*** İslam'da kölelik var mıdır? ***
     M. Fethullah Gülen, -- Asrın Getirdiği Tereddütler-1 -- 12.06.2006 -- sadeleştirilmiş metin.

Bu konunun tarihî, sosyal ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Sabırla takib ettiğimiz zaman, hem sorumuzun cevabını hem de daha sonra aklımıza gelebilecek soruların cevabını bulabiliriz.

Evvelâ, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler... Sonra sosyal hayatın gelişimi içinde, tabiat ve fıtrat, kölelik ve esâret ve daha sonra, işçilik ve âdil olmayan ücret gibi anlayışlar biraz da istismâr edilerek öyle yaygınlaştı ki; hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimâl vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.

Tarih'in eski devirlerinde; hususiyle Roma ve Mısır'da, kölelere yapılan vahşiyâne ve zâlimâne muamele, içimizde burkuntular meydana getiriyor ve tiksindiriyor. Onun içindir ki; asırlar sonra dahi olsa, kölelerin Mısırdaki ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu; zâlim idarecileri eğlendirmek için arenâlarda arslanlarla boğuştuğunu; boynundaki utandırıcı tasmasıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenden de nefret ediyoruz.

Son olarak yakın tarihte ve günümüzde, esirlere karşı yapılan insanî olmayan muamele; her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.

İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu savunan sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o yerden göğe kadar haklıydı. Fakat, İslâm'a hücûm ve tenkidinde büyük bir haksızlık işliyordu. Çünkü, köken itibariyle kölelik İslâm'a dayanmadığı gibi, varlığı da onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve varlığını sürdürdü. Bu itibarla biz de önce onu meydana getiren sebepler üzerinde durmak istiyoruz.

Kölelik, savaşlar yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde devam edip gider. Refah içerisinde bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şahitliği ile bir zevk ve safâ devleti idi. Elbiselerin en güzelini giyerek; sofralarını çeşit çeşit süsleyerek; insanı utandırıcı en sefil arzular içinde, hayvani bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefâhatın; bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganîmet; esirler ve cariyeler gerekti. Bunun için, Romalı savaşıyor, sömürgeler kuruyor ve bu istikamette dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek istiyordu. Müslümanlar, Mısır'ı fethettiklerinde bu havayı, bütün çirkinliğiyle orada gözlemlemişlerdi. Ticarî mal pazarları gibi, esir pazarları.. Kadın-erkek en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi.. Akşamları dönüp evlerine gidenlerin, pis kokulu ve haşarâtın gayet bol bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması.. Hatta çok defa böyle bir yerde dahi, onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi... Ellisinin-yüzünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok üzüntü duymuşlardı. Onlar uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle, bu yarayı tedavi etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır'ın bu çirkin mirasını, her hangi bir rötüşlemeya tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu. Bundan sonra köle, batılı ağalara uşaklık yapacak; onların keyfi için dövüşecek; onları eğlendirmek için ölecek ve öldürecekti. Tıpkı sefîh ve sefîl Romalıyı eğlendirmek için, glâdyâtörlerin yaptığı gibi...

İslâm, evvelâ, onu bir vak'a - sorun olarak ele aldı. Sonra onların ne ticaret ne de eğlence malı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti:
"Sizler birbirinizdensiniz"(Nisa-25)
"Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz, kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız, "(Buharî, Müslim, Tirmizî)
gibi ilâhi prensipleri ilân ederek, düşünceye istikâmet verip bozulmanın önüne geçti.
"Siz Âdem oğullarısınız. Âdem de topraktandır"(Müslim).
"Biliniz ki, hiç bir Arabın Arap olmayana ve hiç bir Arap olmayanın da Arap olana, hiçbir beyazın siyaha hiç bir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvâ -Sakınma - iledir. "
Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaradanın insana bakışı ve insanın bu bakış ve hitap karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine bağlanıyordu. İslâm'ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mâzisi esârette geçmiş-hadîsin ifâdesiyle-nice saçı başı dağınık kimseler vardır ki, eşrâf ve ileri gelenlerden hep saygı görmüşlerdir.
Hz. Ömer (ra) "Bilâl efendimiz, ve onu efendimiz Ebubekir (ra) hürriyete kavuşturdu"derken, bu mânâya saygısını ifâde ediyordu. İslâm, onları da, dünyayı kaplayan bir kardeşlik içinde varsayıyor ve her şeyden evvel
"Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir. Kardeşi, elinin altında bulunan her ferd, O'na yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, mutlaka onlara yardım ediniz. "(Buharî)

"Sizden hiçbiriniz, bu kölemdir, bu câriyemdir, demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin. "(Müslim, Ebu Davud)
Buna dayanarak, Hz. Ömer (ra) Mescid-i Aksâ'nın teslim alınması için yaptıkları seyahatlerinde, Medine'den oraya kadar hizmetçisiyle bineği, nöbetleşe kullanmışlardı. Hz. Osman (ra) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (ra) takım elbisesinin bir parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu...

Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğunu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci -aşama sağlama bağlanıyordu. Tekrar hatırlatmak gerekirse, dünyanın en terk edilmiş, en ücrâ bir yerinde, duyguları îtibâriyle el değmemiş bir topluluk için, bu büyük bir devrimdi. Zira çağdaş millet ve devletler, kölenin insanlığı hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara, iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla alaya karşı, en çaplı en tutarlı ve en müspet bir davranış kamuoyunun kabûlüne sunuluyordu.

Bu yapıcı ve müspet muâmelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle eşitlik prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına; hatta hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu. Zeyd bin Hârise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti. Peygamber Efendimiz (sav) Zeyd'i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına rağmen, o; Efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira, bunlar o kadar güzel muâmele görmüşlerdi ki, kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve titizlikle onların hukûkuna riayete çalışıyorlardı. Esâsen başka türlü yapamazlardı da. Çünkü bugün onlara sahip görünseler bile yarın kimin kime mâlik olacağını kestirmek mümkün değildi. Kaldı ki prensipler de çok sert ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi. "Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz. "(Buhari, Müslim) Bu türlü cezâî yaptırımlar karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gâyet emindi. Bütün bunlar, ilk ve son, tarihte eşi gösterilemeyecek büyük olaylardı ki, bu mevzûda İslâm'ın getirdiği şeylerin birinci aşamasını oluştururlar.

İkinci aşama, hürriyete kavuşturma aşamasıdır. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak ve istifâde etmek ise, katiyyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış kınanmış olmasına karşılık, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir' insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için vücûdunun yarısını âhiret azabından kurtarmak, bütününü azad etmek ise, vücûdunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm'da köleleri hürriyete kavuşturma, uğrunda bayrak açılan bir mevzûdur. İslâm, yerinde onu bir vazîfe sayar, yerinde fazîlet der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşmalarla ve sözleşmelerle, ona giden kapıları açık tutar.

Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de her gayret gibi, yine İslâm'ın gelmesi ile başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimizin (sav) ve Hz. Ebubekir'in (ra) köle alıp âzâd etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet herkes tarafından bilinen hususlardandır.

Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faâliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp yapılan vazifeler arasında değerlendirilmeye başlandı. Peygamberimiz (sav) on kişiye okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu mâlî imkânsızlıklar içinde kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, özellikle  Ömer b. Abdülaziz döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle uygulama zemini buluyor ve sağdan soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu. Bunlardan başka, bazı dinî vazifelerdeki hatalar, bazı davranışlardaki hatalar ve bir kısım günah işlemeler, hep köle hürriyete kavuşturma sorumluluğunu getiriyordu.

Yemin edip, sonra da yemini bozmada, zihâr (*) davranışında, adam öldürme cinayetinde hep bir tutsağın âzad edilmesi tavsiye ediliyordu. "Kim hataen bir mümini öldürürse, onun keffâreti bir mü'min kölenizi âzâdı ve ölenin ehline teslîmen ödenecek bir diyetdir. "(Nisa-92)
(*)
Karılarına 'Sen benim için annemin sırtı gibi haramsın' dedikten sonra sözlerinden dönenler, cezaen tekrar ilişki için bir köle azad etmeleri gerekir

Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan, diyet, öldürülenin ehline verilmiş bir pişmanlık vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete kavuşturmak da -topluma hür bir ferd kazandırma ölçüsüyle cemiyete ödenmiş bir hak sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında, diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi, âdetâ bir ferdi diriltmeye denk tutulmuştur.

Bunlardan başka İslâm'da "mükâtebe"ve "tedbir"yolları ile de, köleler hürriyete kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal ödenmesi karşılığında yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu açılır. Kur'ân'ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu mevzûda getireceği teklifi, efendi kabûl ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın kazanılıp getirilmesi kalıyor. İkincisi ise; efendinin vefâtı veya herhangi bir hâdiseye bağlamakla yapılan hürriyet sözüdür ki, "ben vefat edince sen hürsün"şeklinde, söz verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır. Bundan başka sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faâliyeti her türlü nitelendirmenin üstünde geniş bir yer işgâl etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah'ın ihsan ve lûtfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur.

