BEN DE ODUN TOPLARIM


"Mâiyetindekiler: Ben koyun
keserim... Ben et pişiririm... de-
yince, ayağa kalkan Peygambe-
rimiz:
- Ben de odun toplarım, bu-
yurdu ve ilâve etti:
- Ümmetini hizmet ettirip
kendi istirahate çekilen bir idare-
ci olmak istemem!.."


  İslamın ortaya çıkışından evvel, gerek Arabistan'ın
gerekse sonradan Müslüman olan diğer devletlerin
kendilerine ait bir hayat anlayışları mevcuttu.
Bunlar, İslâmiyeti kabul ettikten soma yalnız es-
ki dinlerini terketmekle kalmadılar, aynı zamanda o
günkü idare şeklini, devam ettiregeldikleri devlet re-
jimini de bıraktılar. Bunu niçin yaptılar? İslâmı ka-
bul ettikten sonra yalnız eski dinlerini terk etmekle ye-
tinip, dünya işlerinde yine eskiye sadık kalsalardı da:

"- Biz İslâmiyeti sadece Âhiret saadetini temin
eden bir kısım inançlardan ibaret vicdani bir his ola-
rak kabul ediyor, dünya işlerinde yine eski idare sis-
temine bağlı kalıyoruz " deselerdi, olmaz mıydı?
Bunu demediler. Niçin demediler?
Çünkü onlar gayet iyi biliyorlardı ki, yeni girecek-
leri din sadece âhiret saadetini tekeffül edip, dünya
işlerini ihmal ediyor değildi. Âhir zaman Peygamberi-
ne indirilen Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği hüküm-
ler aynı zamanda İslâmı, vicdani bir his olmaktan çı-
karıyor, yaşanan hayat ve dünya nizamı olarak orta-
ya koyuyordu. Hem de insanların kendi kurdukları
idare sisteminden çok daha mükemmelini getiriyordu.
Bu mükemmelliği bizzat Allah'ın Resulü ile O'nun
Ashabının şahıslarında ve yaşadıkları hayatlarında
her zaman müşahede etmek mümkündü.
Bu sebeple:
"- Biz, İslâmiyetin sadece âhirete ait hükümleri-
ni kabul ediyor, dünya ile alâkalı kanunlarının ihtiva
ettiği devlet nizamını, fiilen yaşanan dünyevi hayatı-
nı istemiyoruz " demediler.

     Zaten İslâmın uhrevî tarafını alıp, dünyaya ait
hükümlerini reddetme isteğine: -Allah'ın emirlerinin
bazılarını kabul eder, bazılarını reddederiz. diyenle-
rin Müslüman olmayacaklarını bildiren Âyet-i Keri-
me mâni olduğu gibi, İslâmın hayatta yegâne takipçi-
si olan Resul-i Ekrem Hazretlerinde gördükleri fev-
kalâde idare şekli de onları hayran bırakıyor, böyle
gayr-i İslâmî bir fikir hatırlarına bile gelmiyordu.

     İsterseniz mevzumuzla alâkalı bir misal verelim:
İslâmda idare edenle edilen arasındaki karşılıklı
anlayışı gösteren bir hâdiseyi Taberî Tarihi şöyle nak-
leder:

     Müslümanların yalnız Âhiret rehberi değil, aynı
zamanda da bir dünya Lideri olan Resul-i Ekrem Haz-
retleri, mûtad gazalarından birinde bir vaha'da ko-
nakladılar. Açlık ve susuzluktan bîtab hale gelmiş
olan Sahabe'ye yemek molası verilmişti. Resul-i Ekrem
Hazretlerinin emri icabınca bu sefer bir koyun kesi-
lecek, pişirilip gazilere dağıtılacaktı. Bunu kim yapa-
caktı?

Hazır bulunanlardan biri:
" - Yâ Resûlallah, koyunu ben keserim. " diyerek
ayağa kalktı.

Bir başkası da:
" - Et pişirmesini bilirim, ben de pişireyim." dedi.

