* Çağımızda bir Ehl-i Hadis
      ( Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT )
İslamiyat - 28 Mayıs 2003  - M. E. Özafşar, Ali Dere, Bünyamin Erul
Talat Koçyiğit
Dere: Bize vakit ayırdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Bizler sizi, asistanınız olan arkadaşlar olarak yakından tanıyoruz; bu kez sizi islâmiyât okurlarıyla tanıştırmak istedik. Öncelikle hayat hikayenizden başlasak…

Koçyiğit: Resmî bir ifadeyle söze başlayacak olursak, Uşak’ta doğdum. Doğum tarihim 3 Ağustos 1927. Ailem Uşak’ın merkezinde idi. Biz Uşak’ta Kadıköylüler olarak tanınırız. Kadıköylü Hafız Süleyman Efendi dendiği zaman, dedem, hemen hemen bütün Uşaklılar tarafından bilinir. Kadıköy, şimdi Denizli’nin Sarayköy ilçesine bağlı ve İstanbul’un Kadıköy’ü ile karıştığı için ismi sonradan Babadağ olarak değiştirildi. Babadağ eteğinde bir nahiye olduğu için bu ismi vermişler. Dedem Uşak’a yerleşince adı Kadıköylü olarak kalmış. Orada hafızlık, hocalık ve muhtarlık yapmış. İslami konularda oldukça bilgili, siyasi meselelerde görüş sahibi, hatırı sayılır bir kimse. Evimiz Uşak’ta İstasyon binasına yakın bir yerde idi; önümüzden demiryolu geçerdi. Demiryolu ile ev arasında sekiz-on metrelik bir mesafe vardı; trenlerin bakımının yapıldığı depo da eve yakındı. Bu nedenle biz tren sesleri içerisinde büyüdük. Herhangi bir tren –biz ona marşandiz deriz– geldiği zaman Uşak’ta vagon ayırırdı; manevrasını bizim evin önünde yapardı. İlkokulu eve pek uzak olmayan bir okulda, Gazi İlkokulu’nda okudum. Ortaokulu ve liseyi de yine Uşak’ta tamamladım. O zamanlar bir olgunluk imtihanı vardı; sonradan kaldırdılar. Benim okuduğum lise, Ülkü Lisesi adında bir özel lise idi; özel lise olduğundan, olgunluk imtihanı için Kütahya’ya gittik –Uşak o zamanlar Kütahya’nın kazası idi.

Özafşar: Sizin ilkokulu okuduğunuz zaman Cumhuriyet’in ilk yılları. İlkokula başlamadan önce temel dinî bilgileri nereden ve nasıl almıştınız? O zaman camilerde Kur’an öğretimi var mıydı?

Koçyiğit: Dedem Hafız Süleyman Efendi Arapça’ya vâkıf bir kimseydi; uzun bir tahsili yoktu; biraz medrese tahsili ve okumuşluğu vardı. Babam da onun yanında yetişmiş, medresede okumuş; onun da Arapça bilgisi vardı. Hatta babam, medresede okurken Fransızca da görmüş. Ben ortaokula başladığımda ilk Fransızca dersimi babamdan almıştım. İlkokula gittiğim sıralarda Kuran-ı Kerim öğrenmiştim; ancak, Arapça öğrenmemiştim. Bizim evin önü geniş bir meydanlıktı. Mahallenin çocukları meydanda toplanır, oynar; boş vakitlerde ben de evden çıkar oynardım. O zamanlar bezden, çuvaldan toplar vardı, plastik toplar yoktu. Oyun oynadığımız vakitler, dedem yahut babam: “Haydi Talat, gel bakalım!” diye seslenirlerdi; bu, artık okuma vakti gelmiş demekti. İşte Kuran’ı öğrenmeye böyle başladık. 1927 doğumlu olduğuma göre, sene 1934 falan idi. Kuran okumaya başladıktan sonra, kaç kere hatmettiğimi tam olarak hatırlamıyorum. Dedem ve babam yalnız bana Kur’an öğretmediler; mahalleden de bazı çocuklar, kız-erkek eve gelir ve okurlardı. Sonra lisede iken hocalar artık benim bu sahaya merakımı öğrenmişlerdi. Bir duvar gazetesi de çıkartılırdı lisede iken. Duvar gazetesine bir gün, babamdan öğrendiğim Osmanlıca bir ibareyi yazdım. Bu garip bir ibare idi; eski medreselerde basit ibare ile Türkçe konuşmak yadırganırmış; sonra bunu hocalar yasaklamışlar. Bunun bir hikayesi de var: Hoca ön tarafta yerde oturuyor; başında da ince tülbentten bir sarık. Herhâlde bir kış günü olsa gerek; daha önceden bir mangal yakılmış ve hocanın yanına bırakılmış. Hoca sıcaktan uyuyuvermiş. Kömürler yeni yanmaya başlayacak olmuş ki, bir kıvılcım hocanın kavuğuna sıçramış. Sarık, ince tülden olduğu için, başlamış yanmaya. Çocukları almış bir telaş; hocayı nasıl uyandıracaklar? “Sarığınız yanıyor.” deseler, basit bir ibare kullanmış olacaklar; hocanın canı sıkılacak, kızacak belki... Talebenin biri düşünmüş taşınmış ve şöyle demiş: “Ey üstâd-ı bâ kemâl ve ey hâce-i zî me’âl! Şu şâkird-i pür kılâl şu vechile arz-ı makâl ve keşf-i mâ fî’l-bâl eyler ki, derûn-i cehennem, makrûn-ı kubbe-yi hammâm misâli âteş-i tîz-i işti’âl ile bu mangal-i bî-vebâlden bir şirâre-i câbik-i reftâr cenâb-ı kavuklarına pürtâb-ı firâr eyleyip...” dediği sırada hoca meseleyi anlamış. Kavuğu başından atmış ama, başında kavuk diye bir şey zaten kalmamış; yanmış. Ben bu hikayeyi duvar gazetesine yazdım; altına da bir not düştüm: Yukarıdaki bu ibareyi gazeteye yazanlar dikkat etsinler ve yeni bir dil meydana getirmesinler. Böyle bir not okul müdürünü, edebiyat hocasını memnun etmiş. Ne güzel yazmışsın dediler.

