İSLÂM ADALETİNDE İLTİMAS OLMAZ

"-Geçmiş milletler, içtimaî -sosyal-
adalete riayet etmedikleri için pe-
rişan ve heIâk oldular. Onlar, iç-
Ierinden nüfuzlu biri suç işleyince
göz kaparlar, fakat zayıf biri; ay-
nı cürmü işleyecek olsa, ona, te-
reddüt etmeden cezaya tatbik e-
derlerdi."


  ASTIĞI astık, kestiği kestik olan Beni Mahzum
kabilesi ileri gelenleri, başkaları bir suç işlediği za-
man derhal tecziyesini (cezalandırılmasını) temin
ediyorlar, fakat kendileri için aynı ceza tatbik
edilmiyor, bir yolu bulunarak af müessesesi hemen
imdatlarına yetişiyordu.

Bu sebeple henüz Müslümanların idaresine geç-
memiş bulunan Mekke'de, Beni Mahzum sultası bü-
tün şiddetiyle hüküm sürüyordu.
Zaten İslâm'dan evvel Arabistan'ın umumî hissiyatı
dâima zayıfın zilleti, kavinin -kuvvetlinin-
tekebbür -baskısı- ve ceberrutu -baskısı-
ile devam ediyordu.

Resûl-i Ekrem Hazretleri Mekke'yi fethedip İslam
kanunlarını tatbik mevkiine koyduğu sırada, henüz
Mekke'den ayrılmamışken hırsızlık yaparken yaka-
lanan Fatma adında birini getirdiler. Bu kadın öteden
beri fakir fukaranın canını yakmakla şöhret bulmuş,
fakat her defasında da Beni Mahzum kabilesinden
olduğu için bir yolu bulunarak kurtarılmıştı. Bu defa
İslâm kanunlarına göre suçu sabit görüldüğünden,
elinin kesilmesine karar verildi.
Beni Mahzum kabilesine mensup olanlar, alışkan-
liklarından vazgeçmediler; Fatma'nın elinin kesilme-
mesi için araya vasıtalar koyarak yine affedilmesini
istediler. Beri taraftan o güne kadar mallarını çal-
mak, çoluk çocuklarının rızıklarını aşırmak suretiyle
canlarını yaktığı kimseler ise artık adâletin muhakkak
icrasını istiyorlardı.

Bütün vasıtaların tesirsiz kaldığını gören Beni
Mahzum eşrâfı, Üsâme'yi ortaya koydular. Bu zat,
öteden beri Resul-i Ekrem'in nezd-i âlilerinde sözle-
ri reddedilmeyen biri olarak bilinirdi. Beni Mahzum'-
luların ısrarına dayanamayan Usâme, nihayet hu-
zur-u Risalete girip,
- " Yâ Resûlallah, Fatma'nın affı için ricada bu-
lunuyorum." dedi.
Bu sözden Resiıl-ü Ekrem'in hiç de memnun ol-
madıkları mübârek simalarından belli oldu.
Üsâme, bin pişmandı. Neden böyle haksızlıklar-
dan yana olmuş, niçin fakir fukaranın emval -mallarını
ve iaşesini aşırmayı meslek edinen düşük kimselerin âleti
haline gelmişti? Zalimin affını istemek mazluma zul-
metmekti...

- " Yâ Resûlallah, âciz ve kimsesiz mazlumların
aleyhine bir talepte bulunmak hatasını irtikâp ettiğim
için -işlediğim- affınızı istirham eder, ricamdan
vazgeçtiğimi bildiririm." diyerek huzur-u Risâletten
mahcubiyetle dışarı çıktı.

Emr-i Peygamberi üzere hırsızın eli kesildi. " İlâhi
emri yerine getirmekle mükellefim." buyuran Resul-ü
Ekrem'in bu hâdise karşısında mübârek gözleri yaşar-
dı ve yanında bulunan Âişe validemize:
- " Bu kadın, eli kesildiği için bir ihtiyaç içine dü-
şerse hemen bize gelsin, evimizde istediği bulunmazsa
başkalarından bulup ihtiyacını karşılayalım, bunu
unutma." dedikten soma Müslümanları Mescid-i Ne-
beviye toplayarak şu tarihî hutbesini irad buyurdu-
lar:

-" Ey Nas -insanlar-! Şunu iyi bilin ki, Hak Teâlâ
geçen ümmetlerî içtimaî adalete riayet etmedikleri için
perişan ve helâk etmiştir. Onlar, içlerinden nüfuzlu biri
cürüm -suç- irtikab ettiği zaman göz kaparlardı; fakat
zaif biri aynı cürmü işleyecek olsa, bunun hakkında tered-
düt etmeden Had cezasını tatbik ederlerdi. Muham-
med'in (S.A.V.) nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, hırsızlık yapan kızım Fatıma da olsa yine
elini keserim!.."

Demek, İslâm adâletinde ayırım yok, eşitlik var-
dır. 14 asır önce başlayan tatbikat da meydandadır.
Yirminci asrın insanın ideali de bu değil midir?
Adâlette iltiması, kayırmayı kaldırıp, eşitliği yerleştir-
meye çalışmıyor mu?
Anlaşılan, hedef, İslamın adâlet anlayışıdır. Ona
varmaya çalışılmaktadır.

