Biraz da dünyada cereyan eden hadiseler insanları kuşkulu hale getirdiler. Her şeye bir komplo nazarıyla bakma. Medyada da var böyle. Onlar da komplocu gibi onun yanında gösterilen insanlar da var. Yani meseleyi tam öyle kabul etmesek bile bütün bütün dünyada bir kısım komploların olduğunu inkar etmek de mümkün değil.

-11 Eylül, teşvik ettiğiniz eğitim çalışmalarına, dünyadaki okullaşma hareketlerine olumsuz etkide bulundu mu?

-Çok yaygın bir şey olmadı. Belki bir iki yerde bazı kimselerden endişe duydular. Şimdiye kadar hiç öyle bir şeye maruz kalmadılar. Bir yerde bir iki insanı içeriye aldılar. Sonra da salıverdiler. Yanılmışız dediler. Onu da bizim insanımızın terbiyesine bağlıyorum. Arkadaşlarımızın terbiyelerine, namuslu çalışmalarına bağlıyorum. Gittikleri yerlerde o yerin halkıyla hemen diyaloğa geçmelerine bağlıyorum. İyi idare etmişler, diplomat gibi davranmışlar diyebilirim.

Ama 11 Eylül'ün Amerika halkı üzerinde ciddi bir tesiri oldu. Bir endişe bir korku uyardı onlarda. Tedbir aldılar. Yeni bakanlık kurdular. Amerika'da ciddi bir baskı havası oluştu denebilir. Bunu hava meydanlarında da görüyorsunuz. Parmak izi alınıyor, resimler çekiliyor. Eskiden çok rahatlıkla insanlara ikamet verirken şimdi biraz zor veriyorlar. Fakat bizimle alakalı meselede hususiyle Türklerle alakalı çok fazla bir endişeye girmediler. Türkler de Müslüman. Aynı kategoride değerlendirilebilirlerdi. Ama bir Türkiye farklılığı oldu. Bundan biz de istifade ettik. Türkiye demokrat, laik bir ülke. Orada bu türlü şeyler olmaz. Dindarların yapabileceği terör olmaz gibi şeyler oldu. Arapların, Filistinlilerin, Ürdünlülerin, Suudların camilerini yakın takibe aldılar. Fakat Türklere karşı böyle bir şeyin olduğuna ihtimal vermiyorum. Hiç duymadım da.

----------
Yahudi ve Hıristiyan Kavgası Bilhassa Ortadoğu İçin İyi Olmaz

-Efendim, dün akşam Hz. İsa ile ilgili “Tutku” filmine gittim. Hz. İsa’nın son on iki saatini anlatıyor. Bana son derece kışkırtıcı geldi. Yahudilerin ve Romalıların Hz. İsa’ya nasıl eziyet ettiğini çok etkileyici biçimde anlatıyor. Hıristiyan olsaydım, sinemadan çok rahat Yahudi düşmanlığıyla çıkabilir, gidip iki Yahudi’yi tokatlamak isteyebilirdim. Böyle bir film sizce barışa hizmet edebilir mi?

-Dünyada ne kadar barış yolları araştırılırsa araştırılsın, öteden beri hemen hemen aynı şeyler yapılıyor. Ben daha farklı versiyonlarını da gördüm filmin. Aslında Ben Hur da o istikamette bir filmdi. Orada da Hz. İsa çok hırpalanıyordu. Burada Belçikalıların yaptığı bir film vardı. Batılı bir tip temsil ediyordu Hz. İsa’yı. Yeşil gözlü, sarı saçlı bir adam. Genelde Ortadoğulu bir tip olmasına dikkat ederler. Fakat öyle yapmamışlardı. Orada da çok hırpalanıyordu. Tabii gammazlayan Yahudiler, eziyet eden de Romalılar oluyor. Tutku filmini görmedim. Bahsettiler. Aynı şeyler var. Fakat burada şiddette biraz daha ileri gidilmiş. Yahudilerin “antisemitizm hortluyor” diyebilecekleri çizgide bir şey.

-Bu aslında bazı Hıristiyanların ruhunda var. Müslümanlığın mevcudiyeti büyük ölçüde bazı Hıristiyanlar ile Yahudileri bir araya getiriyor. Müslümanlık var diye anlaşıyorlar. Avrupa medeniyeti, Yahudi medeniyeti, Hıristiyan medeniyeti telaffuz ettiler bunu. Şimdi bu bir yönüyle belki endişe verici bir şey. Çünkü karşı cephe Müslümanlar oluyor.

-Temelde insanların ruhlarında var. Amerika’da da var. Kendini Amerikalı olarak Amerika’nın yerlisi hissedenler var. Onları sonradan buraya gelmiş muhacirler olarak kabul eden, sığınmış kabul edenler var. Aynen bizde İspanya’dan gelen Yahudiler gibi... Orada Osmanlılara sığınmışlar, burada da Amerikalılara sığınmışlar gibi düşünen insanlar var. Hatta bazı şehirlerde eskiden gezdiğimde, şu mahalle şöyledir, bu mahalle böyledir dediler. Ve iki mahalle arasında birbirlerine karşı ciddi bir tavır vardır. Kendilerini Amerikalı hissedenler, bir de Yahudiler. Burada ciddi bir Yahudi gücünün mevcut olduğu muhakkak. Malezya’nın eski başbakanı Mahathir Muhammed söyledi zannediyorum, “Dünyada Yahudi gücü hakimdir.” diye. Hatta “Dünyadaki bütün hareketlerin arkasında Yahudiler vardır.” gibi sözleri burada antisemitik bir düşünce olarak mütalaa edildi. Ve bayağı bir tavır oldu.

-Anladığım kadarıyla filmin tutumunu yanlış buluyorsunuz?

-İnsanların sulh aradıkları bir dönemde bence bu film isabetli olmadı. Yahudi ve Hıristiyanlar arasında olsa bile. Amerika’daki halihazırdaki idare ve demokratlar büyük ölçüde zaten müşterek hareket ediyorlar. Hepsinin içinde Yahudi var. Fakat bir Yahudi ve Hıristiyan kavgası bilhassa Ortadoğu’da iyi sayılmaz. Hiç olmazsa bir yerde sulh adası oluşturulmalı, diğer yerlerdeki problemleri o yolla çözmeye çalışmalı. Ama ayağınızı sağlam basabileceğiniz bir bölge yoksa, bir yerde kavga varsa, cihanda sulhu temin edemezsiniz.

-11 Eylül’den sonra Müslümanlar dünyanın ‘ötekisi’ haline geldi. Bu filmle birlikte ‘öteki’ kavramı değişebilir mi? 30 milyon dolara mal olmuş ve ilk günkü hasılatla bunu karşılamış. Burada bir kesim Müslümanlar ‘Aa ne güzel işte birbirlerini yesinler, biz aradan çıkarız’ gibi bir düşünceye kapılabilirler mi?

-Böyle düşünen Müslümanlar da olabilir. Meseleye sathi bakılınca haklı da olabilirler. “İyi, Hıristiyanlar ile Yahudiler birbirlerini yesinler, biz aradan sıyrılırız.” denebilir. Bu da mantıktır bir yönüyle. Ama bir seviyenin mantığıdır. Bunu olduğu gibi kabul etme başka bir mesele. Fakat olabileceğine ihtimal verme, bu düşünülür deme ayrı bir meseledir. Ben o manada diyorum. Onu düşünebilecek çok insan Amerika’da da çıkabilir. Çünkü Amerika’da da çok rahatsız ediliyor, fişleniyorlar. Müslüman’ım diyen herkes bazen radikal ve terörist gibi algılanıyor. Camilere gidip gelirken kontrol edildikleri endişesini yaşıyorlar. Böyle olunca ‘birbirlerine düşsünler’ diyebilirler. Ama dünya çapında bakınca mesele öyle değildir.

