Türkiye yol ayrımında
Mehmet KUTLULAR
Kasım-99

54 devlet ve hükümet başkanının iştirakiyle İstanbul'da gerçekleşen ve " yüzyılın son zirvesi" olarak nitelendirilen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı Zirvesi, 21. yüzyıl Avrupa 'sının şekillendirilmesine yönelik müzakerelere sahne olurken, Türkiye'nin Avrupa ve dünya ile bütünleşmesi sürecinde de tarihî dönüm noktalarından biri olabilir.

Esasen, çağdaş ve uygar dünyayı temsil eden liderlerin böyle bir buluşma için İstanbul'da karar kılmaları dahi, bu süreç açısından son derece büyük önem taşıyan bir mesaj ihtiva etmektedir.

Üç yıl önce, 1996 Haziran' ında BM'nin milletler arası Habitat-II Konferansına ev sahipliği yapmış olan İstanbul, bu kez çok daha kapsamlı ve stratejik bir mahiyet arz eden AGİT Zirvesi vesilesiyle dünya liderlerini ağırlarken, "dünya kenti" olma niteliğini yeniden pekiştirmiş olmaktadır.

Dolayısıyla Türkiye'nin de "dünya devleti" olma yolunda çok önemli mesafeler kat ettiğini belgelemektedir.

AGİT Zirvesinden çok kısa bir süre sonra Helsinki'de toplanacak olan AB Zirvesinde Türkiye'nin Birliğe adaylığının kesinleşip resmîleşeceği yolundaki beklentiler de, Türkiye'nin çağdaş dünya ile bütünleşme süreci açısından ayrı bir anlam taşımaktadır.

Bu bakımdan AGİT'in İstanbul Zirvesi ile AB'nin Helsinki Zirvesi, Türkiye açısından birbirini tamamlayan bir zincirin halkaları olarak değerlendirilebilir.

Her iki zirvenin Türkiye için taşıdığı "sembolik" anlam, muhteva boyutları açısından da son derece önemlidir. Bu zirvelere ev sahipliği yapmak suretiyle çağdaş dünyanın itibarlı bir üyesi olmanın "şeklî" şartlarını yerine getirebilecek liyakat ve ehliyette olduğunu ispatlayan Türkiye, özde de dünya ile bütünleşmenin temel şartlarını behemahal tamamlamak, kendi iç yapısından kaynaklanan ve bu bütünleşmeyi engelleyen, en azından geciktiren sorunları bir an önce aşmak durumundadır.

Ve bu, Türkiye için artık daha fazla ertelenmesi imkânsız bir âciliyet kazanmıştır.

21. yüzyılda inşası tamamlanmak istenen  "yeni dünya düzeni"nin temel taşları olarak belirlenen " demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi" kriterleri, artık çağdaş dünyanın vazgeçilmez öncelikleri durumundadır.

Türkiye' nin iç yapısı ise, bu temel prensiplerle çelişen bir tablo arz etmektedir.

Herşeyden önce, Türkiye bugün ihtilâl ürünü antidemokratik bir anayasa ile idare edilmektedir.

Bu anayasanın millet iradesiyle seçilen organlara getirdiği kısıtlamalar hâlâ büyük ölçüde yürürlüktedir.

Bu anayasa bu şekliyle geçerli olduğu sürece, Türkiye'de sivil otoritenin üstünlüğünü tesis etmek mümkün değildir.

Türkiye'nin MGK odaklı olarak yaşadığı 28 Şubat sürecinde hak ve hürriyetlerde meydana gelen daralmaların ve yine bu süreçte DGM'lerce verilen tartışmalı mahkûmiyet kararlarının çıkış noktası ve dayanağı bu anayasadır.

Keza Cumhuriyetin Kurucusuna izafe edilen ve devletin resmî ideolojisi haline getirilen görüşler bu anayasa ile koruma altına alınmış; başka hiçbir düşünce ve mülâhazanın bu ideoloji karşısında himaye görmeyeceği, anayasanın başlangıç kısmında açıkça ifade ve ilân edilmiştir.