MEŞHUR İslâm Hukukçusu Ubey bin Kâb ile Ha-
life Hz. Ömer (R.A.) arasında bir dâva vardır, ikisi
de haklı oldukları kanaatındadırlar.
Übey bin Kâb Medine kadısı Zeyd bin Sabit'e mü-
racaat ederek:
- " Halifeden dâvâcıyım, dâvâmıza bak ve kimin
haklı olduğunu ayırd et diyor.
Bu müracaat üzerine kadı Zeyd bin Sabit bir dâ-
vetiye ile Halife Hazret-i Ömer'i derhal mahkemeye
çağırıyor ve:
- " Hakkında şikâyet var! Kur'ân namına seni
mahkemeye çağırıyorum." hitabında bulunuyor. Mü'-
minlerin Halifesi koca Ömer (R.A.) dâvetiyeyi alır
almaz hemen yola düşüyor; Kur'ân nâmına çağrıldı-
ğı mahkemeye giriyor. Halifeyi gören Zeyd bin Sabit
- " Yâ Emirel-Mü'minin, buyurun, şu yakınıma
gelin. " diyor.
Bu dâvete Halife hiddetleniyor:
- " Bana yakınında yer gösterişini, tarafgirliğinin
ilk alâmeti olarak kabul ediyorum. Kur'ân nâmına
hükmeden hâkimin vazifesi, Halifeye hürmet değil,
Kur'ân'ın emrine riayettir! Kur'ân'ın emri ise, hâkimin
huzurunda Halife ile herhangi bir şahsın asla farklı
olmadığıdır. Sen ise beni dâvâcının bulunduğu yere
değil de, kendi yanına çağırıyorsun.. Bu ne hal? "
Halifenin bu derece hiddet ve gazabına rağmen,
hâkim Zeyd bin Sâbit gayet sâkin ve mütebessim " an-
latayım, yâ Emirel-Mü'minîn. " diyor.

- " Sana yakınımda yer gösterişim, tarafını tuta-
cağımdan dolayı değildir. Çünkü, Allah'a ve âhiret gü-
nüne îmânı tam bir hâkimin taraf tutmasına imkân
yoktur. Seni yakınıma şunun için çağırdım: Verece-
ğim hükümlerin âhirette beni mahkum etmemesi için
âzâmi derecede dikkatli olmaya mecburum. Bunun
için de ifade alırken, şikâyet edileni en yakınıma ça-
ğırıyorum; suallerime cevap verirken göz ucu ile de
hareketlerini yakından tâkib edeyim de suçlu hâlet-i
ruhiyesinde olup olmadığını daha sağlam olarak tes-
bit edeyim; maksadım budur! "

Bu cevaptan çok memnun olan Halife, ellerini kal-
dırarak:
- " Yâ Rabbi, diyor. Görüyorsün ya, ne ben Hali-
fe'yim dive hususî bir muamele istiyorum, ne de se-
nin kitabınla hükmedenler Halifeden korkarak ilti-
mas etmek düşüncesini taşıyorlar; hâkimlerine baskı
yapan devlet reislerinden olmadığım için, sana ne ka-
dar hamdüsenâlar etsem azdır. " diyerek şu Hadîs-i Şe-
rifi okuyor:

- " İnsanlarda iki sınıf var ki, onlar iyi olurlar-
sa bütün insanlar iyi olur; onlar kötü olurlarsa bü-
tün insanlar kötü olurlar; Onlar da (âlimlerle âmir-
lerdir."

İslâm'ın ibadet hissiyle , yaşandığı günlerde ada-
let tatbikatı böyleydi. Dilerseniz bir diğer tatbikatla,
bağlayalım bahsimizi

Bir yahudi ile Hazret-i Ali'nin (R.A.) dâvası var.
Hakkın kimin tarafında olduğunu tesbit için, günün
Halifesi Hazret-i Ebubekir'e (R.A.) müracaat ederler.
Yahudi evvelâ râzı olmak istemezse de İmam-ı
Ali'nin " İslâm adaletinde iltimas olmaz. " diye teminat
vermesi üzerine muvafakat eder ve HALİFE-İ MÜS-
LİMİN Hazret-i Ebubekir'in huzuruna girerler.
Yahudiye ismi ile hitab ederek yerini gösteren
Halife, Hz. Ali için:
- " Buyurun yâ Eba Hasan! " diyerek Yahudinin
yanına geçmesini işâret eder.
Fakat bu sırada yüzünde üzüntü ve teessür alâ-
meti gördüğü Hazret-i Ali'ye sorar
- " Yahudinin yanına geç, dediğim için mi kızdın
yâ Ali? "
İmâm-ı Ali cevap verir:
- " Hayır, hasmım olan Yahudi'yi ismi ile çar
ğırdığınız halde, bana benim en hoşuma giden kün-
yemle hitab ettiniz de, iltimas gibi geldi, ondan.
Bu manzara karşısında Yahudi hemen Müslüman
olur. Adâlet anlayışı böyle olan bir dinin diğer hü-
kümleri yanlış olmaz, der. ".




Ahmed ŞAHİN
Tarihin Şeref Levhaları'ndan
m
iço