-Siz yönetmen olsaydınız, Hz. İsa ile ilgili nasıl bir film çekerdiniz? O son on iki saati nasıl verirdiniz?

-Kur’an ve sünnette Hz. Mesih’in son on iki saati diye bir şey yok. Son dakikaları var. Hadis-i şeriflerde anlatılıyor. Kur’an’da icmalen geçiyor. Çok yerde yer veriyor da üç dört yerde tasrihen Meryem Sûresi’nde veriyor, Al-i İmran Sûresi’nde, En’amda yer ayırıyor. Hz. Mesih ve Meryem’e oldukça yer ayırıyor.

Burada mü’minler diyalog adına kiliselerde değişik ruhanî liderlerle görüşürken Kur’an-ı Kerim’den bu ayetleri okuyorlar. Sünnette Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den bu istikamette şerefsüdur olmuş sözlerini naklediyorlar. Uzlaşma ve anlaşmaya vesile olabiliyor. İslam’ın Hz. Mesih’e bakışı çok yüceltici mahiyettedir. Onu gerçek konumunda ele aldığından dolayı bir ifrat yoktur. İfrat olmadığından dolayı da bir tefrit doğurmaz. Hz. Mesih ne ise odur. Allah’ın yüce bir kuludur. Allah’ın ruhundan, nefhasından meydana gelmiştir. Babası yoktur. Annesi kutsal bir kadındır. Kur’an’da adı geçen tek kadındır. Bu yönüyle Müslümanlık nerede Hz. Mesih’le alakalı mülahazalarını ortaya koyarsa memnuniyet uyarır zannediyorum.

Hz. Mesih’in son anları itibarıyla sünnette gördüğümüz şeyler var. Yanındakilere nasihat ediyor. “İçinizden birisi bana ihanet edecek.” diyor. Bunlar da onu Yahuda diye kabul ediyorlar. Hıristiyanlar da kabul ediyorlar. Bir dönemde bunun kavgası da olmuş zaten. Ve daha sonra Müslümanlığın mevcudiyetiyle bu türlü şeyleri şimdilik münakaşa mevzuu yapmayalım demişler. Böyle aklî bir anlaşma ve sulh durumu var. Hissî değil yani. İçlerde ukde var da aklî mantıkî bir sulh olma gibi bir şey. Geçiştirmişler o işi.

Geçmişte değişik dinler arasında hep problemler olmuş. Hatta en problemsiz gibi görünen Budistlerle bile son zamanlarda problem olmuştur. Hıristiyan ve Yahudiler arasında problemler olmuştur. Bir dönemde bazı Hıristiyanlar Haçlı Seferleri’nde Müslümanlara yaptıkları aynı şeyi Yahudilere de yapmışlardır. Bu, içte kanayan bir yaradır. Ve hep konuşuluyordu. Hususiyle Doğu kiliselerinde konuşuluyordu. Doğu kilisesi o zaman Haçlıların karşısında yerini aldı. Şimdi geçmişte bu hadiseler olmuş, Müslümanların da müdafaa savaşları olmuş. Kamplarına saldırı olduğundan dolayı savaş olmuş, kendi ülkelerini koruma savaşları olmuş. Haçlı Seferleri’ne karşı bizim karşı koymamız, cephe oluşturmamız bizi utandıracak şeyler değildir. Ne Alparslan’ın mücadelesi ne Kılıçaslan’ın Niğde ovasında haçlılarla göğüs göğüse savaşması ne Nureddin Zengi’nin savaşları, ne de Selahaddin’in onlara karşı mücadelesi bizi utandıracak şeylerdir... Çok adilanedir bunlar. Bir Hz. Ömer tavrı sergilenmiştir. Fakat bunlarla bitmemiş. Osmanlı döneminde de devam etmiş. İstanbul’u işgal etmişler. İşgal komutanı “Şimdi Haçlı Seferleri bitti” demiş. Bunlar birer vak’adır. Ve bu vak’alar düşünüldükçe insanların içinde tahrik edici birer unsur haline gelebilirler. Parçalanmalar olabilir. Parçalananlar gücü yetmediği zaman başka yerden kuvvet almaya çalışır. Başkalarıyla birleşir. Yeni kamplar oluşur. Eskiden demokrat cephe, komünist cephe vardı. Şimdi ise farklı cepheler oluşur. Geçmişte kavgaya vesile olmuş şeyleri günümüze taşıyarak yeniden kavga vesilesi yapmamak lazım. Onlar maziye gömülmeli, unutulmalı. Bundan sonra insanlık adına iyi şeyleri düşünmeliyiz. “Geçmiş harap oldu, onun intikamını alalım, bugünümüzü de harap edelim.” Bunun bir anlamı ve mantığı yoktur kanaat-i acizanemce.

-Bir kesim işbirlikçi diyor, bir kesim şeriatçı. Bu ne tezat...
Türkiye'de bir kesim, sizin Hıristiyanlık misyonerliği yaptığınızı iddia etti. Bu konuda söylemek istediğiniz bir şey var mı?

-Bir kesim çekememezlikten ‘Amerikancı’ diyor, bir kesim ‘işbirlikçi.’ Bir kesim de gariptir ki, ‘şeriatçıdır, dini getirip hayata hakim kılacak’ diyor. Bunlar öyle birbirine zıt şeyler ki, hepsi bana isnat ediliyorsa bu taarruzlar çok şeyleri düşürür, dolayısıyla çok şey havada kalır. Bir kesim de Hıristiyanlara yaklaşmayı, onların rahat ve serbest dolaşmalarına, propaganda yapmalarına, kilise teşkilatlarına, faaliyetlerine destek gibi görüyor. Kanaat-i acizanemce haset ve kıskançlık var. Olumlu bazı şeyler var. Bunları hazmedemiyorlar.

Hoşgörü ve diyaloğu ben icat etmedim. Bunun öteden beri toplantıları yapılıyordu dünyanın değişik yerlerinde. Müslümanlar da çağrılıyorlardı. Arap âleminde de yapılıyordu. Uzakdoğu'da da, Vatikan'da da, Avrupa'da da, Amerika'da da yapılıyordu. Türkiye'den bilim adamları geliyordu. Fakat senaryoyu kendileri yapıyorlardı. Kendileri hazırlıyorlar, her yerde rahat rahat dolaşıyorlar, hatta misyonerlik yapıyorlardı. Müslümanlar işin içinde yoklardı. Kendi düşüncelerini söyleyemiyor, bu defa da şöyle yapalım diyemiyorlardı. Abant'ta yapalım, Harran'da yapalım diyemiyorlardı. Senin de bir düşüncen olması, o işin planlanmasında bir dahlin olması için işin planlamasında bulunman lazım. Hoşgörü ve diyalogdan onlar kendi düşünceleri adına ne kadar istifade ediyorlarsa senin de dinin ve diyanetin adına o kadar istifade etmen lazım. Bunu ya göremiyorlar, ya bilemiyorlar. Kıskançlık bazılarının gözlerini kör etmiş.

Ben bu hoşgörü ve diyalog sürecinin başlamasıyla Hıristiyanlığa yönelmiş insan bilmiyorum. Türkiye'de Hıristiyanlığa yönelenler vardır. Bir arkadaşımız bir kitaptan bahsetti bana. Ta on dördüncü, on beşinci asırda yazılmış bir kitap. O zaman Hıristiyan teşkilatının, devlet-i âliyye sınırları içinde Ermeni, Süryani ne kadar azınlık varsa, “Olduğunuz yerde olduğunuz gibi kalın, kanaatlerinizi saklayın, onlardan görünün, bir gün her şey değişecek ve biz oraya geleceğiz.” dediklerinden bahsetti.

