Minyatür-Tezhip-Çini-Hüsn-i Hat Sanatları.

Zerafetin aynası: Minyatür
(21/01/2002 Oğuz Köroğlu )

Sanat ve insanda arayış gerçeği

İnsan denen varlık, yaratılışından bu yana iç dünyasından yükselen şiddetli bir arayışla, hep “en güzel olana” erişebilmenin hasretini çekegelmiştir. Bu hâl onda köklü bir sevdaya dönüşmüş ve insan, aradığı güzeli dış dünyada bulabilmek için sonsuz bir çaba sarfetmiştir.

Âdeta “kara sevda”ya dönüşen bu arayış, insanın dış dünyayı daha bir dikkatli seyretmesini ve iç âleminde en güzelin farklı bir tecellisiyle karşılaşmasını beraberinde getirmiştir.

Bilim adamı, bu olguların nesnellik payını yakalamaya çalışırken; daha öteleri sezerek başka dünyaların sonsuz boyutlarına ulaşabilmek, sanatçının vazgeçilmez tutkusu olmuştur.

Böylece sanatçı; iç dünyasında barındırdığı en güzeli, doğruyu ve gerçeği toplumla paylaşmakta, büyük bir iftiharla beğenisine sunmaktadır. Kimi sanatçı eline tuvalini alarak en güzelin manzarasını resmetmekte, kimi de küçücük kağıda, ipek kumaşa incecik fırçayla minyatürler çizerek son derece gerçek bir dünyayı, rüyalar ülkesinin en güzelini bir anda bize hediye etmektedir.

Geleneksel Türk sanatlarının en önemli türlerinden biri olan minyatür; bize yüzyıllardan beri çok boyutlu güzellikler sunan, nakkaşlarını çok uzun bir zaman diliminde yetiştiren, mükemmeli aramada çok büyük ve görkemli bir saha, sanatkârın engin ruh dünyasından alınan muhteşem bir kitaptır.

Eski el yazması kitaplara boya ve yaldızla gayet dikkatli ve ince olarak eski usulde yapılan küçük ebattaki resimlere ve ayrıntıları renkli olarak gösterilen küçük boy portrelere minyatür denir. Minyatür, hikaye, şiir ve tarihin canlı bir türemesidir. Bir minyatüre bakıldığında, o eseri ortaya koymuş olan sanatkarın içinden yetiştiği cemiyetin ahlâk ve medeniyetini, o devir insanının giyiniş tarzını ve tarihî hadiseleri günümüze kadar getirdiği görülür.

Minyatür denilince resim sanatında olduğu gibi aklımıza portre, manzara vs. kavramlar gelmektedir. Minyatürün en önemli özelliği perspektifin olmamasıdır. Minyatür ustası, ön planda tutmak istediği figürü daha büyük bir şekilde ve daha detaylı olarak boyayabilir.

Minyatürün ortaya çıkışı

Minyatür sanatı Orta Asya’da ortaya çıkmıştır. Tarihi, Türkler’in Orta Asya’da dünya sahnesine çıktıkları devirlere kadar uzanmaktadır. Minyatürün öz kaynağı ve temsilcileri ise Uygur Türkleri’dir. Orta Asya’da yapılan kazı ve araştırmalar, Uygur–Türk şehirlerinde bulunmuş fresk, resimli ve minyatürlü kitaplar, 8–9. yüzyılda bu sanatın Uygur Türklerinde ne derecede ilerlemiş olduğunu açıkça gösterir.

Orta Asya’da, özellikle Turfan bölgesinde 8. yüzyıldan kalma Uygur duvar resimlerinden başka minyatürler de bulunmuştu. Bu minyatürlerdeki üslup Türkler aracılığıyla birçok İslam minyatürüne de geçtmiş ve etkilerini 15. yüzyıla değin sürdürmüştür.

Büyük Selçuklu Devleti döneminde minyatürlü yazmaların hazırlanışı hız kazandı ve klasik bir minyatür sanatı ortaya çıktı. Büyük Selçukluların dağılması üzerine Mezopotamya çevresinde ortaya çıkan bölgesel devletlerde ve Anadolu Selçuklularının egemen olduğu yörelerde de minyatürlü el yazmaları hazırlandı. Konya, Diyarbakır, Musul ve Bağdat gibi kentler bu dönem minyatür sanatının korunduğu önemli sanat merkezleri oldu.

Anadolu Selçuklu minyatürlerinin bir bölümü, Abbasiler dönemi kaynaklardan derlenmiş ya da doğrudan Arapça’ya çevrilmiş tıp, botanik, astronomi gibi bilimsel konulu yapıtlarda yer alıyordu. Bunların yanı sıra mesnevi ve öykü kitapları gibi edebi yapıtlar da resimlendi. Bu dönem minyatürüne genellikle İslam düşüncesine uygun soyut bir üslup egemendi. Anadolu Selçukluları zamanında verilen eserler günümüze kadar gelememiştir.

Selçuklu mektebinin en eski meyvesi: Varka vü Gülşah

Anadolu Selçuklu minyatür sanatının en ilgi çekici ve tipik örnekleri, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde korunan Varka vü Gülşah adlı mesnevide yer alır. Ufak boyda 71 minyatürden oluşan, Varka vü Gülşah, 13. yüzyılın başından günümüze kalan Selçuklu mektebinin en eski ve tek örneği olup kendi kıyafetleriyle Türk tiplerini yansıtmaktadır. Eser bir aşk hikayesini anlatmaktadır. Bu Farsça mesnevi, aslen Azerbaycan’ın Hay şehrinden gelen Nakkaş Mehmed ibn Abdülmümin tarafından Konya’da 13. yüzyılın ilk yarısında minyatürlenmiştir. Yapıtın minyatürlerinde çizgi ve renk, erken İslam minyatür sanatının diğer örneklerinde olduğu gibi soyutlayıcı biçimde kullanılmıştır. Figürlerin bulunduğu mekânlar ve doğa, simgesel olarak belirtilmiş, zemin kırmızı ve mavi renklerle boyanmış ve Selçuklu yapıtlarında da görülen öğelerle bezenmiştir.

Anadolu Selçuklu minyatür okulunun son örnekleri, gene Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan ve 13. yüzyıl sonlarına doğru hazırlandığı sanılan Kelile ve Dimne adlı yapıtta yer alır.