Hayatın hemen her alanında, özellikle de din, vicdan, düşünce, ifade ve basın hürriyeti alanlarında yaşanan hak ihlâlleri, çoğunlukla, bu resmî ideoloji adına işlenmektedir.

1982 anayasası ve bu anayasaya istinaden çıkarılan 12 Eylül kanunları ile birlikte, Türk Ceza, Terörle Mücadele ve Basın Kanunları, en başta düşünce hürriyetini kullanılamaz hale getiren antidemokratik ve hukuk dışı kısıtlama, sınırlama ve engellemelerle doludur.

Din ve vicdan hürriyetini tehdit eden TCK'nın 163. maddesinin kaldırılmasından yıllar sonra, 28 Şubat sürecinde "irtica ile mücadele" gerekçesiyle başvurulan aynı kanunun 312. maddesi, kaldırılan 163. maddeyi aratmayacak bir katılıkla uygulanmaya başlanmış; kamu vicdanını isyan ettiren çok haksız karar ve uygulamaların dayanağı haline getirilmiştir.

Bu haksız tasarrufların halen de bütün şiddetiyle devam ettiği, söz konusu maddeye istinaden Yeni Asya başta olmak üzere bazı gazeteler hakkında DGM tarafından ard arda verilen toplatma kararlarında, kapatma talebiyle açılan ceza dâvâlarında, 15 Yeni Asya yazarının birden polis zoruyla DGM'ye celb edilmek istenmesinde, Yeni Asya olarak Kocatepe Camiinde okuttuğumuz ve 17 Ağustos depreminde hayatını kaybedenlerin ruhlarına da ithaf ettiğimiz Bediüzzaman mevlidini takiben, mevlid esnasında gazetecilerin sorularına verdiğim cevaplar bahane edilmek suretiyle, benim iki kez gözaltına alınıp, ikincisinde tutuklanarak cezaevine gönderilmemde ve Merve Kavakçı 'ya yapılan gece baskınında açıkça görülmüştür.

İngiliz devlet adamı Churchill, demokrasiyi, "Sabahın erken saatinde kapınızı sütçüden başka kimsenin çalmadığı rejim" olarak tanımlar.

Yukarıda verdiğim örnekler, Türkiye' de hâlâ, gecenin herhangi bir saatinde kişilerin güvenlik güçlerince evlerinden alınıp götürülmeye devam edilebildiği bir rejimin yürürlükte olduğunu göstermektedir.

Yegâne tesellîmiz, söz konusu keyfî ve hukuk dışı işlemlerin hiç değilse bazılarının, biraz gecikmeli de olsa, yine yargı mekanizması içerisinde geçersiz kılınmış olmasıdır.

Ama bu gecikmeli telâfiler, DGM savcılarına verilen ve ne kadar suistimal edilebildiğini söz konusu örneklerde de gördüğümüz yetkilerin yeniden tanzimi zaruretini gözardı ettirmemelidir.

Daha doğrusu, son AB Komisyonu raporunda tekrar vurgulandığı gibi, yapı ve işleyiş olarak evrensel hukuk prensipleriyle bağdaşmayan DGM'ler sorunu temelden çözülmeli; bu mahkemeler ya tamamen lağvedilmeli, ya da sınırları dikkatle tayin edilmiş çok özel ihtisas mahkemeleri haline getirilmelidir.

Tabiî, DGM'ler Türkiye'deki demokratikleşme sorununun yalnızca bir yönüdür.

Türkiye, anayasasından başlayarak, bütün mevzuatını ve sistemini A'dan Z'ye gözden geçirip yenilemek, rejimini her bakımdan çağdaş hukuk standartlarına uygun hale getirmek zaruretiyle karşı karşıyadır.