Eskiden zaten Hıristiyan olanlar dinini değiştirmemiş. Şu anda da içimizde işi idare eden bir sürü insan var. Ve bugünkü Türkiye felsefesiyle de rahatlar. Sabiha Gökçen ile alakalı bir komutanımızın dediği bir şey var. Atatürk'e göre kim kendisini Türk hissediyorsa Türk'tür. Şimdi bunları söz konusu etmiyoruz. Yahudiler “Siz işte bu vatanın asıl evladısınız.” dediler. “Valla bilemiyorum.” dedim. Ahlat'tan benim atalarım iki üç asır evvel gelmiş. Siz beş yüz sene evvel gelmişsiniz. Şimdi kim İstanbullu, oturup konuşmak lazım.

-----------
Kur'an'a olan İtimadınız Sağlamsa Diyalogdan Korkunuz Olmamalı

-Hz.İsa’nın döneceği Aksiyon Dergisinde kapak olmuştu. ‘Bunun Aksiyon’da yayınlanmasının anlamı nedir?’ diye soruldu. ‘Neden bizim peygamberimiz, son peygamber olduğu halde dönmüyor da Hz. İsa’nın döneceği kabul ediliyor?’ dendi.
Bu konuyla neden bu kadar ilgileniyorlar, ne yapılmak isteniyor gibi, televizyonlarda birtakım tartışmalar oldu. Din adamları arasında da bu konuda farklı düşünenler var. Kimisi Kur’an’da bu konuda hiç açık bir işaret olmadığını söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Hz. İsa geri gelecek mi?

-Hz. İsa’nın geriye dönüşü muğlak zikrediliyor. Dönüş keyfiyetiyle alakalı bir şey söylenmiyor. Dönüşü eskiden beri diğer dinlerde de üzerinde durulan bir husus. Musevilerin de bekleyişi olmuş. Museviler Hz. İsa’yı bekliyorlarmış. Yani o fonksiyonu eda edecek birisini. Refetle, şefkatle gelecek, herkesi kucaklayacak birisini. Ama Hz. Mesih zuhur edince “Sen o değilsin.” denmiş.

Efendimiz de bekleniyordu. Kur’an-ı Kerim bunu açık söylüyor. Ama o peygamber karşılarına çıktığında onu da inkar ettiler. “Sen o değilsin. Bizim beklediğimiz başkasıydı.” dediler. Yani her dinde ahir zamanda gelecek birisinin beklentisi vardır. Hatta İmamiye’de de vardır. İntizar edilen bir imam beklerler. Şia’da da vardır. Ahir zamanda gelecek bir imam beklerler. Şia kesimindeki ahenksizliği yeniden düzene koyacak, onlara rehberlik yapacak ve onları içinde bulundukları gayyadan çıkaracak beklentileri var. Bugün Hıristiyanların da böyle bir beklentisi var. Dolayısıyla değişik yerlerde bir kısım kimseler Mesih unvanıyla çıkıyor. Zannediyorum şimdiki işgallerin arkasında bazı kimseler kendilerini öyle görüyor. Halk aynı zamanda o istikamette inandırılıyor da.

Müslümanlıkta da Kur’an’da sarih olarak geçmiyor. Fakat bazı büyük alimler Allame Keşmirî diye Hindistan’da yetişen bir zat, dört ayetin ahir zamanda Hz. Mesih’in ineceğine işaret ettiğini söylemiş. Ve yüz tane de hadis toplamış bu mevzuda. Bu hadislerden kırk küsuru sahihtir, yani hadis erbabınca itimat edilir hadislerdir. Ona yakını için de hasen diyorlar. Ondan bir derece aşağıya sıhhatine güven duyulan hadis demek. Yirmi otuz tane de zayıf hadis var. Ama Hz. İsa’nın ineceğiyle alakalı yüz tane hadis var. Dört tane ayeti açık değil, işaret olarak çıkarıyor.

-Hangi ayetler?

-Nisa, 4/159; Zuhruf, 43/61; Âl-i İmran, 3/46; Meryem, 19/33.

-Siz Keşmirî’ye güvenir misiniz?

-O mevzuda sahib-i salahiyet bir zat. Fakat mesele hadislere dayandığı için Türkiye’de hadisleri inkar eden, ‘sadece Kur’an’ diyen insanlar var. Onlar tarafından tenkit görür; ama dünden bugüne bütün ehl-i sünnet ve’l-cemaat kaynaklarımız demiş. Yani Kur’an-ı Kerim ve hadislerde o zatın ineceği söyleniyor; ama inme meselesi muğlak bırakılıyor. Nasıl inecek? Semadan diri olarak insanların arasına inecek, vazifesini, fonksiyonunu eda edecek şeklinde mi anlamak lazım bunu? Yoksa bir ruh ve mana olarak mı? Mesih’in vaz ettiği mesajın ruhu nedir? Şefkattir, merhamettir, mülayemettir, herkesi barıştırma ve kucaklamadır. Acaba ahir zamanda böyle mi olacak? Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında böyle bir şey mi oluşacak?

Bediüzzaman Hazretleri her iki şıkka da ihtimal veriyor. Diyor ki, dini mübini İslam’ın yeniden dünyanın değişik yerlerinde kendisini ifade etmesi için ihtiyaç varsa Hz. Mesih öteki âlemin ta öbür ucunda bile olsa böyle önemli bir fonksiyon için döner gelir. Ama genel yorumu itibariyle onu şahs-ı manevi olarak yorumluyor. “Bir şahs-ı manevi olarak gelecek” diyor. Buna kimsenin itiraz etmeye hakkı yok. Şahs-ı manevi olarak gelecek demek, bir ruh, bir mana gelecek, insanlar üzerinde bir esinti belirecek. İnsanlar anlaşacak, uzlaşacaklar. Ama böyle bir hareketin önünde bu işin bayraktarlığını yapan belki rehberler olacak.

Şahsen kimse “Ben Mesih’im” diyemez. Çünkü Hz. Mesih gelmiş, içimizden ayrılmış ve gitmiştir. Peygamber olarak gitmiştir. Birisinin kalkıp da “Mesih’im” demesi küfür olur. Çünkü peygamber olmayanın “peygamberim” demesi küfürdür. Hz. Mesih de kendisine “Ben peygamber değilim” deseydi o da aynı çukura düşerdi. Tehlikeli şeyler bunlar. Peygamber “Peygamber değilim” diyemez. Peygamber olmayan da “Ben peygamberim” diyemez. Ama dünyada çokları söylüyor. Bazılarına hapishanede ilaç içirip delirtiyorlar, söyletiyorlar. Bugün çok rahatlıkla yapıyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde oluyor. Bu Kapadokya’da da olmuştur. Bir insan sapasağlam içeriye girer, dışarıya çıkarken ‘ben Mesihim’ diyorsa işin arkasını o yönüyle de araştırmak lazım. Nörolojide o meseleye bakmak lazım.

-Afedersiniz. Kapadokya’da bu çağda mı oldu bu?

-Evet. Ben onu o kadarlıkla bırakayım. Zaten akla hayale gelmedik ne kadar tuhaflıklar varsa hepsi bu çağda oldu. Toprak çok münbit, her şey yetişiyor. Eğer bir şahs-ı manevi olarak Hz. Mesih inecekse ben onu çok uzak görmüyorum. Olabilir, o ruh, o mana inebilir.