Osmanlı döneminde minyatür

Osmanlı İmparatorluğu döneminde minyatür, Fatih ile kendini göstermeye başlar. Çünkü Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu her yönden olduğu gibi sanat bakımından da bir yükselme dönemine girmiştir. Minyatürün Osmanlı İmparatorluğu içinde gelişmesi de bu dönemde başlamıştır. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu döneminden, ancak Fatih Sultan Mehmet zamanından itibaren yapılan eserler günümüze kadar gelebilmiştir.

Fatih devrinin nakış esaslarını belirten kitaplar oldukça fazladır. Fatih Sultan Mehmet; eski ve iyi tashih edilmiş nüshaların en önemlilerini kendi hattatlarına yazdırıp müzehhip ve mücellitlerine nakışlarını ve ciltlerini yaptırdıktan sonra asıllarını Fatih Camiî kütüphanesine, medreselere, özellikle Semaniye medreselerine veriyordu. Yalnız ilimden değil, sanattan da anlayan bir hükümdarın himayesiyle çok dikkate değer eserler ortaya çıkmıştır. Fatih’in gül koklarken yapılmış olan portresi, onun sanatının ne kadar kuvvetli olduğunu bize gösteriyor. Zaten portre sanatı da Fatih devrinde gelişen önemli bir olaydır.

İleri bir resim sanatının geliştiği Fatih devrinden minyatürlü yazma ne yazık ki yoktur.

Osmanlı devri Türk minyatüründe Fatih’le başlayan gelişme Kanunî zamanında tam bir olgunluğa ulaşmıştır. II. Beyazıt döneminde ise önemli gelişmeler olmuştur. Sultan II. Beyazıt zamanında etkisi daha kuvvetli Türkmen üslubu Türk zevkine uygun olarak devam etmiştir. Edebi konular dışında tarihî konular ve sultan için hayatını, saltanatını anlatan minyatürlü yazmalar ilk defa görülür. Yuvarlak yüzler, badem gözler Türkmen üslubuna uygundur. II Beyazıt zamanında, Uzun Firdevsi diye tanınan Bursalı Şerafettin’in yazdığı iki tam sayfa başlık minyatürlü Süleymanname, 1500 tarihlerinde gelişmekte olan Osmanlı minyatürüne bir dönüm noktası olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk yıllarından başlayan gelişme sonunda, Klasik Osmanlı minyatürcülüğü en parlak devrini yaşamış, bol sayıda eser meydana getirilmiştir.

Kanunî ve hayret uyandıran portreler

Kanuni Sultan Süleyman zamanında gelişen orjinal portre resmi tek bir nakkaşa bağlanır. Nigâri adı ile tanınan ve İstanbullu olan seksen yaşındaki Haydar Reis’e. Onun Topkapı Sarayı’nda bulunan 30x45 cm ölçüsüne varan büyük boy minyatürleri, çok koyu bir fon üzerine yapılmış olup, baş ve yüzlerdeki ifade kuvveti ve portre benzerliği ile hayret uyandırmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ı yaşlı haliyle canlandıran minyatürü, en karakteristik eserlerinden biridir. Kanuni’nin bu minyatürüne baktığımızda şunu görüyoruz: Tasvir edilen büyük hükümdar sade görünüş altında yalnız çok ince yüz hatları ile haşmetli bir etki yapmaktadır. Anatomi çalışmalarına, el ve ayaklara önem verilmediğinden bunlar ihmalkâr şekilde çizilmiş vücut ve kol elbiseler altında ustalıkla kapanmıştır.

Genel olarak minyatür sahasında Osmanlı dönemini üçe ayırabiliriz. Kuruluşundan 21. yüzyılın ortalarına kadar olan süre birinci dönemdir. Bu da Fatih dönemidir. Fatih’le birlikte her konuda eser verilmeye başlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün kaynaklar artık, her sahada yazma eserlerin hazırlandığını, minyatürlendiğini bildirmektedir. Edebiyattan tıp ve hatırlara, dini konulardan, coğrafi eserlere yani tüm konularda çok güzel minyatürler ortaya çıkmıştır.

İkinci olarak hemen şu noktayı dile getirebiliriz, üsluplaşma denemeleri de artık kesin bir şekilde göze çarpmaktadır. Fatih’le başlayan batı etkisi, Yavuz’un Tebriz’i almasıyla birlikte kendisini, Orta Asya’nın esrarlı üslubuna bırakmıştır. Üçüncü özellik olarak da bu dönemde bağımsız üslupların ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Artık bu dönemde bir Sinan Bey’i, bir Matrakçı Nasuh’u rahatlıkla söyleyebiliriz.

Osmanlı’nın kültür dokusu

Osmanlının ikinci dönem minyatürleri ise 16. yüzyılın ikinci yarısında Sultan II. Ahmet saltanatının, yani 1730’lu yılların bitişine kadarki zaman diliminde meydana gelmiştir.

Bu dönemdeki Osmanlı minyatürlerini artık rahatlıkla tanımaktayız. Çünkü bu sahada eser vermiş ülkelerin minyatürlerinden çok farklı özellikler göstermektedir. Osmanlının kültür dokusunu, ilim seviyesini hatta ilerleme hızını rahatlıkla görebiliriz.

Bu zaman dönemindeki nakkaşların en önemlisi Levnî’dir. Birçok kitapçıda, kartpostal olarak minyatürlerini bulabilmekteyiz.

Sultan Genç Osman’ın kısa saltanat yıllarında hazırlanan minyatürlere baktığımızda çok kaliteli minyatürler olduğunu hemen görebiliriz.

Yok olan bir sanat: Minyatür

Devrin sosyal hayatı hakkında detaylı bilgi veren, 16. yüzyılda hazırlanmış bulunan Sümame–i Hümayun’dan örnekler vermeden geçmeyelim. Sultan III. Murat, oğlu şehzade III. Mehmed’in sünnet düğünün 1582 yılında yapar. Dönemin ünlü nakkaşı Osman Usta idaresindeki bir ekip ise bu düğünü minyatürler. Eserdeki minyatür sayısı 472’dir. Birbirinden güzel minyatürler o dönemin toplumsal dokusunu bütün inceliği ile yansıtmaktadır.

Üçüncü döneme gelince, Nakkaş Levni’nin devrinin bitmesiyle birlikte başlayan bu dönem için söylenecek pek fazla bir şey yoktur. Zira, artık Osmanlı kültürüne batının girdiğini ve nakış sanatının da kendini, bu tesire kaptırdığını görmekteyiz. Minyatüre klasik resim unsurları olan gölge ışık oyunları, perspektif vs. girmeye başladığında minyatür unutulmuş, yerini klasik resim almıştır.

