40 gün 40 gece KAFKASLAR -3-



‘Çeçen’ diye kurşunlandık

Fotoğraf makinesi ve filmlerimizi vermek istemeyince, ateşlenen tabancalardan çıkan kurşunlardan biri ayağımızın dibine isabet etti

Kafkasya’da gitmeyi en çok istediğimiz yerlerden biri Çeçenistan’dı. Zira, bir dönemin süper gücü Rusya’ya karşı, tamamen imha edilmeyi de göze alarak, amansız bir bağımsızlık mücadelesi vermişlerdi.
Hasavyurt’tan Gudermes sınırına sabah erken saatlerde geldiğimiz zaman, evraklarımıza bakan polis, geçemeyeceğimizi söyledi. Oysa KGB’nin arananlar listesinde adı geçmeyen Çeçenler ve başka insanlar rahat rahat girip çıkıyordu. Polis, gelip geçenlerin istisnasız hepsinden 10’ar Ruble haraç alıyordu.
Sınır görevlileri, iki polis eşliğinde bizi Hasavyurt’a geri gönderdi. Karakolda dört saat gözetim altında tutulduk. Ardından da Mahaçkale’ye gitmemiz istendi. Çeçenistan’a girişimize izin verecek makamın Mahaçkale’deki vize bürosu olduğu söylendi. Oradan vize almamız durumunda Çeçenistan’a girebileceğimiz ifade edildi.

Üşenmedik ve gittik. Aslında işi yokuşa sürdüklerini biliyorduk ama denemek zorundaydık. Ertesi gün erkenden vize bürosuna gittiğimizde ise ortalık karıştı. İlk müracaat ettiğimiz iki yıldızlı bayan komiser, Çeçenistan’a gitmek için vize istediğimizi söylediğimiz anda, orasının çok tehlikeli olduğunu anlatmaya başladı. Konuyu büronun müdürüne iletti. İsteğimizden vazgeçmemiz için ikna etmeye çalıştılar. İnat edince de iş bürokrasiye boğuldu.

KGB’nin Mahaçkale’deki şefi olan Kumuk Türkü Begmirza çağrıldı. SSCB döneminde 9 yıl İstanbul’da çalıştığını söyleyen Begmirza, önce bizi sorgudan geçirdi. Neden Çeçenistan’a gitmeye çalıştığımızı öğrenmek istedi. Sık sık da “Orada sizi kim karşılayacak?” sorusunu yöneltti. Öldürülmemizden korktuklarını anlattı. Tüm belgelerimiz tamam olmasına rağmen, Moskova’ya kadar gidip, akreditasyon kartı almamız gerektiğini söyledi. Baktı ki ikna olmuyoruz; restini çekti ve “Eğer Grozni’ye gitmekte ısrar ederseniz sizi Rusya Federasyonu sınırlarının dışına atmaktan başka çaremiz kalmayacak” deyiverdi. Tehdit açıktı. Çeçenistan’a gitmemiz istenmiyordu. Çaresiz dediklerini yaptık. İki günümüzü alan bu olayın sonunda Begmirza, Çeçenistan’a gitmeyeceğimize dair bir belge hazırlayarak, bize imzalattı. Sonra Stavropol üzerinden Rusya Federasyonu’nun her yerine gidebileceğimizi ifade etti. El konulan pasaport ve diğer evraklarımız, Çeçenistan’a gitmeyeceğimize dair söz verdikten sonra iade edildi. Serbest bırakılmıştık.
Diğer insanlar gibi Gudermes-Grozni güzergahını kullanamadığımız için, gitmemiz gereken yol 400 kilometre uzamıştı. Bu yüzden, nüfusu 650 bini ancak bulan Kuzey Osetya’nın başkenti Viladikafkas ve oradan da İnguşetya’nın başkenti Nazran’a ulaşmak, fazladan bir günümüzü aldı. Kafkaslar’ın en problemli yerlerinden birisi olan ve geçtiğimiz 19 Mart’ta pazar yerine atılan bomba sonucu 100 kişinin hayatını kaybettiği Viladikafkas, güzel bir yerdi ama; Moskova’nın “Gitmenize izin veririz ama can güvenliği garantisi veremeyiz” dediği İnguşetya nasıl bir yerdi?

ÖLÜM ÜSTÜNE GİDİYORUZ
Dağlardan inerek, yerleşik şehir hayatına adapte olmalarının üzerinden yüzyıl bile geçmeyen İnguşlar’ın ülkesi İnguşetya, özerk cumhuriyet statüsüne sahip Müslüman bir ülke. Viladikafkas’a 35 kilometre mesafedeki Nazran da İnguşetya’nın başkenti. Bizim Nazran’a gitmemiz, aslında 20 dakikalık bir vakit alabilirdi. Ama neredeyse adım başına polis kontrol noktaları ve buralarda yapılan yazılı kayıtlar yüzünden, Nazran’a 3 kilometre kala kurulan ve makineli tüfekli, çelik yelekli polislerin nöbet tuttuğu son kontrol noktasına, ancak 2 saatte ulaşabildik.
Nüfusu 30 bin civarında olan Nazran’da, nelerin fotoğrafını çekebiliriz diye şöyle bir dolaştıktan sonra, başımıza geleceklerden habersiz çalışmaya başladık. Yanımızdan sık sık Mercedes marka plakasız bir otomobil geçiyordu. Camları filmle kaplı olduğu için kimler olduğunu göremiyorduk.