Mevcut yapı, sistem ve işleyiş, herşeyden önce Türkiye'de devlet-millet ilişkilerini zora sokmakta, her alanda kendisini gösteren ciddî sıkıntılara sebebiyet vermekte, çözümsüzlüğe sürüklediği sorunları biriktirerek daha da içinden çıkılmaz hale getirmekte; böylece ülkedeki iç barış, huzur ve istikrar özlemlerini baltalamaktadır.

Bu yapı ve işleyişe vücut verip devamı için elinden geleni yapan baskıcı ve dayatmacı anlayış, gerçek anlamından kopardığı laikliği din ve vicdan hürriyeti için bir tehdit haline getirmiş; laikliği koruma ve irtica ile mücadele adına, Türkiye'de büyük çoğunluğu teşkil eden samimî dindarları incitmiş; inancın gereği olarak takılan başörtüsünü bir tehdit simgesi olarak algılamak suretiyle, başörtülü genç kız ve hanımların eğitim ve çalışma haklarını ellerinden almış; din eğitimine kabulü imkânsız kısıtlamalar getirmiştir.

Ve aynı şekilde, ülke bütünlüğünü koruma iddiasıyla ortaya çıkarken de, bölücü eğilimlere yeni kozlar vermekten geri durmamıştır.

Türkiye'deki sıkıntının temel kaynağı bu anlayıştır.

Ülkeyi zorlayan sorunların temelinde de bu antidemokratik, hukuk dışı, baskıcı ve dayatmacı zihniyet yatmaktadır.

Bu zihniyetin keyfî uygulamaları devlet-millet kaynaşmasına zarar vermekte; iç barış ve huzuru tehdit etmekte; ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemeyi hedef alan tahrik ve provokasyonlara zemin hazırlamaktadır.

Bu zihniyetin ekonomiye yansıması ise, devletçi ve tekelci uygulamalarda kendisini göstermektedir.

Türk ekonomisinde hâlâ devlet kontrolü ağır basmaktadır.

Özelleştirme projelerinin yıllardır sonuçlandırılamayışı, büyük ölçüde, bu kontrolü elinden bırakmak istemeyen devletçi zihniyetin engellemeleri yüzündendir.

Devletin her geçen büyüyen bütçe açıklarıyla karşı karşıya olması, bütçedeki borç ve faiz yükünün katlanarak büyümesi, enflasyonun bir türlü kontrol altına alınamaması, hep bu vâkıanın sonuçlarıdır.

Türkiye bu zihniyeti, demokrasiyi ve hukuku hakim kılmakla aşabilir.

Ve Tür kiye şu anda, bu mücadelenin en kritik aşamalarından geçmektedir.

Bir taraftan sivil toplumdaki demokratikleşme talepleri yoğunlaşır, bu talepler Anayasa Mahkemesi Başkanı ile Yargıtay Başkanı tarafından da kuvvetli bir şekilde dile getirilir, siyaset ve Meclis bu yönde hareketlenme işaretleri verirken; diğer taraftan pervasızca işlenen hak ihlâlleri de yoğunlaşmaktadır.

Son olarak, Türkiye'yi öteden beri ciddî şekilde rahatsız eden, ama bir süredir ara verilmiş gibi görünen faili meçhul cinayetler serisinin Ahmet Taner Kışlalı suikastı ile yeniden başlaması da, bu ihlâller zincirinin yeni bir halkasıdır.

Kışlalı suikastı, önceki sansasyonel cinayetler gibi, Türkiye'yi laik-antilaik ayrımı ekseninde kutuplaşma ve çatışmaya götürmeyi hedefleyen yeni bir provokasyon denemesi olarak algılanmış ve bu cinayetle hedeflenen tuzak sezilerek boşa çıkarılmıştır.

Bunda, üç yıl önce Susurluk'taki esrarengiz kaza ile fark edilen ve devletin derinliklerine de sızdığı anlaşılan karanlık mekanizma ile ilgili yoğun tartışmaların toplumda meydana getirdiği bilinçlenmenin de büyük rolü olmuştur.