------

Estetiğin ve güzelliğin sanatı: Tezhip
(2002-01-22)

Tezhip, uzun ve köklü bir geçmişe sahip kitap sanatlarımızdandır. Hüsn–i hat ve cilt sanatlarını tamamlayan, onlara ahenk kazandıran, bu sanatlarla birlikte kitaba nakış ve renk armonisi katan muhteşem bir güzelliktir.

Eskiden yazma kitapların ve hüsn–i hat kenarlarını boya ve yaldızlı süslemelerle tezyin etme işine tezhip denirdi, bu işleri yapan kişilere ise müzehhip. Başka bir ifadeyle; altınla süsleme anlamına gelen tezhip, boya ve altın tozuyla, çiçek ve nakışlarla süsleme sanatına verilen addır

Tezhip, resimden ve minyatürden çok farklı teknikle yapılır.

Tezhip, kitabın çeşitli yerlerine yapılır, bunlardan en önemlileri:

1. Zahriye: (Kitabın ilk bir veya iki sayfasında) Yuvarlak, köşeli olabilir ve ortasında madalyon halinde eserin ve müellifin adı ve eserin kimin namına yazıldığı kayıtlıdır.

2. Başlık: (Serlevha) Metnin başladığı sayfadaki başlıktır. Bazı yazmalarda bilhassa Kur’an–ı Kerim’lerde ve padişahlara takdin olunan eserlerde bu sayfayla karşısındaki sayfa tamamıyla tezhibli olabilir.

3. Bölüm ve sûre başlıkları: Sûrelerin başladığı sayfalardaki tezhiptir.

4. Durak, cüz, hizip, secde işaretleri (Kur’an–ı Kerimlerde)

5. Hatime (son)

6. Cedvel (Yazıyı çerçeveleyen çizgi)

7. Zencirek (Tezhibli sayfa kenarındaki geçme)

8. Tığ (Sayfada yazı dışındaki süsler)

Kütüphanelerimizde, saray nakışhanesinde tezhiplenerek padişaha sunulan birçok eser vardır, aradan 500 yıl geçmesine rağmen güzelliklerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdir.

Tezhibe kısaca estetiğin ve güzelliğin sanatı demek doğru olacaktır.

Türk tezhip sanatı, resim ve minyatür sanatları gibi Türk millletinin tarihi ile başlar.

Tezhip sanatı ve Türkler

Türk tezyini şekillerinde tabiattan faydanıldığı gibi, bir takım hatların muhtelif şekillerle bir araya gelmesinden mürekkep geometrik birleşmelere de büyük yer verilmiştir.

Orta Asya’da kağıdın icadı ile birlikte, Türklerde, resim, minyatür ve tezhip gibi sanatların en güzel örnekleri ile geliştiği görülür. Ancak Orta Asya’daki Türk zevkinin yarattığı bu eserlerin büyük bir çoğunluğu Batılılarca Çin’e mâl edilmeye çalışılmıştır.

Güzel sanatların beşiği Orta Asya olup, minyatür gibi tezhip de bu coğrafyada doğmuştur.

Türkler’de sanat zevki

Türkler’in tezyinatı güzel olduğu kadar sadedir de. Sadeliğin güzelliğini Türkler çok iyi anlamıştır. Türkler’de esas olan sadelik, tenasüp ve ahenktir. Türk zevki süs içinde boğulmamıştır.

Mazisi Orta Asya Türklüğüne uzanan tezhip sanatı, Selçuklu Türklerinde hayli ilerlemiş, onlardan Osmanlılara geçmiş, XV. ve XVI. yüzyılda en yüksek zirveye ulaşmışıtr. Bunun sebeplerini diğer sanat dallarında olduğu gibi XV. yüzyıl siyasî istikrarın sağlanmasından sonra memleketin iktisadi, dolayısıyla kültür ve sanat faaliyetlerinde beliren canlılıkta ve XV. yüzyılın Selçuklu ve Osmanlı devrinin sanatları arasında bir köprü oluşunda aramak gerekir.

Osmanlı klasik dönem tezhipleri

Baba Nakkaş tarafından yönetilen Fatih’in saray nakışhanesinde üretilen tezhipler başta olmak üzere ilk dönem olarak isimlendirdiğimiz Osmanlı tezpileri aşırılığa kaçmayan, inceliği, zerafeti, ölçülü çizgileri, parlak, aydınlık renkleri, yazı ile sağladığı dengeli düzeni, geometrik geçmeleri ve küçük çiçek motifleriyle ilk önemli dönemi yaratmıştır.

Klasik tezhip sanatının ikinci önemli aşaması Kanunî Sultan Süleyman dönemidir. Fatih’in ölümü ile başa geçen oğlu Sultan II. Beyazıt döneminde yapılan tezhip örneklerine baktığımızda Fatih döneminin bir tekrarı olduğunu görürüz. II. Beyazıt geleneksel sanatlara bağlı olup saray nakışhanesindeki faaliyetleri bu yönde geliştirmeye zorlamış bir padişahtır.

Bu dönemde İslam geleneklerine bağlı sanatçılar saraya getirilmiştir.

Minyatürde olduğu gibi tezhip sanatında da bir yükseliş devri olarak nitelendirdiğimiz XXI. yüzyılda saray nakışhanesinin başında Mehmet Karamemi adlı bir sanatçı vardır. Kanuni’nin uzun saltanatı sırasında Doğu’ya yapılan seferler sonucunda saraya gelerek çalışan sanatçılar vardır. Yerli sanatçıların yanında çalışan yabancıların Osmanlı saray sanatını etkilemiş olması kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu etkiler kompozisyon düzeninden başlayarak birçok ayrıntıda bile kendini göstermişitr. Fakat bütün etkilere rağmen bu dönemde klasik bir Türk üslubunu oluştuğunu da vurgulamak gerekir.

Klasik dönem tezhiplerinde, tezhip süslemesinin temel malzemesi olan altın bol olarak kullanılmıştır. Bunun yanında çiçek motiflerinde beyaz, turuncu, pembe, sarı, bordo, kırmızı, mavi gibi hemen her rengin yerine göre kullanıldığı görülür.