Diyalog ve hoşgörü adına değişik kiliselere gidilip “Gelin Kur’an’ı beraber okuyalım” deniliyor. Değişik yerlerde “Siz de bizim İncil derslerimize iştirak edin” diyorlar. Bu karşılıklı olur. Sizin kendi değerlerinizden şüpheniz varsa, Kur’an’a olan güveniniz ve itimadınız hemen sarsılacaksa böyle mail-i inhidam olan bir inanç bugün olmazsa yarın yıkılacak. Varsın yıkılsın. Ama sağlam inanmışsanız, kimsenin size bir şey bulaştırmayacağına inanıyorsanız korkunuz olmamalı. Değişik yerlere gidiliyor. Ruhani reislerle görüşülüyor. Çağın başındaki büyük insan, büyük düşünür, fikir mimarı diyor ki; “Hıristiyanlarla medar-ı münakaşa meseleleri bahsetmemek lazım.” Anlaşma ve uzlaşma düşünüyorsanız bunları konuşmamak lazım. Diyalog çabasındaki insanlar da o istikamette hareket ediyorlar. Çok kimse bugün -Hıristiyan Müslüman diyebileceğim çerçeve içinde mütalaa edilebilir bunlar- “Ben Hz. İsa’ya inanıyorum, peygamberdir. Fakat Hz. Muhammed Allah’ın son peygamberidir. Kur’an-ı Kerim de kitab-ı münzeldir.” diyor. Hiçbir Müslüman’ın dinini değiştirip Hıristiyan olduğunu hatırlamıyorum; ama dünya kadar insanın ihtida ettiğini hatırlıyorum.

Ancak dergide Hz. Mesih’in resmi konulmuş. Hz. Mesih’in resminin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Elde dolaşan bir resim var. Afrika’daki resimlerde saçları biraz kıvırcıktır. Batı’da filmlerde sarı saçlı ve mavi gözlüdür. Ortadoğu’da biraz Ortadoğu’daki insanların tipindedir. Ama esas Ortadoğuludur. Nasıra’da doğmuştur. Adı ‘Nasıralı genç’tir. Herkes kendi bölgesindeki insanlara benzetiyor. Ortada çok Hz. Mesih resmi geziyor. Burada da noellerde, karnavallarda yolların kenarlarına asıyorlar. Değişik tipte resimler oluyor. Onlardan bir tanesini bulmuşlar, dergide neşretmişler. ‘Acaba hoşgörü içinde bulunmak istediğimiz kimselerin gönüllerini biraz daha yumuşatır mı?’ diye düşünmüş olabilirler. Bence buna gerek yoktu. Zaten Kur’an-ı Kerim, sünneti sahiha Hz. Mesih’e verdiği makamı veriyor. Kısmen maddeciliği çok öne çıkarmış bir dönemde belli bir kavme gönderilmiş bir peygamber. Mana ile geliyor, ruh ile geliyor. Yani her tarafında mana ağırlıklı bir insan. Babasız dünyaya geliyor. Hz. Meryem gibi bir pakizeden dünyaya geliyor. Sadece “ruh” diyor, “Kavga etmeyin” diyor. O gün kiliselerde papazlık yapmayı, daha doğrusu hahamlık yapmayı adeta bir ticari sektör halinde gören insanlara karşı Yuhanna İncili’nde lanet okuyor. “Allah canınızı alsın, böyle olmaz” diyor. Bir şeyi tadil etmek, yanlışı düzeltmek, maddeyi kırmak için gelmiş. Kur’an-ı Kerim’de buna işaretler verilebilir. Kur’an-ı Kerim Hz. Mesih’i anlatırken ayrı anlatıyor, Tevrat’ta mesele anlatılırken ayrı anlatılıyor. Tevrat’ın karakteri cemaatiyle mebsuten mütenasip. Veya cemaatinin karakteri Tevrat’la mebsuten mütenasip. Hz. Mesih’in de bir hususiyeti var. Dolayısıyla her ikisine de ayrı bir bakışı var. Fetih Suresi’nin sonundaki en son ayet, bu iki hususu çok güzel bir şekilde ifade ediyor.

Şimdi dergideki arkadaşlar belki orada biraz da işi ileri götürmüş olabilir. Ben de hafif rahatsız oldum. Türkiye’de zaten bahane arayan bazı kimseleri rahatsız edebilir bu. Hatta İbrahimî dinler tabirinden de rahatsız olanlar var. Oysaki Hz. İbrahim’e karşı Efendimiz çok ciddi saygı duyuyor. “Benden evvel gelmiş peygamberler içinde ben Hz. Mesih’e ve Hz. İbrahim’e benzerim.” diyor. Hz. İbrahim, Hz. Musa’nın da rehberi, Hz. Davud’un da, Hz. Süleyman’ın da, Hz. Mesih’in de, Hz. Zekeriyya’nın da, Hz. Yahya’nın da. Ve Efendimiz bir peygambere intisapla iftihar duyuyorsa bence o peygambere karşı saygısız davranmamak lazım. O peygamberin ismi altında bir yerde platform oluşturmak, birlik düşüncesini tahlil etmek için çalışılıyor. Bundan kendi dinimizde pişmanlık aramak, başka bir dini tervic etmek gibi manalar çıkarmak çok insafsızca şeylerdir.

Bediüzzaman Vatikan’a mektup yazmış

-Ben bu hoşgörü ve diyalog mevzuunda değişik insanlar gördüm. “Acaba iyi yapıyor muyum, yapmıyor muyum?” diye şüpheye düşenler oldu. Ama başta Efendimiz Hıristiyanlara karşı çok iyi davranıyor. Hz. Ömer Filistin’i fethettiği zaman hem Hıristiyanlara hem de Yahudilere karşı çok iyi davranmış. Selahaddin-i Eyyübi onlara karşı çok iyi davranmış. Fatih İstanbul’u fethedince, Ortodokslar ve Ermeniler “Batı barbarlığından kurtulduk” demişler, Müslümanların müsamahasını, hoşgörüsünü görünce.

Seleflerimiz var bu mevzuda. Bediüzzaman Vatikan’a mektup yazmış. Aynı zamanda Ortodokslara mektup yazmış. Onlardan cevabî mektuplar almış. Bayram tebriği almış. Hoşgörü içinde olmanın yollarıdır bunlar. Ama bununla beraber ‘acaba iyi ediyor muyuz, yanlış anlaşılır mı bu mesele?’ diye oturup bir yerde hıçkıra hıçkıra ağladığımı bilirim. Fakat uçakta giderken yanımda olan insanlardan birisi eğildi kulağıma, -isim vermeyeceğim- “Ben senden saklayamam ki, La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” dedi. Onlardan birisi dedi bana bunu. On tane şahidim var bu meseleyle ilgili. Dünya kadar insan var, burada grup halinde geziyorlar. Tabirleri de şudur: Kur’an, kitab-ı münzeldir, Allah’ın indirdiği bir kitaptır.

Bana bir arkadaşım geldi dedi ki: “Bunlar biz Hıristiyanız diyorlar; ama falan yerde ekip halinde peygamberimiz ve Kur’an’ın propagandasını yapıyorlar. Biz Hıristiyanız demeyin diyeyim mi onlara?” Ben, ‘Hayır’ dedim. Öyle dediğiniz zaman siz taraf olursunuz. Sözleriniz o derece tesirli olmaz. Efendimiz’in kabulü çok önemlidir. Necip Fazıl ya Pascal için veya bir başka düşünür için, çok hayranlık duyduğundan, “Limana kadar geldi gemiyi kaçırdı” derdi. Şimdi onun gemisine binmek çok önemlidir. Sadi, Bostan’ında “O ümmete ne gam var ki onun gemisine binmişler. O geminin kaptanı O’dur.” diyor. Onu dedirtmek çok önemlidir. Binlerce insana “La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” dedirtilmişse şayet...