Ashab-ı Kiram böylece aralarında vazife taksi-
mi yaparken, Müslümanların tek Âhiret rehberi ve
Dünya Lideri daha fazla beklemeden harekete geçip
şu ifadede bulundular.
" - Ben de hep birlikte yiyeceğimiz bu yemekleri
pişirecek ateş için odun toplayayım, sırtımda çok iyi
hurma dalları taşırım."

Ashab-ı Kiram hep birlikte:
" - Hâşâ yâ Resûlallah Biz bütün hizmetleri gö-
rürüz, siz de şu hurma ağacı altında istirahat buyu-
run " dedilerse de Müslümanların o aziz rehberi ve ye-
gane lideri şu cevabı verdiler.

" - Ben bilirim ki, siz bütün hizmetleri görür, zah-
metleri çeker, yemeği hazırlarsınız. Ancak siz çalışır-
ken benim oturmam beni rahatsız eder. Ümmetini hiz-
met ettirip kendi istirahata dalan bir idareci olmak
istemem. Hak Teâlâ kendisini Müslümanların içinde
farklı muameleye tâbi tutanları sevmez. " 

İşte İslâm'ın devlet reisi ve idare ettiği halka kar-
şı takındığı tavrı...

    
Kendini halkından üstün tutmama faziletinin
yalnız Allah'ın Resûlüne mahsus olduğu zannına ka-
pılmayınız. İsterseniz şimdi de Resul-i Ekrem Hazret-
lerinin mübârek şahıslarında tamamını gösterdikleri
İslâmî idarenin Hazret-i Ömer-ül Faruk (R.A.) daki
tatbikini görelim.

     Temim Oğulları kabilesi reislerinden ve civarın
en nüfuzlu şahıslarından Ahnef, başkanlığını yaptığı 
kabilesinin bazı hatırlılarıyla yazın sıcak aylarından 
birinde Medine'ye gelmişti. Ahnef, İslâm'ın ruhuna vâkıf
olmuş, ihlâslı bir insan olmasına rağmen yanındaki-
ler eski alışkanlıklarını bırakamamışlar; Müslümanla-
rın Halifesi Hazret-i Ömer'i (R.A.) taht-ı revanlar için-
de saltanat süren, etrafında yüzlerce hizmetçinin per-
vane gibi dolaştığı bir hükümdar sanıyorlardı.
Bir köşe başında sırtından abasını çıkarmış biri-
nin bir kısım develeri tımar edip, yağladığını gördü-
ler. Bu, Müslümanların Halifesi Hazret-i Ömer ve tı-
mar ettiği develer de hazineye ait devlet mallarıydı.
İhlâslı mü'min Ahnef'le kucaklaşan Halife-i Müs
limin O'na:
" - Ya Ahnef! Abânı çıkar ve yanıma gel. Şu iki
zayıf deveyi tımar ederken bana yardım et. Bunlar
huysuzluk ediyorlar. Bakmazsam iyice düşecek, fa-
kir fukaranın hakkı, dul kadınların hissesi, mâsum
çocukların uhdeme emanet edilmiş bu hazine malları
heder olacaktır." dedi.

Ahnef'le birlikte gelmiş olanlar bir Halifenin bu
derece mütevazi haline akıl erdiremiyorlardı ve içle-
rinden biri:
" -Ya Emirel-Müminin; hizmetçilerinden birine
emretseydin de bu işleri yapsaydı ya? " diyor.
Müslümanların Lideri bu teklife şu cevabı ve-
riyor.
" - Benimle Ahnef'den daha münasip hizmetçi bu-
lunabilir mi ki? Müslümanların idare işini üzerine alan
kimse, Müslümanlarm hizmetçisidir. Hizmetçiye ya-
kışan da şu işi görür, şunları görmem demek değil,
belki devlet işlerinin neleri yapılmamışsa onları yap-
mak, deve tımar etmek dahi olsa yapılmayan işleri
tereddütsüz yerine getirmektir. "




Ahmed ŞAHİN
Tarihin Şeref Levhaları'ndan
m
iço