Mükemmel bir teknik ve itina ile yapılan bu zengin kompozisyonu tezhiplerde altınla kullanılan renkler arasında tam bir uyum sağlanmıştır.

XXI. yüzyılda Kanunî devrinde gelişen ve en yüksek düzeye ulaşan klasik Türk tezhip sanatına benzeyen ancak daha zayıf eserler yapılmıştır.

Fatih’in tezhip merakı ve Baba Nakkaş

Her çeşit ilim ve güzel sanat kolu, kitap ve kütüphane aşığı Fatih Sultan Mehmet’in kolu kanadı altında himâye ve gelişme imkânları bulurken, hiç tezhip sanatının bundan uzak kalması düşünülebilir mi?.. Durmak bilmeyen mizacı ve araştırmacı kafasıyla, dini ve ilmi eserleri kendi özel kütüphanesi için tanınmış hattatlara istinsah ettiren Fatih, müzehhiblere bu eserleri Selçuk stilinden alınan ilhamla Türk zevkine yakışan bir şekilde tezhip ettirmiştir. Fatih sarayına bir nakışhane kurmuş ve başına da Özbek asıllı Baba Nakkaş’ı getirmiştir.

Fatih devri tezhipleri özellikleri bakımından Türk kitapçılık tarihinde tamamen ayrı bir ekolün eseridir.

Fatih devri tezhiplerinde İsfahan ve Herat mektebi tezhiplerinde görülen mavilerden daha değişik, pembemsi mavi ve siyah, bazende tamamen altın zemin üzerine geçmeler, rûmiler, kanatlar, bulutlar, nilüferler ve zemin notaları, çeşitli renklerde, fakat daima hoş bir ahenkle nakşetmişlerdir. Çiçek, dal ve filizler, türlü geçmeler, Fatih devri tezhiplerinin esas unsurlarını teşkil ederler.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Fatih Sultan Mehmet’in sahip olduğu kitap sevgisi ve dostluğu, ilim ve sanat koruyuculuğu, Türk kitapçılık tarihinde; hüsn–i hat, tezhip, ciltçilik ve bunlara bağlı diğer eski kitapçılık sanatları yönünden kendine has millî özelliklere sahip bir devrin açılmasına ve devamına sebep olmuştur.

Tezhip sanatı, aynı minyatür sanatı gibi Fatih Sultan Mehmet döneminde gelişmiştir. Tabiî ki başlangıç olarak Orta Asya’ya kadar uzanır.

Fatih Sultan Mehmet diğer sanatlarda olduğu gibi tezip sanatına oldukça önem vermiş ve geliştirmeye gayret etmiştir. Sarayına nakışhane bile kurdurmuştur.

Tezhip sanatı da Batı’nın kurbanı

Kanunî devrine en olgun çağına ulaşmıştır. Minyatür sanatında olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu gerileme dönemine girince düşüş yaşamıştır.

Avrupa’nın etkisine girdiklerinde tezhibin şeklinde de kendine ait has özelliklerinde de değişiklik göstermiştir. Barok üslubunun etkisi altına girmiştir.

Her sanatta olduğu gibi tezhip sanatı da Osmanlı İmparatorluğunun yükselme devrinde çok güzel örnekler vermiş, en olgun çağına ulaşmıştır. Gerileme devrinde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun durumnua paralel olarak bir düşüş yaşamıştır.

Tezhip sanatı bugün tamamen ortadan kalkmış, yalnız hüsn–i hat ve müzehhiplikle uğraşanlara ve bu işin meraklılarınca yapılmakta, sayıları az olan bu gibi kimselerin himmet ve gayretleriyle yaşatılmaya çalışılmaktadır.

Çağını yansıtan sanat

Tezhip sanatındaki üslup, yapıldığı devrin sanat üslubuna göre değişir. XVI. yüzyıl tezhipleri genellikle kıvrımlı bezemeler, Lâle devrin de ise kökler ve çiçekler şeklinde yapılmış, Barok devrinde de Avrupa Rönesans ve Barok kıvrımlarını taklit ettiğini bu tezhipleri incelediğimizde rahatlıkla görebiliriz.

Tezhip, yapıldığı devrin sanat üslubuna göre değişmekte beraber, bu üsluplarla onları doğuran medeniyet tarzları arasında da çok sıkı bir münasebet vardır.

Türk tezhibi yabancı tesirlerden uzak kalabildiği devirlerde sade ve güzel renkli olarak dikkati çeker, motif ve renk çokluğu ile gözü yoran diğer tezhip ekollerinden ayrılır. Bu gaye ile sarayda bulunan yabancı sanatkârlar Türk sanatkârlarından ayrı olarak çalışmışlardır.

--------

İç güzelliğin dış dünyaya yansıması: Çini
(23/01/2002)

Türklerin sanata en büyük katkılarından biri de çinicilik olmuştur. Anadolu’da çininin mimarî süslemede kullanılmaya başlaması ilk defa Türkler’in meydana getirdiği eserlerde görülmüştür. Selçuklular’da büyük gelişme gösteren tuğla ve stüko süsleme, Anadolu’da yerini taş süslemeye bırakmıştır. Türkiye Selçuklularında mimarî eserlerin dışını süsleyen taş işçiliğinin çeşitli motifleri, eserlerin içinde süratli bir gelişme gösteren çini ile yapılarak mekânı renklendirmiştir.

İlk örneklerde tuğladan taşa geçişte görülen yumuşak akış, çini süslemeden önce tuğla ve sırlı tuğla süslemenin kullanılması ile kuvvetlenir. İlk eserlerde tuğla süsleme hâkim olmuş fakat kısa bir zamanda sırlı tuğlaların ve çininin katılması ile renklenmiştir.

Türk Selçuklu devri çini teknikleri cami, medrese, türbe gibi dinî eserlerin yanında sarayları da süslemekte kullanılmıştır. Konya’da 1160 tarihli Alâeddin Köşkü’nde bulunan çiniler, bu döneme ait en önemli örneklerden biri olup, insan figürlerinin kullanılmış olması bakımından da özgünlük taşımaktadırlar.