Burada denilebilir ki; "Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında, ne kadar ileriye gidilirse gidilsin; hatta isterse hepsi birden hürriyete kavuşturulsun, yine de köleliğin kabul edildiğini, hükümlerinin buna göre getirilmiş olduğunu ve islam hukuk kitaplarında da hükümlerin bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki, bu da köleliği kabûllenmesinden başka bir şey değildir. İnsanlığın dem ve damarına işlemiş pek çok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm in, köleliği kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu küçük düşürme  mânâsına gelmez mi?"

Her şeyden önce bilinmelidir ki, İslâm köleliği koymadığı ve îcad etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamıştır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münâsebetiyle oluşturdukları bir müessedir. Devletler arasında savaşlar devam ettiği müddetçe -ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektir- esâret ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir millete mukadder olmayacaktır. Şimdi düşünelim;

Biz bir devletle savaşa tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muamele şekilleri vardır:

Bazı zâlim idarelerde olduğu gibi, hepsini kılıçtan geçirme,
Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme.
Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama.
Yahut da, alıp onları mü'minlere dağıtıp, ganimetten bir parça sayma.

Şimdi geriye dönüp teker teker bunların üzerinde duralım:

Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın kılıçtan geçirmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara revâ görülen mezâlim, hâlâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini göstermektedir. Buhtunnasır'ın acımaksızın yaptığı muamele; firavunların merhametsizlik ve zulmü, insanlığın hâfızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var; Balkanlarda bizim çekip gördüklerimiz; Rusya'da doğranan otuz milyon kurban; Naziler tarafından katledilen binlerce insan... Bütün bunları hoş görecek bir insan gösterilebilir mi?..

Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. Yirminci asır, esir kamplarının en çirkinlerine şâhid olmuştur. Bilûmum Balkanlardaki esir kampları, hususiyle Edirne (Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar alçaklıklarla doludur. Amerika'lılar, Japon kamplarından şikâyet ederler, eğer kadınlarının memelerinin kesilip, iffetlerine ilişildiği; erkekleri, ağaç kabuğu yiyerek ölüme terk edildiği (Sarayiçi) mazlumlarının; Azerbaycan ve Rusya'daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi, Japonlardaki çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve önemsiz sayacaklardı. İkinci Dünya Savaşıyla, hem Avrupa, hem de Asya esir kamplarını en acı şekilleriyle hem gördü hem de yaşadı. Demek ki bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik etmek, insaf ve insanlıkla bağdaştırılması mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka bir şey değil!..

Esirleri kendi memleketlerine iâde gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iâde etmiyorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı vefâsızlık ifâdesi olur.. hele iâde ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım bilgilerle yurtlarına ve birliklerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi birliklerimizde morâl çöküntüsüne karşılık, düşmanı cesaretlendirme, güçlendirme ve daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki böyle bir iâde muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla mümkün olabilir ki; bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuştur. Bundan sonra da başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur.

Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin, savaşa katılanlar arasında bölüştürülmesi mevzuu kalıyor ki, İslâm, işbu geçici esir etme yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha yolu... Ne esir kampları ve oradaki mezâlim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol; belki bütün bunların çok üstünde insanlığa yakışır bir yol...

Her mü'minin hânesindeki esir, doğruyu, güzeli, yakından görme imkânını bulacak. Gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek -Nitekim binlerce misâliyle de öyle olmuştur- sonra da hürriyete kavuşturularak, Müslümanların istifâde ettiği bütün haklardan istifâde etme imkânı kendisine verilecektir. Bu yol ve bu usûllerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik'in şeyhi Nâfî'den alın da, Tâvus bin Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce Tabiîn imamını da içinde sayacağımız büyük bir "Mevâlî - köleler "topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir.

Bununla beraber, biz bu uygulamaya "geçici" dedik; zîrâ bu şekilde bir uygulama tekrar edip dursa bile, İslâm'da hürriyetin esas olması, esâretten kurtulma hususunda istifâde edilecek yolların çokluğu ve dîn'in değişik yollarla bu mevzûda yaptığı ısrarlı teşvikler, köleliğin geçici ve dolaylı  olduğunu gösteriyor. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde ittifaka varacakları âna kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir. İslâm'ın bu mevzûda, tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi cemaatı dairesi içinde kalacaktır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini koymuştur. Dünya barışını temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere evrensel uygulama zemini hazırlamakla sorumludurlar. Zaten bu da İslâm'ın onarma ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır ki; en vahşi ve insani olmayan bir durumdan, iyiliğe ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve kendi sınırlarını aşan hususları da, geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.