Susurluk tartışmaları Türkiye 'deki açık rejim arayışına önemli katkılarda bulunmuş olmakla beraber, söz konusu karanlık mekanizmanın henüz tüm boyutlarıyla ortaya çıkarılamamış olması, endişe kaynağıdır.

Çünkü bu mekanizma karanlık güç kaynaklarıyla birlikte varlığını koruduğu sürece, demokratik hukuk devleti ve sivil toplum tehdit altındadır.

Bu tehdidi tesirsiz hale getirip aşmanın yolu da demokrasi ve hukuku hakim kılmaktan, açık rejimi işler halde tutarak geliştirmekten geçmektedir.

Yarım asırlık tarihi içinde üç kez inkıtaa uğrayan ve iki buçuk yıl önce de önemli bir darboğaza giren Türk demokrasisi, kırılgan ve hassas dengeler içerisinde ayakta kalma mücadelesi verdiği bir süreci yaşamakta iken, elbette ki, dayatmacı zihniyetin ürünü olan sorunları aşmakta da zorlanmaktadır.

Bu bakımdan, çağdaş ve uygar dünyanın, Türk demokrasisine yardımcı ve destek olması gerekir.

Bundan önce gerçekleşen ve demokrasiyi askıya alan müdahalelere açık veya örtülü destek verilmesi ya da sessiz kalınması, sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da aleyhine olmuştur.

Bu müdahalelerin çağdaş dünyadan kopardığı Türkiye, kendi içine kapanarak, dayatmacı zihniyetin ürettiği problemleri daha da büyüten uygulamalara sahne olmuştur.

Söz konusu uygulamalardan beslenen ve dışarının da tahrikiyle büyüyen sorunlar zamanla Türkiye sınırlarını aşmış, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok dünya ülkesine taşınmıştır.

PKK terörünün Avrupa'nın başına da belâ olması, bunun tipik bir örneğidir.

Bu itibarla, Türk demokrasisini savunmak, korumak ve gelişmesine katkıda bulunmak, Avrupa başta olmak üzere Batı dünyasının da görevidir.

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra şekillenen yeni Avrupa mimarîsi Avrasya boyutunda genişlerken, Balkanlar ve Avrupa'dan Orta Asya'ya, Kafkasya'dan Ortadoğu'ya uzanan son derece stratejik bir köprü konumundaki Türkiye, Avrasya'nın da odağında yer almaktadır.

Bulunduğu coğrafyada Türkiye, vârisi olduğu ve geçen yüzyıl sonuna kadar bu coğrafyaya hükmeden Osmanlıdan devraldığı misyona sahip çıkarak, yeni dünya şartlarında, yapıcı bir anlayışla barış ve istikrara paha biçilmez katkılarda bulunabilir.

Nitekim bilhassa Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da Türkiye'nin yapıcı ağırlığına büyük ihtiyaç vardır.

Kendi iç dengelerini sağlıklı bir zemine oturtabilmiş, iç barış ve istikrarını tesis edebilmiş bir Türkiye, bölgenin de, dünyanın da menfaatinedir.

Türkiye'nin böyle bir iç ahenge kavuşabilmesi ise, demokratik hukuk devletinin gereklerini hakkıyla yerine getirebilmesine ve bu çerçevede laiklik anlayışını da evrensel tanımına uygun şekilde, demokratik hukuk devleti prensiplerine göre vuzuha kavuşturabilmesine bağlıdır.

Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman bir ülke olarak Türkiye, devlet yapısını da demokrasi, açık rejim, hukukun üstünlüğü, din ve vicdan hürriyetinin teminatı anlamındaki laiklik ve serbest piyasa ekonomisi gibi çağdaş kriterler çerçevesinde şekillendirebildiği takdirde, gerçek anlamda bir "model ülke" niteliğini kazanabilecektir.

Böyle bir Türkiye, globalleşen dünyada farklı kültürler ve medeniyetler, özellikle İslâm âlemi ile Hıristiyan Batı dünyası arasında en önemli diyalog köprülerinden biri olma misyonunu da üstlenebilecektir.