Türkiye Selçukluları’nın levha halindeki çinileri arasında en çok rastlanan eser Kubadabad (Kûbad–Âbad) Sarayı’dır. Konya’nın Beyşehir ilçesinde, Beyşehir Gölü’nün güneybatısında ünlü Selçuklu saray ve küllîyesidir. Alâeddin Keykûbat tarafından (1266–1236) yaptırılmıştır. Kazılarda ortaya çıkarılan zengin alçı ve çini süslemeler özellikle figürlü oluşları ile dikkati çeker. Alçı süslemelerde insan ve hayvan figürleri işlenmiştir. Taht eyvanının ve odaların duvarlarını kaplayan çiniler, çevredeki fırınlarda sır altı ve sır üstü teknikleri ile yapılmıştır. Yıldız biçimindeki beyaz, firuze ve patlıcan moru renkli çinilerle av eğlenceleri, bağdaş kurmuş oturan sultan ve sarayın önde gelenleri, bitki motifleri ve çeşitli hayvan figürleri (kartal, tavus kuşları, av hayvanları) çok başarılı bir üslûpla işlenmiştir. Çinilerin çoğunda perdah tekniği görülür.

Sarayın alçı ve çini süslemeleri Konya’daki Karatay çini eserler müzesinde sergilenmektedir:

Şaheser ürünler

Konya Alâeddin Camii: (Mozaik çinili mihrabı ve kubbesi)

Konya Sırçalı Medrese: (Orta Anadolu’da çiniye sırça denilirdi.) Avluya açılan giriş eyvanı tamamen çini kaplıdır.

Konya Karatay Medresesi: Medresenin içi tamamen firuze, lâcivert, mor renkte mozaik tekniğinde yapılmış çinilerle süslüdür.

Konya İnce Minareli Medrese: Medreseye adını veren minare, taştan bir kaide üzerinde yükselir. Kaidenin üstünde mavi sırlı tuğlalarla süslü küp kısmı vardır. Bu kısımdan sonra tuğladan yapılmış çokgen bir bilezikte minare gövdesi yükselir. Gövde dilimleri sırlı tuğla dekorludur.

Sivas Gök Medrese: Sırlı tuğla ve mozaik çini dekorlu minareleri ile, taç kapısındaki taş, tuğla ve çininin cephe süslemesinde birleşmesinin başarılı örneklerinden biridir.

Sivas Çifte Minareli Medrese: Giriş eyvanı ve minareleri sırlı tuğla ve mozaik çini dekorludur.

Beylikler Dönemi, Anadolu Selçuklu eserlerinin teknik, renk ve süsleme açısından devamıdır.

Selçuk İsa Bey Camiî: Mihrap önüne rastlayan güney kubbesinde, kasnak altındaki üçgen pandantiflerde kahverengi, firuze, koyu mavi renkli mozaik çini süslemeler vardır.

15. yüzyıl ortasına kadar hüküm sürmüş olan Karamanoğulları Beyliği döneminde yapılan eserler çini süslemesi bakımından daha zengindir. Genellikle Selçuklu devri mozaik çini geleneğini devam ettirmekle beraber yeni teknik ve motif özellikleri de getirmişlerdir. 15. yüzyıl çinilerinin en güzel örnekleri Konya’dadır. Renkli sır tekniği gelişmiştir. Bu tekniğe özgü olan sarı ve beyaz renkler de katılmıştır. Ayrıca renkli sırları ayıran siyah konturlar yanında kırmızı renk de görülür. Bu teknik, Osmanlı çini sanatının geliştirdiği bir teknik olup, İstanbul’da örneklerine çok rastlanır.

Tüm bu örneklerden de anlaşıldığı gibi çini mimarî, süslemede önemli bir yer tutmuştur. Mimarî ile en olgun şekilde bağdaşarak organik bir bütün hâlinde kubbeden eyvanlara, duvarlardan kemerlere, pencere ve mihraplara kadar çeşitli yerlerde kullanılmıştır. Dış mimarîde az da olsa taş işçiliğinin üstünlüğüne rağmen çini kullanılmıştır.

Çini teknikleri

Keramik–Çini yapımı:

İlk yapılan şekli: Yassı kare şeklindeki tuğlaların geniş ve dar yüzlerinin sıralanışı ile, dikey–yatay ve diyagonal bir şekilde yerleştirilerek çeşitli geometrik kaplamalar yapılmıştır. Tuğlanın hamuru iri taneli bol kuvars kildir. Kil su ile karıştırılarak hamur haline getirilir, kalıplara dökülerek şekil verilir. Havada suyu çekinceye ve kurutuluncaya kadar bırakılır. Sonra rende ile düzeltilerek, fırınlanır.

Çini Mozaik:

Tuğlaların sırlanması ile çini mozaik tekniği ortaya çıkmıştır. Hamurları sarımtrak kül rengidir.

Sırlı Keramik–Çini:

Sırrın esası erimiş kumdur. Şeffaf sır için kurşun, mat sır için çinko katılır. Renkli sır elde etmek için maden oksitleri ilâve edilir ve fırınlanır. Sırlar eriyince, çini hamurunun üstüne renkli, cam gibi saydam bir tabaka kaplar.

Aynı işlem tek bir levha üzerinde yapılırsa, çini panolar veya levhalar elde edilir. (Bugün banyo ve mutfaklarda kullanılan keramikler gibi.)

Keramik (Çini kaplar):

Topraktan (killi toprak) yapılan kap kacaklara keramik denir. Genelde fincan, bardak, kâse kandil vb. yapılmıştır. Teknik ve hamur çini ile aynıdır. Kubad Âbâd kazılarında bulunan parçalar Anadolu Selçuklu keramikleri hakkında bilgi vermektedir. Firuze sır altına siyah dekorludur.

Sır altı tekniği:

Keramikler özel boyalarla bezendikten sonra, üzerlerine sır çekilerek fırınlanır. Bezemeler koyu renkli, sır ise firuze ve yeşildir.

Sır üstü tekniği:

(Perdah) Bezemelerin dış çizgileri sırsız siyah boya ile belirlendikten sonra, içi sırlı boyalarla doldurulur ve üzerine sır çekilmeden fırınlanır. Siyah çizgiler renkli sırların birbirine karışmasını önler.

Minai tekniği:

Sır altı ve sır üstü teniklerinin birlikte kullanıldığı minai tekniği ile çok renkli yüzeyler elde edilir.

Lüster tekniği:

Sır üstü tekniğinden mat beyaz sırlı çini üzerine "Lüster" denilen gümüş ya da bakır oksitli bir bileşimle desenler işlenir ve çini alçak ısıda yeniden fırınlanır. Anadolu’da Kubadabad Sarayı kazılarında örnekleri bulunmuştur.