Burada Katolik kilisesindeki bir direktörün hocalık yapan bir arkadaşımızla arasında geçen bir olayı anlatayım: Arkadaşımız anlatıyor: “Direktör bir keresinde ‘Ben derse giremeyeceğim. Dersime sen gir’ dedi. Hocam dedim ‘Derse gireyim ama ben ne anlatayım orada?’ ‘Canım ne anlatacağım var mı? Gir Fatiha’yı anlat. Sizinle bizim aramızda müşterek bir suredir bu.’ dedi. Ben de girdim, onun sınıfında Hıristiyanlara Fatiha’yı anlattım. Hiçbir tepki almadım. Takdir aldım. Bir gün yanına gittim. Odasında oturuyordu. Elinde Kur’an, okuyordu. ‘Ne yapıyorsunuz?’ dedim. ‘Kur’an-ı Kerim okuyorum’ dedi. ‘Ama bilesiniz, sizin Eski Ahid’i okuduğunuz gibi sadece bilgi edinmek için değil Kur’an Allah’ın kitabı olduğu için sevap kazanayım diye okuyorum.” (Duygulanıyor, gözleri doluyor.)

Şimdi eğer elit sınıf arasında bu kadar bir yumuşaklık meydana getirmişse bence bu kazançtır. Bunu sadece inananlarla, ihtida edenlerle ölçmemek de lazım. Müslümanlığı şöyle böyle kabul edenleri de bu işin içinde düşünmek lazım. “Kur’an Allah’ın kelamı olabilir” diyenleri bu işin içinde mütalaa etmek lazım. “Hz. Muhammed peygamber olabilir.” diyenleri de. Bunlar çok önemli şeyler. Bu nesilden sonra gelecek nesiller vardır. Siz bu uçurumları bugün kapamazsanız yarın kendinizi, doğru düşüncelerinizi ifade etme imkanını bulamazsınız. Şimdiye kadar hep uçurumlarla birbirimize karşı uzak durmuşuz. Onlar gelsinler diye beklemişiz. Öyle değildir mesele. Uçurumların kapatılması lazım. Üstad diyor ki: “Bir yerde Hıristiyan’a ve Yahudi’ye değil, kafire kafir demek doğru değildir, su-i edeptir, saygısızlıktır.” Bu ne terbiyedir, bu ne keşiftir, bu ne tespittir. Şimdi bunlar ehl-i kitap. Onlara hitabında Kur’an, “Ya ehlelkitap” diyor. Hiç kimsenin yapmadığı bir yorumu yapıyor, “ya ehlelmektep” diyor. “Siz okumuş insanlarsınız. Gelin bir kelimede, Allah kelimesinde birleşelim.” O ayete öyle yorum getiriyor. Bunu binlerce insan bilir. Bu çerçevede bir hoşgörü aktivitesi, faaliyeti sürdürülüyor. Her platform değerlendiriliyor. Bizim büyüklerimiz anlatılıyor. Muhyiddin İbn Arabi anlatılıyor, Mevlana Celaleddin Rumi anlatılıyor.

--------------
Necip Fazıl, Risale-i Nur'ları Sadeleştirmek İstedi

-Risalelerin, bugünün insanının anlayabileceği, lezzet alabileceği bir dile çevrilmesi fikrine nasıl bakarsınız? Çünkü İngilizce okuyanlar daha rahat anlıyor. Böyle bir şeyi teşvik eder misiniz?

-Hayatını bu işe vermiş, “Benim hayatımın gayesi budur” demiş insanlar var. Bunların düşüncelerine saygılı olmaya bağlı zannediyorum. Ben bu mevzuyla alakalı bir anekdot arz edeyim.

Merhum Necip Fazıl'ı Kırklareli'ne konferansa çağırmıştık. O zaman orada vaizdim. Kendisine talebelik yapanlarla gelmişti. Onu arabasına koyup getiren arkadaş daha ziyade Nur’lardan istifade etmiş, Bediüzzaman Hazretleri'ne saygı duyan bir arkadaştı. Gelirken onun hali, tavırları, davranışları da Üstad Necip Fazıl'a çok tesir etmiş. Ondan takdirle bahsetti orada. Akşam bir yemekte de beraber bulunduk. Güzel şeyler konuşuldu. Ben saygımı ifade ettim. Necip Fazıl bana dedi ki: -ben bunu kemal-i samimiyetle itiraf ediyorum- “Bediüzzaman, Sultanahmet'in mimarı gibi büyük bir adamdır. Bu büyük insanın büyük düşünceleri var. Fakat köprünün altında, dubalarda yaşayan insanlar var. Bunlar Bediüzzaman'ı, bu büyük mimarın sözlerini anlamazlar. Bana müsaade edilse de o dubalarda yaşayan insanların diline göre onu sadeleştirsem.” Ben burada Necip Fazıl'ın tevazuunu ve mahviyetini görüyorum. Ona kendi tabirimle “Üstadım bu mesele beni aşar. O büyük zata birinci safta hizmet etmiş, kitaplarını yazmış, istinsah etmiş, basmış, dağıtmış insanlar vardır. Bu mevzuda söz onlarındır. Bana sadece bir elçilik düşer. Bu elçiliği yaparım.” dedim. Çok yumuşamıştı. Hatta Büyük Doğu'nun üst üste iki sayısında yazdı. Bu yazıları bizim arkadaşlarımız sorguladılar. Üstad için ölebilecek çok vefalı birisi, sorguladı.

-Hoşlanmadı yani.

-Hoşlanmadı. Sonra bizim rahmetli Bekir Berk Bey geldi. Necip Fazıl’ı kastederek bana dedi ki, “Keçeli ne yaptınız, adamı fethetmişsiniz? Sen kitap vaat etmişsin ona. Külliyatı verecekmişsin. Gel ver.” Ben de İstanbul'a kitapları vermeye gittim. O gün evinde beraber yemek yediğimiz arkadaş da vardı. Fakat bizim gibi düşünmeyen, benim de hatırını kıramayacağım birisi beni çağırdı. Oldukça ciddi itap etti. “Bu kitaplar böyle isteyene uluorta verilmez. O kim oluyor sadeleştirecek?” dedi. Ben de haşlandım orada. Sonra Bekir Berk'e “Abi beni mahvettin. Söz verdim bu işi yapmaya. Buraya geldim, hışma uğradım.” dedim. O da “Kardeşim bizim aklımız her şeye ermez. Onlar bilirler.” dedi. Bu sözleri söyleyen kişiye onun da saygısı vardı. Öyle geçiştirdi meseleyi.

-Çok dar görüşlülük. Öyle değil mi?

