Gönül Bahçesinden Osman Nuri TOPBAŞ
Ramazan-ı Şerif
ve Oruç
Oruç ayı olan Ramazan-ı Şerîf, feyizli
bir hayatın yaşandığı mübârek bir mükâfât ayıdır. Nâil olduğumuz sayısız
nîmetlerin kadrini hatırlatan bu ayda, fânî lezzetlerden vazgeçip bâkî lezzetlere
nâil olmanın sırrına, Hakk Teâlânın emir buyurduğu oruç nîmeti ile
kavuşulur.
Oruç, fazîleti ve aslî gâyesi dâimî bir
ibâdet şuûru içinde nefs engeliyle mücâdele etmek ve nefsi baskı altında tutarak
tesîrini asgarîye indirebilmektir.
Oruç, hayat mücâdelesinde zarûrî olan
sabır, irâde, nefsî arzulardan uzaklaşma gibi hallerin tâlimi ile
ahlâkî durumumuzu kemâle erdirir. Yine bu ibâdet, nefsin bitmez tükenmez arzularına
karşı insanın şeref ve haysiyetini koruyucu bir kalkandır.
Yine oruç; sahibini, azm ü sebât, kanâat, hâle rızâ, metânet, sabır gibi ahlâkî
güzelliklere erdirmenin fazîleti ile beraber mahrûmiyyet ve açlıkla nîmetlerin
kadrini hatırlatır ve bu vesîle ile yoksulların hallerini düşündürüp onlara
merhamet ve şefkat hisleriyle yüreklerimizi hassaslaştırır. Şükrân duygularını
canlandırır. Bu vasfıyla oruç, sosyal hayattaki kin, hased, kıskançlık gibi kitleyi
huzûrsuzluğa boğan menfîlikleri bertaraf etmekte en müessir bir ilâhî emirdir.
Ashâb-ı kirâmın oruca karşı çok büyük
rağbetleri vardı. Onlar, tahammülü güç sıcak günlerde dahî nâfile oruç tumaya
gayret ederlerdi. Bir kısmının, güneş ışığının yakıcılığından korunacak
ölçüde elbiseleri bile yoktu. Elleri ile güneş ışığından ve sıcaktan korunmaya
çalışırlardı. Bütün bunlara rağmen büyük bir mânevî haz ve lezzet içinde
nâfile de olsa oruçlarını devam ettirirlerdi.
Şakîk-i Belhî buyurur:
İbâdeti lâyıkıyla îfâ edebilmek,
bir sanattır. Onun kazanç mekânı, halvet; vâsıtası ise açlıktır.
O açlık ki, modern tıpta bile diyet adıyla
sıhhatli kalmanın en birinci şartıdır. O açlık ki, tahammülü en zor olan bir
mahrûmiyyettir. Rivâyet olunur ki, nefis, yaratıldığı zaman çeşitli iptilâ ve
mahrûmiyetlere rağmen Cenâb-ı Hakka {REF Sen sensin, ben benim..} deme
cüret ve cehâletinde bulundu, ancak ve ancak açlık sebebiyle aczini kabûl etti.
Bu sebepledir ki, irâde terbiyesinde açlığa katlanabilmek kadar müessir başka bir
husûs yoktur. İrâde ise, tabiî ve nefsânî meyillere karşı koyabilmenin temel
şartlarından biridir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:
İnsanın asıl gıdâsı Allâhın
nûrudur. Ona aşırı ten gıdâsı vermek lâyık değildir. İnsanın asıl gıdâsı,
ilâhî aşk ve ilâhî akıldır.
İnsan, asıl rûhânî gıdâsını
unuttuğu ve ten gıdâsına düştüğü için huzûrsuzdur. Doymak bilmez.
İhtirasından yüzü sararmış, ayakları titremekte, kalbi telaşla çarpmaktadır.
Nerede yeryüzü gıdâsı, nerede sonsuzluğun gıdâsı?!.