Kütahya işi keramikler:

Parlak beyaz üzerine mavi dekorlu keramikler Kütahya işi keramiklerdir. Rumî ve hataîler asıl dekorlardır. Bu teknik 16. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiştir. 17. yüzyılda mavi–beyaz keramiklerde çok ince kıvrık dallar bunlar üzerinde hataîlere ve küçük çiçeklere rastlanır. Haliç işi diye bilinirler.

Şam işi keramikler:

Mavi–beyaz keramiklerden sonra geliştirilen ve ticaret nedeniyle Şam işi diye tanınan diğer keramikler çok renklidir. Üslûplaşmış lâleler şematik buketler halinde gösterilmiş, güller madalyon şeklini almıştır. Mor, yeşil çok kullanılmıştır.

16–17. yüzyıl çinileri:

16. yüzyıl ortasında 17. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı çini ustaları çok renkli keramiğin en güzel örneklerini vermişlerdir. Renkler parlak beyaz üzerine mavi, yeşil, firuze ve mercan kırmızıdır. Motifleri karanfil, lâle, papatya, sümbül, gül, menekşe, zambak, nar, erik çiçeğidir. Bu motifler arasında kaplan ve pars beneklerinin birleşmesinden meydana gelen çintamani bulut, balık pulu, kuş ve hayvan figürleri sık sık görülmektedir.

Osmanlı keramiklerine ait koleksiyon, Topkapı Müzesi’nde sergilenmektedir.

Osmanlı çini sanatı

Selçuklular, çini sanatını anıtsal bir ihtişama ulaştırmışlardır. Mozaik çini sanatının mimarî ile bütünlük sağlayan teknik ve dekoratif üstünlüğü, erken Osmanlı çini sanatında da devam etmiştir. Ancak Osmanlı çini sanatı ana karakteri bakımından aynı olmakla beraber, yeni malzeme teknik ve dekoratif özelliklerinden dolayı, Selçuklu çini sanatından büyük farklılıklar göstermektedir. Selçuklu devri kültür ve sanat merkezi Konya olmuş, beylikler döneminde de bu merkez etkisini devam ettirmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurulması ise siyasî ve kültürel merkez Konya’dan Bursa’ya geçmiştir.Yeni çini merkezi Bursa yakınında İznik oldu. Bizans İmparatorluğu zamanında da bir keramik merkezi olan İznik, Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli çini merkezi olarak 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar üstünlüğün korumuştur. İznik yanında Kütahya, (İznik’teki teknik üstünlüğe erişmemekle beraber) 15. yüzyıldan başlayarak bir çini ve keramik merkezi olarak varlık göstermiştir.

Osmanlı dönemi çinilerinin hamuru kırmızı renktedir (Selçuklu çinileri sarımtırak kül rengidir.). Kilin içinde bulunan kuvars tanelerinin çeşitli boyutlarda oluşu nedeniyle çinilerde büyük bir genleşme olasılığı sağlanmış, bundan dolayı da kalın ve büyük ölçüde levhalar yapmak mümkün olmuştur. Bu levhalar ateşe dayanıklıdır. Kullanılan sırlarda kurşun vardır. Renkler de zenginlenmiştir. Madenlerden elde edilen renklerle, beyaz, mor, siyah, lâcivert renkler ortaya çıkmıştır. Mozaik çini tekniği devam etmekle beraber, renkler ve motiflerde bir zenginleşme görülür. Mozaik çini tekniğinin en başarılı örneği Bursa Yeşil Camiî ve türbesinde görülmektedir. Yeşil camii, adını içindeki çinilerin zenginliğinden almıştır. İç duvarları iki metre yüksekliğinde altıgen çinilerle, hünkâr mahfili duvar ve tavanları renkli sır tekniğindeki çinilerle kaplıdır. Yeşil Camiî ve Türbe’de en zengin örnekleri bulunan bu çinilerin en önemli özelliği renkli sırları ayıran konturlarda siyah rengin yanında kırmızının da kullanılmasıdır.

Erken Dönem Osmanlı çinilerinde diğer bir yenilik, sır altı tekniği ile yapılan mavi–beyaz çinilerdir. Edirne Muradiye Camii yan duvarlarında değişik bezemeli altıgen çiniler en güzel örnekleridir. Yeşil Camii’den sonra en büyük çinili mihrap bu camidedir.

Erken Osmanlı devrinde kullanılan renkli sır tekniği, mozaik tekniğinden geçiştir. Mozaik tekniğinde ayrı ayrı kesilen çini parçaları birleştirilerek dekorasyon sistemi elde edilirdi. Renkli sır tekniğinde ise, aynı etki bir tek levha üzerinde sağlanmıştır. Çini mozaikler arasındaki bağlayıcı alçı zemin, yerini renkli sır tekniğinde ayırıcı siyah konturlar, renkli sırların birbirne akmasını engellemiştir (Siyah kontur krom ve şeker karışımıdır).

İlk Osmanlı çinileri arasında mavi–beyaz süslü çiniler en önemli dönemini oluşturur. Zemin mavi ile boyanmış, örnekler beyaz olarak yapılmıştır. Motiflerde Selçuklu camilerinin geometrik yıldızlı geçmeleri, rumîler yapılmıştır. Motiflerde Selçuklu camilerinin geometrik yıldızlı geçmeleri, rumîler, lotus ve palmetler devam etmekle beraber, şakayık ve rozet gibi çiçekler ve nebatî (bitkisel) motifler de katılmıştır. Vazodan taşan natüralist çiçekler devrin gelişmekte olan üslûbun habercisidir. 16. yüzyılda bu üslûp son gelişmesini bulmuştur.

Sultan II. Murat devrinde, Anadolu ve İstanbul’un tüm anıtlarında İznik çinileri kullanıldı. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında Türk sanatının birçok kolları gibi bu sanat dalı da en yüksek gelişme noktasına vardı.

Mimarînin çökmeye başlamasıyla, Türk çini işçiliği de gerilemeye başladı. Parlaklığı ile hayranlık uyandıran ateş kırmızısı ortadan kaybolup, yerini tuğla kırmızısına bıraktı.

Sultan III. Ahmet döneminde bu sanata eski önemini tekrar kazandırmak için girişimler yapılmış, İznik’te tekrar atölyeler kurulmuştu. Çinicilik hareketlenmişti ama, klâsik dönem çinileri gibi çini yapmak mümkün olmamıştı.