-Ben artık vefat etmiş, çok önemli hizmetler etmiş o zat hakkında öyle düşünmek istemiyorum. Fakat keşke öyle olmasaydı. Necip Fazıl gibi belli kredisi olan bir insan tarafından onun kendisine has üslubuyla, kendisini sevenlerle olabilirdi o gün. Geç kalındı. Haddim olmayarak, korkarak, titreyerek bazı parçaları kendi kırık dökük cümlelerimle bir mecmuada biraz sadeleştirdim. İktibaslar halinde bir kitap olarak da çıktı. O zaman da o eserlere öyle bağlanan, öyle inanan, öyle olmasında bir kudsiyet gören birisi bir yazı yazdı. O duygulara da saygılı davranırım. Ben de ona karşılık “İnkisar” diye bir yazı yazdım. Fakat çok vefalı bir şekilde, “Siz yeise düşmezsiniz, inkisar yaşamazsınız” diye bana bir mektup yazdı. Ben de o sadeleştirmeyi bıraktım. Kalbin Zümrüt Tepeleri diye hiç olmazsa yanlış anlaşılan tasavvufu, günümüzde ehl-i sünnet ve'l-cemaat anlayışı içinde ifade etmeye çalışayım dedim. Baştan öyle kafamda oluşturduğum bir kurgu ve proje yoktu. Sonra arkadaşlar dediler ki: “Devam etsin. İyi oluyor. Gelecek nesiller adına önemli. Bazen su-i istimal edilen bir meslek hakkında Sünni çerçevede yoruma tabi tutuluyor, iyi bir şey olur.” Bir de öyle bir macera yaşadık. Ben kendim iki defa zılgıt yedim.

Daha sonra başka yayınevleri Sözler'i, sadece kelimeleri altına koymak suretiyle bir kolaylaştırmaya gidebildiler. Şimdi kimse bir şey demiyor; fakat işin doğrusu bize göre, onu çok okuyanlara göre olmasa da, bazı muğlak ifadeleri, orijinal tespitleri herkes doğrudan doğruya okurken hemen anlayabilse çok güzel olur. Sizin sadeleştirme düşüncenize iştirak ediyorum. Fakat benim dar aklım anlamıyor mu acaba? Anlamadığım bir şey mi var acaba, diye kendi kendime de soruyorum.

Size bir hatıramı anlatmak istiyorum. Aynı mülahazalarla bazı kısımlar sadeleştirilerek Şule Dergisi'nde neşrediliyordu. Konya'da bulunuyordum. O ayın mecmuasını alayım diye bir kitapçıya girdim. İslamî konularla ilgili görünmeyen bir kız geldi. Heyecanla “Şule geldi mi?” dedi. Gözlerim doldu. Fakat bazıları “Neden sadeleştiriliyor, bu tahrif oluyor.” dediler. Onlara da bu mülahazalarında, bütün bütün yanlış yapıyorlar demiyorum. Fakat acaba bu büyük zatın, çağın düşünce mimarının eserleri, ifadesi ve üslubu güzel birisi tarafından herkesin anlayabileceği bir dille sadeleştirilemez mi? İngilizceye çevrildi İngiltere'de okunuyor. İngilizceden İspanyolcaya çevirdiler. Arjantin'de okunuyor, Brezilya'da okunuyor. Almancaya çevirdiler, Almanya'da öyle okunuyor. Hatta Uzak Doğu dillerine çevriliyor. Koreceye çevirmişler.

Herkes istifade ediyor. Fakat esas kaynağı Bediüzzaman'ın yetiştiği yer. O, toplumun psikolojisini çok iyi biliyor. O toplum da onun ifade ettiği şeyleri çok iyi anlar. Yabancı değildi onlara. Ama bir dil meselesi. Acaba olsaydı ne olurdu? Risale-i Nur’lara temerrüd edenler zaten temerrüd ediyorlar. Onu duydukları zaman hezeyana giriyorlar.

-Bu eserler kimsenin tekelinde değil ki... Niye bazılarının sözünün dinlenmesi gerekiyor?

-Kim bilir belki de bizim bir zaafımız. Bu hoşgörü mülahazasına tamamen motive olmuşuz. Bütün dünyada hoşgörü ararken yakın durduğumuz, çok meseleleri paylaştığımız, aynı kaynaktan istifade ettiğimiz arkadaşları darıltmak, kırmak, küstürmek... Hoşgörü diyorsun kendi arkadaşlarını niye kırıyorsun? Acaba böyle bir şeyin tesirinde miyiz? Yoksa saygı manasını yanlış mı anlıyoruz? Ayrı gayrı bir şey mi yapıyoruz? Yoksa telif hakkına saygı icabı mı yapmamak gerekiyor gibi kim bilir bilemediğim bazı mülahazalara takılıyoruz. Tabii ben öyle bir şey yapmaya cesaret edemem. Hem öyle bir şeyi ifade etmeyi beceremem, itiraf etmeliyim. Dili çok iyi kullanan engin birisinin, biriyle müşterek bu işi yapmasında hiçbir mahzur yok. Zaten alıntılarımızda hep aynı şeyi yapıyoruz.

-Kimin tekelinde? Bana bir isim söyler misiniz?

-Bir şahsın tekelinde diyemeyeceğim. Öteden beri naşirleri (yayınlayanları) var. Benim çok sevdiğim, bu eğitim faaliyetlerine de saygılı bir zatla bir gün namaz kılmıştık. Zannediyorum namazı da ben kıldırmıştım. Bana dedi ki “Kardeşim, Üstad Hazretleri’nin çok gönlü yoktu değiştirilmesinde. Üstad Hazretleri’nin söylediği bazı sözler var ki, sehl-i mümtenidir, zor söylenir onlar.” Şu misali verdi bana: “Şu kainat mescid-i kebirinde Kur'an kainatı okuyor. Onu dinleyelim. Vird-i zeban edelim. Mesela bu söz çok güzel. Başkaları bunu alıp değiştirerek, ‘Kainat mescid-i kebirinde Kur'an okunuyor. Onu dinleyelim.' derse olmaz. Zayıf düşüyor bu. Esas Kur'an kainat mescid-i kebirinde kainatı okuyor. Kur'an, kainatı okuyan bir kitaptır. Böyle zor söylenen sözler değiştirilirse acaba bu derinlik kalır mı?” Ben de işin doğrusu, sesimi kestim. Yani vicdanı bu mevzuda rahat etmezdi. Evet tamam tatmin oldum deme başka mesele, insanların hissiyatlarına saygılı olma başka bir meseledir. Fakat düşüncelerinize ben aynen iştirak ediyorum. Keşke cesur birisi çıksa, hiç kimsenin gönlünü kırmadan herkesin anlayacağı bir dilde sadeleştirse. Mesela bir Yirmi Beşinci Söz var. Hatta onun sadece ayetlerle işaret edip geçtiği şeyler var. Onların biraz daha açılarak neşredilmesi bence fütuhat olur. Diyebilirim ki Kur'an-ı Kerim'i o ölçüde ifade etme şimdiye kadar kimseye müyesser olmamıştır.

-Beyin fırtınası yapmanın öneminden söz ettiniz misafirlerinizle yaptığınız sohbette. Şöyle bir eleştiri getireceğim. Burada bir beyin fırtınası olmuyor. Kimse size aykırı bir görüş ileri sürmüyor. Genelde sessizlik içinde dinleniliyorsunuz. Fikirlerin çarpışması değil de, kabul etme durumu var. İster miydiniz farklı fikirler, fırtınalar çıksın, demokrat bir tartışma ortamı olsun? Sanki birey olmayı baskılayan bir şey var burada.