Özafşar: O dönemde dil tartışmaları da vardı; dilde arılaşma, Ataç ekolü falan... Bunları takip eder miydiniz?

Koçyiğit: Dil tartışmalarının üzerinde fazla durmazdık. Benim edebiyata merakım, bol roman okumamdan kaynaklanıyordu. Merak ettiğim bir şeyi alır okurdum. Benim edebiyata merakım, bol roman okumamdan kaynaklanıyordu.

Dere: Sizin yazı üslubunuzun güçlü olması, herhâlde erken dönemden itibaren edebiyata duyduğunuz ilgi ve okumalarınıza dayanıyor. Zira yeni asistan olduğum dönemde, bazı yazılarımı, hatta dilekçelerimi bile üslup açısından düzelttiğinizi hatırlıyorum. Dilin kullanımına karşı sürekli bir hassasiyetiniz olduğunu biliyoruz.

Koçyiğit: Ben asistanken, doktorayı yapmamıştım daha, bizim baldızın büyük oğlu burada bir liseye giderdi. Bir gün bir hikaye yazması gerekmiş. Yazmış; ancak, pek bir şeye benzetememiş. Bana bahsetti; ben de ona bahsettiği konuda bir hikaye yazdım; götürmüş hocaya vermiş. Ertesi ders, hoca, öğrencilere yazıları dağıtırken sıra ona gelince, “İşte çocuklar,” demiş, “hikaye böyle yazılır”. Çocuk “Eniştem sağ olsun!” demiştir herhâlde.

Özafşar: Ashab-ı Kehf’le ilgili bir çeviriniz var, Tevfîk el-Hakîm’den.

Koçyiğit: Evet, bir tiyatro eseri idi. (...)

Özafşar: Uşak’tan ayrılıp Ankara’ya ilk gelişiniz nasıl oldu?

Koçyiğit: Liseden mezun olduğumda ilahiyat fakültesi olsaydı, ilahiyata kayıt için gelirdim. Ancak, o zamanlar ilahiyat fakültesi olmadığı için, böyle bir şansım da yoktu. Ben 1949’da mezun oldum. İlahiyat yeni açılmıştı; ancak, müstakil binası henüz yoktu; ders verilmiyordu. Evraklarımla doğrudan doğruya Tıp Fakültesi’ne geldim; kayıtlarımı yaptırdım ve Uşak’a döndüm.

Erul: Tıp Fakültesi kendi tercihiniz miydi? yoksa ailenizin isteği mi?