Çini sanatı 18. yüzyıldan sonra önemini kaybetmeye başladı. Neo–Klâsik döneminde çini unutuldu ve çininin yerini duvar resimleri aldı. 19. yüzyıl sonlarına doğru, Haliç’te çini ve porselenden fabrikası açıldı, uzun süre çok güzel çiniler burada yapıldı.

İstanbul’daki çinili eserler

Çinili köşk (1472) (Fatih Sultan Mehmet Dönemi): Cephesi mozaik çinilidir. Yapının içindeki odaların duvarları, dolapların iç kısımları çini kaplıdır.

Mahmut Paşa Türbesi (1473): Selçuklu gelenekleri devam eder. Firuze, lâcivert çini levhacıklarla kaplıdır.

Yavuz Selim Camii ve Türbesi (1522-1523): Renkli sır tekniği ile yapılmış levhalarla, caminin pencere alınlıkları kaplanmıştır.

Şehzade Mehmet Türbesi: Kubbe kasnağına kadar çini ile kaplanmıştır. Sarı, mavi, yeşil ve beyaz egemendir.

Süleymaniye Camii: Kırmızı rengin ilk defa kullanıldığı eserdir.

Rüstem Paşa Camii (1561): Çininin en çok kullanıldığı yapıdır. Hem İznik, hem Kütahya çinileri bir aradadır.

Sokullu Camii: Rüstem Paşa Camii’nden sonra çinilerin tamamen mimarî anlayışı göre yerleştirildiği ikinci eserdir.

Revan Köşkü ve Bağdat Köşkü (1639): Dördüncü Murat yaptırmıştır. Firuze ve mor renkli, kuş ve hayvan figürlü sırlı çinilerle kaplıdır.

Topkapı Sarayı Harem Dairesi: Üç servili pano. Türk çiniciliğinin son örneklerinden biridir. 1668 yılında yapılan bu eserden sonraki çinilerde gerileme görülür.
-------------

Sonsuzluğa açılan bir pencere: Hüsn-i Hat
(2002-01-24)

Bir çizgi sanatı olarak doğan “Hüsn-i Hat”, yani güzel yazı yazma sanatı, Arap harflerini, zarif ve süslü biçimde düzenleyen yazı sanatıdır. İslamiyet ile başlayarak Türkistan’dan Endülüs’e kadar uzanan hüsn-i hat, Türklerin elinde mucizevi bir buluş ve eşsiz bir sanat kolu haline gelmiştir.

Hat denilince akla onlarca farklı anlam gelse de esasen Kur’an-ı Kerim’in harfleriyme yazılmış yazılar anlaşılmaktadır.

Ufuklar ülkesine götüren sanat
Tıpkı minyatür ve tezhip sanatları gibi hat sanatı da görende hayranlık uyandıran bir estetiğe sahiptir. Tenasüp, zerafet, ihtişam, yücelik gibi özellikleriyle güzel sanatlar ararasında yerini almıştır hüsn-i hat. Batı’nın modern resim anlayışıyla varmak istediği seviyeye Müslümanlar, asırlar önce hat sanatıyla ulaşmışlardır. Hat; mushaflarda, yazma eserlerde, mimaride, kitabelerde, mezar taşlarında, tahta ve metal işlerinde, kumaş, çini ve dekorasyonlarda en deruni hislerle yazılmış ve işlenmiştir. Bir tablonun bizde bıraktığı güzellik ve hayranlık duygularını; celî yazılar, murakka, hilye ve fermanlar adeta bizi bizden alır ve başka dünyalara götürür. Hat yazılarında aynı zamanda sanatkarlarının ruh hallerini, iç coşkularını müşahede ettiğimiz gibi, belli bir döneme hakim tefekkürü ve hayat şartlarını da anlamak mümkündür. Böylece hat, hem bir güzellik ile ülfet etmemize hem de ifade ettikleri manaları itibariyle hayati bir düstur kazanmamıza vesile olmaktadır. Diğer sanatların bizde uyandırdığı hayranlık ve zevkten ayrı, hüsn-i hatta, şekillerin üstünde ruha akan ilahi bir güzellik, yani ulvilik vardır.

İslâm sanatının temeli Tevhid
Hat sanatı, Tevhid’ten yani Allah inancından ilham alarak şekillenmiş bir sanattır. Nitekim, İslamiyet’e göre “Allah, zaman ve mekanla sınırlı değildir. O zamanın zamanı, mekanın mekanıdır. Ve O, doğmamıştır doğurmamıştır.” İşte bu inanç ve anlayış İslam sanatının temelini oluşturmuştur. Bu nedenle doğu kültüründe tezhip, hat ve minyatür gibi sanatlarla farklı bir boyut oluşturularak; duygular, sonsuzluk ifade eden grift çizgiler ve şekillerle anlatılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bu tarz, sanatı da sonsuz bir aleme açılan bir pencere mesabesine taşımıştır.

Hüsn-i Hat yazarlarına eskiden “katip” denirdi. Çoğulu “küttab”tır. Daha sonraları “hattat” olarak ifade edilmiştir. Osmanlılar zamanında hattatlara “hoş-nüvist” (güzel yazı yazan) ya da “hûb-nüvist” denilmiştir. Yazı çeşitlerine göre de “ta’lik-nüvist” (Talik yazan), “Celî-nüvist” (celi yazan) gibi isimler verilmiştir.

Türkler’le açılan bir çığır
Hüsn-i Hat, Türk hattatlarıyla en güzel şekline ve en geniş kullanım alanına kavuşmuştur. Türklerin İslamiyet ile şereflenmeleri, hat sanatı için de adeta bir başlangıç sayılmış, Türk sanatçısının eliyle kültür ve medeniyetin en muhteşem abidesi olmuştur. Türk hattatlar, hat sanatında erişilmesi mümkün olmayan üstün bir ekol kurmuşlardır. Şu söz, hattatlarımızın tartışılmaz üstünlüğünü ortaya koyması bakımından ne kadar manidardır: “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nazil oldu. Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.”

Güzel yazı sanatı, Türk ustaları ile en parlak şeklne kavuşmuştur. Hattatlarımız yalnızca cümleleri ve kelimeleri değil, harflere de canlılık katarak onları konuşturmuşlardır adeta. Çoğu kez süsleme sanatıyla birlikte yürüyen hat sanatı, tezhip ve ciltcilik gibi dallarla bütünleşince, kitapların her biri bir sanat şahaseri haline gelmiştir.