-Arkadaşların bazıları büyük ölçüde belki saygılarının tesirinde kendilerini her zaman ifade etmek istemiyorlar. İfadeden biraz geri duruyorlar. Fakat sizin arzu ettiğiniz şekildeki anlar da az değildir. Çok konuşuluyor, düşüncelerini ifade ediyorlar. Belki bazen utanıyorlar veya ‘onun düşüncesine muhalif bir beyanda bulunduk’ diye üzüldükleri de oluyor; ama ben hep arkadaşlara telkin ediyorum. Ebu Hanife hep meseleleri müzakere ediyordu talebeleriyle. Bir karara varılıyordu. Bazen onun görüşü istikametinde oluyordu. Bazen Ebu Yusuf'un, bazen İmam Muhammed'in, bazen Şeybani'nin. Bazen Ebu Hanife'nin görüşü istikametinde bir karar alınıyordu; ama sonradan diyordu ki: “Ben kaynakları bir kez daha gözden geçirdim. Benim değil sizin dediğiniz doğruymuş.” Bunları da görüşüyoruz arkadaşlarla. Teslimiyetçi bir ruhla illa falan hep doğru konuşur demeyelim diye.

-Kendi kendime de sorguluyorum, bunlar yanlış olabilir diye. Benim yorumlarım, şahsi yorumlarım. Bunlara katılmayabilirsiniz. Ama bazı şeyler var ki, bunlar doğruysa kitap ve sünnetle müeyyedse ille de beyin fırtınası yapacağım diye yok yere bir fırtına çıkarmanın da manası yoktur.

-Yani şöyle bir tehlike sezer misiniz? Tamam, bir yere ait olmanın olumlu yanları var; ama kişisel özellikleri törpüleyen, baskılayan, birey olma kültürünü zayıflatan bir yanı da yok mu?

-Mutlaka tesiri vardır. Saygı duyup saygının altında ezilme söz konusu olabilir, fakat her zaman olan şeylerden değildir. Bunu hepimizin beraber çözmemiz lazım. Ebu Hanife gibi o mevzuda öyle bir ufkum yok. Ancak arkadaşlar da düşüncelerini rahatlıkla ifade etmeliler. Bu, televizyonlarda olduğu gibi tartışma şeklinde değil de eskilerin va’z ettikleri bir ilim var; münazara ilmi. Yani edebe muvafık şekilde, her meseleyi birbirimize karşı saygıyı koruyarak açık müzakere edebiliriz. “Müsademe-i efkardan barika-yı hakikat doğar.” Bu da olur zamanla zannediyorum. Şu anda da burada herkes düşüncesini çok rahatlıkla ortaya koyuyor. Doğruysa hüsnü kabul görüyor. Münakaşası yapılabilir bu meselenin; fakat öyle bir darlık olduğu da söylenemez. Misafirlerin yanında biraz da böyle karışık havada şerareler meydana getirmeyelim diye...

-Ama genelde topluluk ruhunun bir psikolojisi vardır. Herkes birbirine benzemek ister. Aykırı olmak pek teşvik edilmez. Okullarda böyledir, partilerde böyledir.

-Bir Türk terbiyesi. Bu kültürde var. Siz de düşüncelerinizi beyan edin dediğinizde bu defa, hiçbir bilgiye dayanmayan, avam ifadesiyle ipe sapa gelmeyen, sırf bir şey konuşmak için konuşmaya başlar. Bir de burada sizin şahit olduğunuz süre zarfında zannediyorum yazılmış, çizilmiş, üzerinde başka büyüklerin mutabakata vardıkları şeyler konuşuldu. Onlar da bunlara bir şey demiyorlar. Biraz kaynaklara, konuşana saygı olabilir.

----------
Türkiye Olması Gereken Yerin Çok Gerisinde

-Dünyanın ve Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

-Dünyanın geleceği adına ben inanan insanların, müminlerin hususiyle de Türkiye'deki Müslümanların kendilerini çok iyi hazırlamaları lazım geldiğine inanıyorum. Yine Üstad Bediüzzaman'ın ifadelerine müracaat edeceğim: Kafalar fünunu medeniye ile çok aydın olmalı, gönüller de iman nuruyla. Asırlardan beri ayrı olan bu kalp kafa izdivacı yeniden gerçekleştirilmeli. İnsanlar kalpleriyle görmeli. Sırlarıyla Allah'a ait esrarı müşahede etmeliler. Hem O'nunla yaşamalılar hem de kâinatı bir Batılının hallaç ettiği gibi hallaç etmesini bilmeliler. Dünyayı çok iyi okumalılar. İnsanlığı çok iyi okumalılar. Dünyada -kendi insanım için söylüyorum- yerlerini almaya çalışmalılar. Şahsi hislerim, şahsi mülahazalarım, şahsi düşüncelerim itibariyle böyle güçlü, büyük bir milletin evladı olarak, belli bir dönemde belli alanlarda çok iyi idarecilik yapmış bir milletin evladı olarak halihazırdaki durumumuzdan rahatsızlık duyduğumu da ifade etmeliyim. Çünkü dünyada onca hadise olup bitiyor. Kararlar veriliyor. Bir yere giriliyor. Belki bir yer “işgal ediliyor” veya “demokratlaştırılıyor.” İnsanlar zincirlere vuruluyor, bir yerlere götürülüyor. Fakat milletimize hiçbir şey sorulmuyor. Milletimizin bu mevzuda hiçbir şeyi olmuyor. Parmağını kaldırmasına değer verilmiyor. İnsanlar kendilerine göre konuşuyorlar meseleleri. Bir yere girmek suretiyle kendimizi ifade edeceğimizi zannediyoruz. Bir yere girmeyi bahane etmeden kendi adımıza güzel bazı şeyler yapamıyoruz.

Mesela demokrasi güzel bir insanî sistemse şayet şimdiye kadar kendimiz düşünüp demokrat olamamışız. Başkaları bu mevzuda bizi sorgulamış. Demokrasiyi ihlalden, insan haklarından dolayı bilmem kaç bin tane dava açılmış. Türkiye şu kadar tazminata mahkum olmuş. Böyle bir Türkiye'de biz bu mevzuda kendimiz düşünerek, ne olur yani bir an evvel insan haklarına, vicdan hürriyetine, söz hürriyetine, düşünce hürriyetine, insanların yaşama hürriyetine karışmasak. Bunları kanunlarla yeniden gözden geçirsek, düzene koysak. Bu türlü şeyler, aynı şeyleri paylaşan bir toplum içinde kavga mevzuu olmasa diyemiyoruz da yapacağımız şeyleri Avrupa Birliği’ne gireceğimiz bahanesi içinde kim ne derse desin yapmaya çalışıyoruz. Bu da bizim için çok ayıp oluyor diye düşünüyorum. Dün ortaya çıkmış, ne idüğü belirsiz bir millet hissi uyarıyor. Bu da bana çok dokunuyor. Devletler muvazenesinde bir yerde durmuşsunuz, size müracaat etmişler, bazı haksızlıklar sizin elinizle giderilmiş, ihkak-ı haklar sizinle gerçekleştirilmiş, fakat şimdi hakkınızı alabilmek için bir yere dayanma mecburiyetinde kalıyorsunuz. Acaba Amerika'ya mı başvursak, Avrupa'ya mı başvursak, Rusya'ya mı başvursak? diye düşünüyorsunuz. Bu millet kendini çok iyi yetiştirerek, kendi olması lazım. Problemlerini kendisinin çözmesi lazım.