Allâh şehîdler için: Rızıklandılar.
diye buyurdu. O mânevî gıdâ için ne ağız, ne de cesed vardır.
Hazret-i Lokmân, oğluna şöyle nasîhat
ederdi:
Miden doyunca, fikrin uykuya dalar,
hikmet susar, âzâlar ibâdetten geri kalır.
Velîlerden bir zât şöyle derdi:
Çeşit çeşit yiyeceklerle midesini
fesâda uğratan zâhidden Allâha sığınırım.
Âişe -radıyallâhü anhâ-:
Melekût kapısını açmak için gayret edin! demişti.
Sordular:
Ne ile?
Müminlerin annesi şöyle cevap verdi:
Açlık ve susuzlukla!
Sayılı günlerden ibaret olan oruç, yine
sayılı günlerden ibaren olan hayatımıza incelik, derinlik ve zerâfet kazandırır.
Çünkü tokluk, nefsânî arzuları tahrîk
ederken; açlık, -çok had safhaya varmadıkça- tefekkür ve tehassüs melekesini
güçlendirir. Bundan dolayı akıl hastalarına ilk tatbîk edilen tedâvî perhizdir.
Bununla beraber oruç, bir ibâdet olduğundan,
sırf o gâye ile icrâ edilmelidir. Onun faydaları gâye hâline getirilirse, oruç,
ibâdet olmaktan çıkar. Yâni oruçlarımızda mide dolgunluklarını önlemek, kilo
vermek gibi gâyeler olmamalıdır. Böyle oruçlarda rızâ-yı ilâhî düşünülemez.
Bedenî hareketlerin faydasını kasdederek
veya gaflet ve kasvet-i kalb ile kılınan namazlar bile bu kabîldendir.
İbâdetler, yalnız rızâ-yı ilâhiyyeyi tahsîl gâyesi ile yapılır. Bu gâyenin
gerçekleşmesi için, kalbin seviye kazanması, hamlıktan kurtulup kemâle erişmesi
zarûrîdir.
Ramazan-ı Şerîfte Hazret-i Peygamber
-sallâllâhü aleyhi ve sellem-in de tavsıyelerinde yer alan belli başlı
birtakım husûslara dikkat etmek îcâb eder:
a. Kelime-i şehâdet,
b. İstiğfâr ve zikir,
c. Cenneti tahsîl edebilmek için bolca amel-i
sâlih,
d. Cehennemden kurtuluş için harâmlardan ve
kerâhetten sakınmak,
e. İmkânlar nisbetinde çokça hayır ve
hasenatta bulunmak, kırık ve mahzûn kalblerin duâsını almak,
f. Oruçlu bir kimseye iftar ettirmek.
Ve emsâli...
Ramazan-ı Şerîf, müminlere fazîlet
ve olgunluk kazandırabilecek ilâhî bir rahmet mevsimidir. Oruçlu iken ağıza bir şey
girmemeğe dikkat edildiği gibi ağızdan çıkan kelâma da dikkat edilmelidir. Dedikodu
ve incitmeden son derece sakınmalı ve orucun fazîletini azaltmamalıdır.
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve
sellem- buyurur:
Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle
zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.
Denildi ki:
(Oruçlu) onu ne ile zedeler?
Buyurdular:
Yalan ve gıybetle... (Nesâî; Mucemul-Evsât)
Çünkü yalan ve gıybet sahipleri,
gündüzleri helâl yiyeceklerden nefislerini mahrûm bırakarak oruç tutarlar, ancak
yalan ve gıybetleri sebebiyle de insan eti yiyerek mânen harâmla iftar etmiş
sayılırlar. Bu şekilde zâhiren oruçlu olup mânen gıybet sebebiyle iftar etmiş
olanlar hakkında Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, takvâ ölçülerine göre:
Gıybet edenin orucu bozulur.
demiştir.
Hazret-i Mücâhid de, aynı hassâsiyete
binâen:
Gıybet ve yalan orucu bozar!
buyurmuştur.