Hattatlarımızın vecd sarayı
Dünyada hiçbir topluma nasip olmayan hat sanatı Türk hattatlarının vecd saraylarından kopup, coşkuyla gönüllere hitap edecek tarz ve uslupla gelişerek günümüze kadar gelmişdir. Tarihimizde, çok ünlü hattatlar yetişmiştir. Amasyalı Şeyh Hamdullah Çelebi (1429-1520) hattatların piri sayılır. Sultan II. Beyazıd’ın büyük iltifatlarına mazhar olmuştur. Bir diğer üstat ise Hafız Osman (1642-1698) namlı hattatımızdır. Bugün dünyanın pekçok yerinde “Hafız Osman hattı” esas alınarak ‘Kur’an-ı Kerim basılmaktadır. Diğer meşhur hattatlarımızın bazıları ise şunlardır: Mustafa Rakım Efendi (1757-1826), İsmail Zuhdi (?-1806), Yasarizade Mustafa İzzet Efendi (1776-1849), Kadıasker Mustafa İzzet Efendi (1801-1876), Hat sanatımızın son büyük temsilcileri ise, Sami Efendi (1838-1912), Kamil Akdik (1862-1941), İsmail Hakkı Altunbezer (1869-1964), Necmeddin Okyay (1883-19769), Halim Özyazıcı (1898-1964) ve Hamid Aytaç (1891-1982)’dır

Hat sanatının türleri
Hat sanatı, Selçuklulardan başlayarak farklı türler ortaya çıkarmıştır.

Kûfi Yazı: İslâmiyetin ilk zamanlarında ortaya çıkan ve bu yazı şekli adını Kûfe şehrinden almıştır. Köşeli şekillerin hâkim olduğu, çivi yazısına çok benzeyen bu yazı, sonraları yuvarlak bir şekil almış ve süsleme motifi haline gelmiştir. Bu yazının daha dekoratif bir görünüş kazanmasını sağlamak üzere harflerinin her biri ile örüldüğü ve düğümlendiği “örgülü kûfi” ve yine süsleme amacıyla harf uçlarının bitkisel formlarla sonuçlandığı “çiçekli kûfî” gibi çeşitlileri vardır. Türk çini sanatında, özellikle Selçuklu çinilerinde çok kullanılmıştır.

Sülüs Yazı: 9. yüzyılın ilk yarısında Kûfi yazının değişikliğe uğraması ile ortaya çıkmıştır. Yazının özelliği; dikey harfler kısa diğer harfler ise yuvarlağımsı yazılmıştır. 16. yüzyılda Kur’an-ı Kerim’lerın yazılmasında kullanılmıştır.

Yakut el Mustasımî, 13. yüzyılda İslam hat sanatını inceleyip, ana kuralları geliştiren ünlü hattatlarımızdandır.

II. Beyazıt döneminde saray hattatı olan Amasyalı Şeyh Hamdullah; Beyazıt Camiî mihrap ve orta kapı yazılarını, Davut Paşa, Edirne Beyazıt Camiî kapı yazılarını yazmıştır. Ayrıca Kırk Yedi Kur’an onun eseridir. Etkisi 17. yüzyıla kadar devam etmiştir.

Ali bin Yahya Sofi, 15. yüzyılda yetişen hattatlarımızdandır. İstanbul Fatih Camiî kitabesini ve Topkapı Sarayı dış kapı kitabesini yazmıştır.

Nesih Yazı: Osmanlı döneminde sülüs yazı ile birlikte çok kullanılan yuvarlak hatlı, daha küçük yazı türüdür.

Hafız Osman, 17. yüzyılda Türk yazı üslûbunu yeni bir yükseliş dönemine getirmiştir. Taş basma ile çoğaltılan Kur’an’ları ile şöhreti bütün İslâm âlemine yayılmıştır.

Celî Yazı: Mimarîde kullanılan, sülüs yazının iri yazılmış şeklidir. Ahmed Karahisarlı bu yazıyı geliştirmiştir. Süleymaniye Camiî’nin kubbesindeki yazıların sahibidir. 18. yüzyılda Mustafa Râkım Efendi Celî yazıyı, damalı çizgilerle yazarak geliştirmiştir.

Rik’a Yazı: Biraz irice olup, mektuplarda kullanılır.

Tuğra: Padişahların imzası niteliğinde olan tuğralar da yazı sanatının gelişmesine paralel bir gelişme göstermiştir. Bunlar her padişahla birlikte yalnız metni değil formu da az çok değişen birer mühür olup, tuğrakeş adı verilen kişi tarafından yazılırdı.

İstif Yazı: Bir kelimede harflerin güzel görünmesi için, harflerin yan yana ve üst üste dizilmesi ile yazılır.

Ta’lik Yazı: Bu yazı divanlar, şiir kitapları ve diğer edebî eserlerde kullanılmıştır. 15. yüzyılda Tebrizli Mir Ali tarafından Osmanlı hat sanatında tanıtılmıştır.

Divanî Yazı: Osmanlı yazı türü olup, ferman, berat, menşur ve sultan iradelerini yazmak için kullanmıştır. Harfleri birbirini bağlıdır. Ekleme yapmak ve değiştirmek mümkün değildir.

Siyakat Yazı: Osmanlı yazı türü olup, resmî devlet yazısıdır. Malî kayıtlarda kullanılmıştır. Okunması ve yazılması zordur.

DİPNOTLAR

1. Oktay Aslanapa, Türk Sanatı. İstanbul: Remzi, 1984

2. Nimet Bayraktar, “Yazma Eserlerin Değerlendirme Ölçüleri ve Sanat Değerleri” İstanbul; TKDB, 1970-1914)

3. İsmet Binark, Eski Kitapçılık Sanatlarımız. Ankara; Ayyıldız Matbaası, 1975.

4. Müjgan Cunbur, “Kanuni Devrinde Kitap Sanatı, Kütüphaneleri ve Süleymaniye Kütüphanesi” İstanbul: KTDB, 1968-1713.

5. Suzan Çataloluk, Fırat Havzası Yazma Eserleri Sempozyumu. Elazığ, 1987.

6. Ayla Ersoy. Türk Tezhip Sanatı. İstanbul, Akbank Yayınları türk Süsleme Sanatları Serisi: 14-, 1988.

7. Süheyl Ünver, İlim ve Sanat Bakımından Fatih Devri. İstanbul. 1967