-Siz hani beyin fırtınası mevzuunda, dar bir dairede bana aşırı saygısından yanlışlık yapan, içtihad hatası yapan, mütalaalarını beyan etmeyen arkadaşların durumlarını haklı olarak söz konusu ettiniz. Sorgulama demiyorum. Size karşı saygısızlık olur. Fakat aynı meseleler Türkiye için de söz konusu. Türkiye'de insanlar düşündüklerini ifade edemiyorlar. Mesela farklı bir demokrasi olabilir. Bu demokrasinin aynı zamanda bir ukba buudu da olabilir. Yani ötelere açılan bir kapısı da olmalı bunun. Benim ebediyet arzularımla alakalı, ebedi mülahazalarımla alakalı, gökler ötesi âlemle alakalı mülahazalarıma da demokrasinin bir şeyler söylemesi lazım. Aksi halde eksik olur. Ben insansam tamamiyetim bunlara bağlı. Ama benim tamamiyetimle alakalı bazı şeyler söyleyemiyorsa o demokrasinin eksikliğidir. Türkiye'de hâlâ bunlar yaşanıyor. Ve hâlâ bunları ifade ettiğinden dolayı, hatta ifade etmesi muhtemel olduğundan dolayı; ihtimaller vukuat yerine konarak insanlar bir şakî gibi takip ediliyor. Hatta sürgüne gönderilmek isteniyor. Türkiye'nin alması gerekli olan mesafe var. Şu anda Türkiye durması gerekli olan yerin çok gerisinde duruyor kanaat-i acizanemce.

-Türk insanı aptal değildir. Burada bile çok önemli yerlerde Türk aydınları, Türk bilim adamları var. Önemli yerlerde sorumluluk almışlar. Buradaki sistemden ötürü bizim insanımız bir yıldız gibi parlıyor. Türk öğrenciler geliyor, olimpiyat kazanıyor. Bunlar, evvela benim zihnimdeki bir şey yapamayacağımız düşüncesini, o kötü düşünceyi yıkmıştır. Bizim insanımızın aklı her şeye erer. İcabında dünyayı bile idare edebilir. Fakat öyle değil de acaba biz şuna mı dayansak, buna mı dayansak sürekli böyle bir dayanma mülahazasıyla kendi kendimize ayakta duramayacağımız düşüncesini, o yıkılası düşünceyi hep diri tutmaya çalışıyoruz. “Birileri olursa ayakta durabiliriz.” düşüncesini bir kere yıkmak lazım. Kendimiz olmamız için, ayakta durmamız için denememiz lazım. Sakat olan insanlara bile “hele bir ayakta durmaya bak” derler. Sonra da o değneği atar, kendi kendine ayakta durmaya başlar. Fakat bizde bir ‘şirzime-i kalil’ diyorum ben, oligarşik bir azınlığın nedense insanımızın kendi olmasına tahammülü yok. Neyse onlar, nasıl düşünüyorlarsa kendi darlıkları içinde toplumu da o darlığa mahkum ederek geleceği karartıyorlar diyeceğim.

Pençem yok pençe atamıyorum, onlar ısırıyor yanlarına kalıyor

-Burada bulunuşunuzu hangi kelime daha iyi açıklar? Sürgün mü, hicret mi, kaçış mı?

-Hangi niyete bağlanmışsa ona göre hüküm verilir. Ben hastaneye geldim check-up yaptırmak için. Buraya hastalığım biraz geçsin diye geldim. Dolayısıyla kendi düşüncem, kültürüm için onu anlatayım diye hicret ettim diyemem. Şu anda da onu yapamıyorum zaten. Çevreyle görüşmüyorum. Keşke öyle bir niyetle gelseydim. Bediüzzaman'ın da dediği gibi milletimin 5 bin senelik kültürüne dair bazı şeyleri anlatma imkanım olsaydı. Değişik yerlerde seminerler yapmaya çalışsaydım. Konferanslara iştirak etseydim. Konferanslara çağırdılar gidemedim. Bir yere bildiri gönderdim. Şimdi Barcelona'dan istiyorlar. Hatta küçük bir şey hazırlamıştım, sonra geri çektim. Ben böyle bir insan değilim; ama değişik yerlerden ısrarla dünya barışı, hoşgörü ve diyalog çerçevesi içinde mutlaka katılın diyorlar. Müstenkif davranıyorum hep. Çünkü Türkiye'de birilerinin başarısını hiçbir zaman ‘Cenab-ı Hak benim gayretime lutfetti’ demedim. Bunu şirk sayıyorum. Her şeyi Allah yapar. Fakat birinin elinden böyle hayırlı iş meydana gelince bunu hazmedemeyen, bütün güzel şeylerin kendilerine gönderilmesini isteyen kimseler var. Bunlar rahatsızlık duyuyorlar. Size birileri barış kahramanı dese zannediyorum kalpten gidecekler. Bunların hepsini hesap ediyorum. Onun için tam kendime muvazzaf demiyorum. Tedavi için geldim, tedavi için geldikten sonra da biraz daha burada kalmada maslahat görüyorum. Çünkü başkaları gibi dişim yok ısıramıyorum. Pençem yok, pençe atamıyorum. Onlar ısırıyor yanlarına kalıyor. Pençeliyorlar, parçalanıyor bazı yerler. Onuruma, gururuma dokundurucu şeyler söylüyorlar. Dinim var, diyanetim var. Kimseye minnetsiz yaşadığım bir hayatım var; ama karşı taraf insani değerleri hiç bilmiyor. Tecavüz ederken insanî değerlerin üzerinde tepindiğinin hiç farkında değil. Öyle olunca onlar bilmiyorlar bâri ben kendime üzülmeyeyim, horlatmayayım; üzerimde raksetmelerine izin vermeyeyim mülahazasıyla daha olumlu bir zaman bekleme düşüncesiyle burada intizardayım. Bunlar da bana “çık git” demezlerse Türkiye'deki havanın biraz daha durulmasını bekleyeceğim. Ama şimdi diyorum, muhacirliğe çıktım ben, sevap olsun bari. Yanıma gelen az dahi olsa bazı arkadaşlarla görüşüyorum.

-Sürgün kelimesi ruhunuza uygun geliyor mu?

-Canım sıkıldığı zaman sürgün diyorum. Ve onda da teselli buluyorum kendime göre. Dünyada çok kıymetli insanlar sürgüne uğramıştır. Abdülhamit gibi vatanını seven bir insan bile sürgüne gönderilmiş. Mehmet Akif, Namık Kemal, dünya kadar insan sürgün yaşamış. Hatta kendi hoşgörü telakkilerim içinde kimseye “onlar” “ötekiler” “karşı taraf” “karşı cephe” demeyi yakışıksız buluyorum; ama kendine göre bir düşüncesinden dolayı Troçki de Meksika'da sürgün yaşamış.

Türkiye'de binlerce insan bugün de anket yapılsa sevdiklerini söylüyorlar. Benim için utandırıcı bir şey yok. Ben hırsız filan değilim. Allah'ıma sena olsun haram yemedim. Çalmadım, çırpmadım. Kardeşlerimin durumu bellidir. Bir işle uğraşıyorlar. Bir ağaç kovuğundan da çıkmadık. Yani geniş bir ailemiz vardı, fakat neyleyelim hep böyle kalsın kardeşlerim. Böyle olduğum halde değişik şeylerden dolayı ilişmelerin incittiğini, acıttığını ve içimi kanattığını söylemeliyim.

-Nasıl bir işaret beklersiniz dönebilmek için? Bu pusun tamamen kaybolmasını mı?

-Sağlığım müsait değil benim bunları dinlemeye. Burada bir sıkıntım da yok. Yani ben zaten bekâr bir insanım. Şeker hastasıyım, damla damla bir şeyler yiyorum. Bana çok az şey yetiyor. Allah'ın lütfu, 40-50 tane kitap yazdım, teliflerini gönderiyorlar. Bu mevzuda bir problemim yok. Nerede bir delik bulursam başımı sokup orada kalıyorum. Sular tam durulmadıktan sonra yeniden Türkiye'de bir kıyamet kopmasına vesile olmak istemem. Çünkü sûru dudağında üflemek için bekleyen bir sürü insan var.

mico_tasarım