Yâni gıybet edip yalan söyleyerek
oruçlarını mânen sakatlayanlar, orucun asıl matlûb olan bir kısım yüksek
fazîletinden tamamen mahrûm kalırlar.
Bunun içindir ki, dünyâ gâyeleri ile
bulandırılmış, riyâ, gösteriş ve gafletle kirlenmiş oruçlar ve namazlar
hakkkında Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyururlar:
Nice oruç tutanlar vardır ki, kendisine
orucundan kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve
teheccüd) kılanlar olur ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız
uykusuzluktur. (Taberânî)
Namazlar, bilhassa gece namazı olan terâvih
ve teheccüdler, kalbe huzûr sağlamalıdır. Bu mübârek ayda namazlara daha da itinâ
etmeli, Kurân-ı Kerîmi huşû ile okumalı, zikirle rûhumuzu inceltmeli,
zekât ve sadakalar ile de, vicdan huzûruna kavuşmalıyız. Kurân-ı Kerîm
Ramazan ayında dünyâ semâsına indirildiği için bu mübârek ayda Kurân
terbiyesine girmeli, o istikâmette ibâdetler değerlendirilmelidir.
Kurân-ı Kerîm, asıl kalble okunur.
Gözün vazîfesi, kalbe gözlük olabilmektir.
Ramazan-ı Şerîfin diğer bir kıymeti de müminlere feyz ü bereket dolu
bir Kurân hayatı yaşatması bakımından mütâlaa olunmalıdır.
Ramazan-ı Şerîf, oruç ve Kurân
arasında ince bir râbıta ve derin bir yakınlık vardır. Hayat ve ölüm
öğütlerini, Kurân-ı Kerîmden başka hangi salâhiyetli kürsüden
dinlemek mümkündür?
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve
sellem-:
Oruçla Kurân, kıyâmet gününde
kula şefâat edecektir. Oruç, sabrın yarısıdır. buyurmuşlardır.
Orucun ecri Cenâb-ı Hakk katında mahfûzdur.
Hadîs-i kudsîde buyurulur:
Âdemoğlunun her amel ve hareketi
kendisine âiddir. Oruç ise böyle değil! Çünkü o, benim içindir. (Çünkü ben
yemem, içmem ve bütün beşerî sıfatlardan münezzehim.) Dolayısıyla ben, onun
mükâfâtını (husûsî bir şekilde) bol bol vereceğim.
Bu hadîs-i kudsînin ardından Rasûlullâh
-sallâllâhü aleyhi ve sellem-, şöyle buyurdular:
Oruçlunun sevineceği iki ferâhlık
vardır:
1. İftâr ettiği zaman (Cenâb-ı
Hakkın nîmetlerine kavuştuğu için) sevinir.
2. Rabbine kavuştuğunda da orucu
berekâtıyla nâil olduğu yüksek derece için sevinir. (Buhârî)
Görüldüğü üzere Cenâb-ı Hakk, oruca olan rağbeti beyânın yanında ona vereceği
mükâfat ve karşılığı, beşerin oruca olan rağbetini temîn zımnında saklı
tutmuştur. Tıpkı bir müsâbakada câzibeyi artırmak için saklı tutulan çok büyük
bir mükâfat gibi...
Oruç, nîmetlerin kadrini bildiren, şükrân
hisleri uyandıran, yoksulların, çâresizlerin hâlinden anlama şuûru veren, nefsânî
arzu ve temâyülleri bertaraf eden, maddenin esâretinden kurtarıp sabır
denilen en yüksek ahlâkî bir meziyyete eriştiren bir ibâdettir.