Bu mevzuda diğer bir husus da, kendi cemaatimizin fertlerinin, İslâmî manâda olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair dînin, herhangi bir sorumluluğu yoktur. O'nun, kutsal prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini aşamamış bir kısım ham-ruhlar da bulunabilecektir. Ve böylelerin, detaylara ait meselelerde ihmâl ve kusurları da görülecektir. İşte, bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususta diğerlerinin, yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecektir.

Bir mesele kaldı ki; o da; belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve biliniyorken; uzun zaman mü'minler ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu ise, anlatılan şeylerle, pratikte görülen şeylerin çakışması gibidir.

Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devirlerde mü'minlerin bu müesseseyi işlettiğini görmekteyiz. Fakat, bunda iki ciddi sebep ve etken var: Bunlardan biri efendilerle alâkalı, diğeri de kölelerle. Biraz evvel temas ettiğim gibi, İslâm tatbikatta mükemmel insan teminatını, insandaki irade ve hürriyetle alâkalı olarak varsaymaktadır. Bununla beraber, noksan ve tamam olmayan ferdler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır. İşte, bu türlü ferdlerin, Muhammedi terbiye (sav) ile olgunlaşacakları âna kadar, bu işin tam uygulanamaması bir bakıma normâldir. Kaldı ki, üç beş serserinin hayvani hislerini yaşamalarını vesîle ederek İslâm'ı karartmağa çalışmak da haksızlık ve insafsızlıkdır.

İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta da, İslâm'ın uygulaması, insan tabiatını hesaba katma ölçüsü içindedir ve orjinaldır. İlk Müslümanlar, köleleri evvelâ insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan vahşetlerini giderme, aile kurma yolunu gösterme ve hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır.

Huylar ve alışkanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli canlandırma, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir yaratılış deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü'minler de, bunu yapmışlardır.

Her mü'min, "Kardeşim"deyip bağrına bastığı kölesine, bağımsız çalışma, bağımsız kazanma; yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, alıştırmış zarar düşünülmüş değilse veya iyilik ümid ediyorsa- sonra da hürriyete kavuşturmuştur.

Eğer bu işlemlere tâbi tutulmadan o yetenek ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar, sırtlarında bir "Utanç"olarak taşıdıkları insanlıkla, topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, toplumun karmakarışık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hâllerine dönme hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir iyilik ifâde etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı câhil pek çok köle daha sonraları arz edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln'in bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir almağa alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makina gibi dıştan idare edildiği için, böyle biri, elli yaşında da olsa, çocuk yerindedir. Hayatı bilen ve hayata açık olan birinin yanında, tâlim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki müstemleke hâline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok devletlerde de hissedilen bir hastalıktır. Evet, bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa.. yabancı devletlere yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hattâ diyebilirim ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere, yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur. Her ne ise, maksat dışı oldu...

İşte İslâm, köleye benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun değişime uğramış ruhuna denge getirmiş; kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş; âdeta "iste vereyim"der gibi yapmıştır. Sonra da, hayata salıvermiştir. Zeyd bin Hârise'nin yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlendirilmesi, sonra, içinde, önde gelenlerin de bulunduğu bir İslâm ordusuna komutan ta'yin edilmesi, kademe kademe plânlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir.

Bilâl-i Habeşî'nin (ra) ilk saflarda yerini alması, Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'in (ra) Müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk'in Allah elçisinin ev halkından sayılması, kölenin Müslümanlıkta ve Müslümanların evlerinde ne hâl aldığının canlı örnekleridir. Bunları, yüzlerce örneğe ulaştırabiliriz. Ancak soru cevap mevzuu içinde bu kadar kabarık içerik sıkıcı olur düşüncesiyle kısa kesiyorum...

Özet olarak diyebiliriz ki; İslâm köleliği koymadı; bilâkis onu değiştirmeye koyuldu ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet savaşların döküntüsü esirler ve bir kısım sefil ruhların bunu teşvik ve yönlendirmesi olmasaydı, kölelik İslâm'ın yüce bünyesinde, eleştirildiği şekliyle asla devamlı olamazdı. Zaten, zarurî olarak karşısına çıkan kölelik için de o, hükümler konulmuştu ve onu arz edildiği şekilde sefâlet ve perişaniyetden; mazlumiyet ve mağduriyetden kurtararak, mutlak iyilik ve mutlak güzele yönelmişti.

İslâm'ın başlattığı, ferdî köleliği kaldırma hamlesiyle bugün, bu cins kölelik artık kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de, sona ermesi dua ve dileği ile sözlerime son veriyorum.

Son Güncelleme ( 23.10.2008

mico_minik_by.gif (906 bytes)