***

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSî'NİN GÖRÜŞLERİ

Bu noktada büyük İslâm âlimi ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî'nin ortaya koyduğu orijinal görüş ve yaklaşımlar, böyle bir köprü olma misyonunun fikrî temellerini oluşturabilecek güçtedir.

Dünyanın bugün baş döndürücü bir sür' atle yaşadığı küreselleşme rüzgârına daha 20. yüzyılın ilk yıllarında dikkat çeken ve medeniyetin yeryüzünü "adeta küçük bir köy"e dönüştüreceğini vurgulayan Bediüzzaman, böyle bir yapılanma içinde din, inanç, kültür ve medeniyet farklılıklarının çatışmayı değil, diyalog ve işbirliğini gerektireceğini kaydetmiş; bu çerçevede bilhassa Müslümanlarla Hıristiyanları, dinsizlik ve ahlâksızlık akımlarına karşı güç birliği yapmaya çağırmıştır.

Yine Bediüzzaman, hukuk, demokrasi ve özgürlük kavramlarına Kur 'ân temelinde çağdaş yorumlar getirirken, demokratik sisteme İslâm namına sahip çıktığını ilân etmiş; önyargılara dayalı kasıtlı propagandalar sonucu meydana gelen yanlış anlamalara karşı, İslâmın istibdada, baskıcı ve dayatmacı uygulamalara kesinlikle müsaade etmeyen bir din olduğunu ısrarla savunmuştur.

Aynı şekilde, Bediüzzaman, sözde "İslâm adına" ortaya konulan radikal ve dengesiz tavırlara prim vermemiş; mücadelenin fikirler bazında ve hür tartışma ortamında, meşru zeminlerde ve barışçı bir yaklaşımla verilmesi; her hal ve şart altında müsbet hareketin esas alınması gerektiğini bildirmiştir.

Onun İslâmî kaynaklara göre yorumladığı devlet sistemi, millet iradesine dayalı bir Meclisi, Meclisin emrinde bir hükümeti, kararlarını hiçbir tesir altında kalmadan ve sadece adaleti tecellî ettirme kaygısıyla veren hür ve bağımsız bir yargıyı, hür basını, hür ve etkin kamuoyunu öngörür.

Din-devlet ilişkileri bahsinde Bediüzzaman, devleti "teknik" anlamda bir "halka hizmet" kurumu olarak değerlendirirken, dini devletten bağımsız bir konuma yerleştirmiş ve din hizmetlerinin müstakil bir yapılanma içerisinde yürütülmesini savunmuş; aynı çerçevede laiklik prensibini de, dinle devleti ayıran; dindara da, dinsize de ilişmeyen bir "teknik devlet" tanımı içinde yorumlamıştır.

Bediüzzaman din-siyaset ilişkisi için şu temel ölçüyü gündeme getirmiştir:

" Din siyasete, siyaset de dinsizliğe alet edilmemelidir."

Bediüzzaman'ın dikkatle üzerinde durulması gereken diğer bir yönü ise, bilime de din adına sahip çıkarak, müsbet fenlerle dinî ilimleri kaynaştıracak bir eğitim modeline duyulan ihtiyaca dikkat çekmiş olmasıdır.

Bunlar, onun orijinal fikir ve yaklaşımlarına sadece birkaç örnektir.

Ve Bediüzzaman hâlâ aydın zihinlerce fark ve keşfedilmeyi beklemektedir.

***

Netice itibarıyla, tarihî bir kavşakta duran Türkiye, tercihini özgürlüklerden, demokrasiden, hukuktan, açık rejimden yana ortaya koymuştur.

Tarihin akışı da, Türkiye' yi kaçınılmaz bir şekilde bu istikamete doğru sürüklemektedir.

Bütün mesele, aksi yöndeki geciktirme ve engelleme çabalarının, daha fazla zaman ve enerji kaybettirmesine fırsat ve imkân vermemektir.
Mehmet KUTLULAR