Ramazan-ı Şerîf orucu, terâvih namazı,
sahur ve seher uyanıklığı bakımından çok mühimdir. Hadîs-i şerîfde buyurulur:
Allâh -celle celâlühû-, size Ramazan-ı Şerîf orucunu farz kılmıştır. Ben
de gece namazını, terâvihi sünnet kıldım. Eğer bir kimse îmânlı bir yürekle ve
sevabına ermek emeli ile Ramazan-ı Şerîf orucunu tutar, terâvih namazını kılarsa,
anadan doğduğu gibi günâhlarından kurtulur.
Hâli ile oruç ve namazın îfâsının
kabûlünde kalbin seviye kazanması, yâni huşû şarttır. Namazlar,
süratli kılınarak bir hazım vâsıtası olmamalıdır.
Ramazan-ı Şerîfin hakîkatine
erebilmek için o mevsime mahsûs olan gufrân yağmurlarından istifâde zarûrîdir.
Zîrâ taşa veya denize yağan nisan yağmurunun hiçbir fâidesi yoktur. Ancak takvâ
neşesiyle bu şükrân ve gufrân faslının tadını çıkarabiliriz.
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve
sellem- buyurur:
Ramazan ayı girdiği zaman cennet
kapıları açılır; cehennem kapıları kilitlenir; şeytanlar zincire vurulur.
(Buhârî, Müslim)
Yâni beşerî suçlar ve günâhlar, gerçek oruç tutanlarda en asgarî bir seviyeye
iner. Şeytanın şerri de biter. Ancak nefsin şerrine dikkatli olmak gerekir...
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
Cennet seneden seneye Ramazan için
süslenerek şöyle der:
{Allâhım! Bizim için bu ayda kullarından bizde kalacak insanlar
kıl!..}...... (Taberânî)
Yine Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
Oruç tutunuz ki, sıhhat bulunuz!
(Taberânî)
İftarı acele ediniz; sahûru geciktiriniz!..
Oruçlarımızı sakatlayacak ihmâllerden
kaçınmak îcâb eder. Öfkeden şiddetle uzaklaşmalıdır.
Hadîs-i şerîfde buyurulur:
Oruç, sadece yemek, içmek vesaireden
kesilmek değildir. Kâmil ve sevablı oruç, ancak faydasız laftan, boş vakit
geçirmekten, kötü söylemekten (dedikodudan) ve nefs-i emmârenin bütün
temâyüllerinden vazgeçmektir. Şâyet biri sana söver, yahut sana karşı câhilce
herhangi bir harekette bulunursa, kendi kendine: {_F deüphesiz ki ben oruçluyum!} de;
sabret! (Hakim , Beyhakî)
Zîrâ Ramazan-ı Şerîfin bir adı da
feehrus-sabırdır.
Sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezidir. Îmânın yarısı, ferah ve seâdetin
anahtarıdır. Cennet nîmetlerine kavuşturan büyük bir nîmettir.
Dîn ve ahlâkda sabır, hoşa gitmeyen ve
ızdırap veren hâdiseler karşısında muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmek,
Hakka teslîm olmakdır.
Enbiyâ ve evliyâ, sabırla Allâhın
yardımına nâil oldular. Onlar bizim yüksek örneklerimiz olmalıdır.
Sabrın dünyevî tarafı acı, âhıret tarafı çok parlaktır. Sabrın acılarını
sîneye çekenler, ebediyyet devleti olan cennete ve Allâhın rızâsına
kavuşurlar.
Her hâlukârda Allâhın emir ve
yasaklarındaki nîmet, hikmet ve ilâhî mükâfâtları düşünmek, sabrı
kolaylaştırır.
Sabrın ilk şartı da, hâdise ile ilk karşılaşma zamanında olmasıdır. Tavı
geçmiş bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur.
Sabûr ism-i şerîfinin en güzel tecellî merkezi peygamberler ve
evliyâullâhdır. Nitekim onlardan bizlere intikâl eden en güzel ahlâk-ı seniyyeden
biri olarak varlık ve darlık zamanlarında sabır, çok mühimdir.
***
Oruçlarımızı Allâh -celle celâlühû-
beraberliğinde tutmamız için sahur, terâvih, zikir, Kurân ve duâ
gibi mânevî istinadlardan lezzet almak îcâb eder.