Şehirde yağmur hafif çiselemeye başlayınca, biraz daha hızlı çalışmak gereği duymuştuk. Niyetimiz, sonradan polis merkezi olduğunu öğrendiğimiz yere yakın bir noktada, cadde üzerinden birkaç kare fotoğraf çekip, sonra da Nazran’ı terk etmekti. Fotoğrafları çektik. Tam hareket etmek üzereydik ki, bizim Mercedes, birdenbire önümüze keserek durdu. Birkaç araba da arkamıza ve yanımıza yanaştı. Arabalardan inen herkes tabancasını çekip, namlunun ağzına mermi sürüyordu. İki taraftan kapılara saldıran bu kişiler, önce elimizdeki fotoğraf makinelerine sarıldılar. İnguşça bağırıştıkları için ne dediklerini anlayamıyorduk. Makineleri vermekte direnmemiz üzerine birden bire arabanın içi silah sesiyle yankılandı. Ayağımızın dibine sıkılmıştı kurşun. Çaresiz makineleri teslim ettik. Ama adamlar hem bağırıyor, hem de yumrukluyorlardı. Söyleyebildiğimiz tek şey “Türk, Müslüman, Jurnalist” kelimeleriydi. Bazılarının başında namaz takkesi olan sivil giyimli bu kişiler, meğer polismiş. İçlerinden birisi bozuk aksanlı bir Türkçeyle “Siz buraya niye geldiniz?” diye bağırdı. Mikail adındaki bu genç, bizim imdadımız oldu. Gazeteci olduğumuzu, Nazran’da fotoğraf çekmekten başka bir iş yapmadığımızı anlattık.

Bizi Çeçen terörist zannetmişler. Bu yüzden böyle sert davranmışlar. Elinde değnek bile olmayan iki insana silah çekenler ne olabilirdi peki? Üstelik Çeçenlerin adı bu işlerde çok sık kullanılıyordu. Evlerinde, mezarlarında ay-yıldızı sembol diye kullanarak, Müslüman olduklarını haykırma gereği duyan bu insanlar ile Çeçenler arasına kin ve nefret tohumları ekilmeye çalışılıyor gibiydi. Bir hafta önce iki İnguş çocuk kaçırılmış. Kaçıranların da Çeçen olduğu söylenmiş. Aslında bütün bir Kafkas hattında, bu tür olaylar meydana getirilerek ve Çeçenler bahane edilerek, sıkı bir polis yönetimi oturtulmuştu. Her türlü kötü iş Çeçenlere yüklenerek, bir yandan Kafkas halkıyla Çeçenlerin bağı koparılmak istenirken; diğer yandan da Çeçenlerin terörist oldukları imajı dünyaya yayılmaya çalışılıyordu. Bunun için de bölge, insan ticareti merkezine dönüştürülmüştü. Halen Çeçenlerin elinde bin kadar rehine olduğu anlatılıyordu. Aslında bu işin Çeçenler tarafından yapıldığı da kuşkuluydu. Çünkü, bölgede polisin denetimi dışında hareket etmek mümkün değildi. O halde bu işi Çeçenlerin dışında birilerinin yapma ihtimali daha yüksek görünüyordu.
İki yıl Türkiye’de kalarak, bozuk aksanla da olsa Türkçe konuşmayı öğrenen Mikail sayesinde kendimizi ifade ederek ölümden kurtulduğumuz Nazran’da, polis müdürünün yanına götürüldükten sonra ferahlamıştık. Polis Müdürü, kimliklerimizi ve evraklarımızı inceledikten sonra gitmemize izin verdi. Rahatlamıştık. Bir saat daha bekledikten sonra fotoğraf makinelerimizi de getirdiler. Makinelerdeki filmleri ve bel çantamızdaki boş filmleri almışlardı. Ama önceden çektiğimiz filmlerin zulada olduğunu bilmiyorlardı.

Nazran’a bir daha ASLA!..

Kafkaslar’daki gerginliğin boyutuna, yaşadığımız olayla daha yakından tanık olmuştuk. Şehir artık durulacak gibi değildi. Tekrar gelmemiz için davet etmişlerdi ama; artık çok geçti. Kırmızı tuğladan yapılma, iki katlı, villa gibi evler bile gözümüze batmaya başlamıştı. Şehri bir daha görmemek üzere terk etmek istiyorduk. Bizi başta öldürmeye çalışan polisler, bu sefer önümüze bir de eskort vermişlerdi. Bizi İnguşetya-Kuzey Osetya sınırına kadar götürdüler. Çıkış kayıtlarımızı da yaptırdıktan sonra, Viladikafkas’ın kuzeybatısındaki Nalçık’a gitmek üzere yeniden yola koyulduk.
Nalçık, Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti idi. Bir zamanlar sanatoryumları ile ünlü olan bu şehre gitmeliydik. Zira Kafkasların en güzel şehri diye methediliyordu. Polis kontrolünden geçmiştik. Akşam olmamıştı ama, yağmurdan dolayı hava öylesine kararmıştı ki, insanın içine kasvet çöküyordu. Kulaklarımızı çınlatan bir şimşek çakmasının ardından gökyüzü öyle bir döküldü ki, adeta bir damla yağmur bir bardak dolusu olmuştu. Arabayı sağa çekip park etmekten başka çare yoktu. Meğer Kafkaslarda yaz aylarında yağmur hep böyle yağarmış.

TÜRKİYE GAZETESİ©