İftar zamanı da, duâların kabûl olduğu
ince bir vuslat demidir. Bunun içindir ki, bu heyecanlı anların birlikte yaşanması da
ayrıca bir rahmet ve huzûr kaynağıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve
sellem- buyururlar:
Kim bir oruçluya iftar verirse, oruçlunun ecri gibi -oruçlunun sevabından
hiçbir şey eksilmeden- ecir alır. (Tirmizî)
Bu müjdeyi duyan ashâb-ı kirâmın
fakîrleri, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-e gelerek kendilerinin
zenginler gibi oruçluyu doyuracak derecede iftâr yemeği vermeye güçlerinin
yetmediğini hüzünle arzettiklerinde de Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve
sellem-, şöyle buyurdular:
Kim bir oruçluyu bir hurma ile iftâr
ettirirse veya bir içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftâr ettirirse, Allâh
Teâlâ, ona aynı sevabı verir.
***
Nâfile oruçlarda ayrı bir hassasiyet
vardır. Zîrâ has kulların amelinin esası sıdktır. Bu da, niyyetin hâlisiyyeti ve
nefsin tezkiyesi nisbetindedir.
Bu husûsda gerek nâfile oruç tutmak, gerek
oruçsuzluk, gerek oruç tutmayanların ısrarı ile nâfile orucu bozmak, gerekse
bozmamak şeklinde sağlam bir niyete bağlı olan her amel efdaldir.
Ebû Saîd -radıyallâhü anh- anlatır:
Ben Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve
sellem- ve ashâbı için bir yemek hazırlamıştım. Yemeği kendilerine takdîm edince,
aralarından bir kimse çıkıp Ben oruçluyum! dedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü
-sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
Kardeşiniz sizi çağırdı ve
sizin için hazırlık yaptı. Şimdi sen oruçluyum diyorsun. Orucunu boz ve onu bir
başka gün kazâ et!» buyurdu. (Tirmizî, Ebû Dâvûd)
Orucu bozmamakla alâkalı rivâyet ise
şöyledir:
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve
sellem- ve ashâbı, Bilâl -radıyallâhü anh-ın oruçlu olduğu bir mecliste
yediler ve içtiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
{ Biz rızkımızı yiyoruz.. Bilâlin rızkı ise cennettedir.} buyurdular.
(İbn-i Mâce)
Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, niyet ve
kalbin durumuna göre nâfile orucu îcâb ettiğinde bozup bozmamak husûsunda her iki
davranış da câizdir.
Amellerin değerlendirilmesi Allâha
âiddir. Ömrün hayırlısı, Onun yanında geçen ve Onun uğrunda
harcanandır. İnsan, mezara indirilirken fânî hayatın ancak hâtıraları ile
gömülecektir. Mezarlar, amel-i sâlihden başka hiçbir şeyin giremediği
mekânlardır.
Allâh rızâsına uygun düşmeyen bir hayat,
çöllerdeki seraplara benzer. Hakîkatten nasîbsiz hayâlden ibârettir.
Hadîs-i şerîfde:
Mümin öldüğü zaman, namazı
baş ucunda, sadakası sağında, oruç göğsünde bulunur. buyurulması, bunun en
güzel bir delîlidir.
Allâhın sonsuz kereminden
umulur ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-in buyrukları
sebebiyle bizlerin mübârek Ramazan ayının biraz daha fazla kıymetini bilmemize, ona
daha fazla değer verip daha fazla sevap işlememize ve daha az günâha girmemize sebep
olur.
Hadîs-i şerîfde buyurulur:
Eğer insanlar, Ramazan-ı
Şerîfin ne olduğunu lâyıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan
olmasını arzu ederlerdi.
Günlerimiz mübârek, Ramazan-ı Şerîfimiz makbûl olsun!..
İstikbâl müminlerindir...