Koçyiğit: Benim tercihimdi. Tabip olurum diye düşünüyordum. Tekrar Uşak’a döndüm. Aradan kaç gün geçti bilmiyorum, Ulus gazetesinde Tıp Fakültesi’ne kabul edilenlerin listesini gördüm; baktım, benim ismim de listede. Ondan sonra gene bir gazetede İlahiyat Fakültesi’nin açıldığı ve öğrenci kaydına başlandığı haberini gördüm. Bu haberi görünce benim düşüncem değişti; tekrar Ankara’ya geldim. Tabii ailemin bundan haberi var; ben ne istersem ona peki diyorlar. Geldim, Tıp Fakültesi’nden evrakımı geri aldım ve ilk seneler İlahiyat Fakültesi sekreterliği yapan Şükrü (Tolun) Bey’e evrakımı teslim edip kaydımı yaptırdım.

Özafşar: Kayıt yaptırırken, okulu bitirdikten sonra ne olacağınız konusunda ne biliyordunuz?

Koçyiğit: O konuda hiç bir bilgim yoktu; ne olacağımı bilmiyordum. Bana soruyorlardı, “Oraya kaydını yaptırdın. Ne olacaksın?” diye; ben de: “Bilmiyorum.” diyordum.

Özafşar: Peki, İlahiyat Fakültesi’ni tercihinizi neye bağlıyorsunuz?

Koçyiğit: Din hakkındaki bilgimin aile içindeyken artmasına ve bu sahaya ilgime. Bu sahaya olan merakım beni buraya meylettirdi. Biz, Cumhuriyet dönemi yüksek din eğitiminin ilk öğrencileri ve mezunlarıyız.

Özafşar: Hocam, Fakülte’nin ilk eğitim kadrosu, ilk öğrencileri konusunda bizi biraz bilgilendirir misiniz?

Koçyiğit: İlk yıl sıkıntılı bir yıldı. Yeni açılmış bir fakülte için başka bir şey de beklenmez. Derslerin bir kısmını kendi fakültemizde, diğer bir kısmını Dil-Tarih’de görüyorduk. Bizim fakültemiz Hukuk Fakültesi’nin arkasındaki öğrenci yurdu binasındaydı. O yurt binasının bir katını bizim fakülteye tahsis etmişlerdi. O kata çıktığınız zaman, baş kısımda sanat tarihi bölümü vardı. Ondan sonra sekreterin odası, ondan sonraki yerde de sınıf vardı. Şimdi tam olarak hatırlayamıyorum; fakat bir dekan odası ve hocalara ait birkaç küçük oda vardı. Hemen hemen, Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, felsefe, mantık gibi derslerin hiçbiri Fakülte’de okutulmuyordu. Bunlar için daha ziyade Dil-Tarih’e gidiyorduk. Ben ilk yıl Ziraat-Veteriner Fakültesi’nin öğrenci yurdunda kaldım. İkinci sene Cebeci Hukuk Fakültesi’nin arkasında bir yere geçtim; artık Fakülte’den mezun oluncaya kadar o yurtta kaldım. Hocalarımız arasında, Dâru’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi’nde hocalık yapmış olan Ömer Hilmi Buda; sonra, Yusuf Ziya Yörükan vardı. Bir sınıf öğrenci idik; sayımız 40 civarında idi. (...)

Özafşar: Fakülte yıllarınızdaki hocalarınızdan sizi en çok etkileyen kim oldu?

Koçyiğit: Benim asıl hocam, Tayyip Okiç’ti. Onu Fakülte’ye hadis hocası olarak almışlardı; ancak, tefsir dersine de giriyordu. Onun bizim üzerimizdeki tesiri diğer hocalardan çok farklıydı. Samimi bir Müslüman ve iyi bir hoca idi. Hakikaten bize iyiyi, güzeli, doğruyu tam mânâsıyla öğreten bir hoca idi. Başka hocalarımız da vardı tabii; fakat Tayyip Bey’le onlar arasında pek mukayese yapmak istemiyorum. Şimdi, basit bir misal: Başka bir hoca daha vardı –ismi lazım değil–; derse gelir, “Niye camilere sıralar yahut masalar konmasın; o da olur.” derdi; yani camileri kiliseye benzetmeyi kafasına koymuştu. Yine hocalar arasında biri daha vardı –yine ismi lazım değil–; o da, açıkça, Allah’a inanmadığını söylerdi. Böyle olmasına rağmen, yine de bunlar iyi insanlardı. Mesela, Fakülte’de bir burs imtihanı açılmıştı. İmtihana girdik; sonradan, kazananlar ilan edildi; ben kazanamamıştım. Nasıl oldu da kazanamadım, bilemiyorum. İmtihan neticeleri ilan edildikten sonra, Ömer Hilmi Hocamız derse geldi; sınıfa baktı, beni görünce “Sen bursu kazandın mı?” diye sordu; “Hayır” dedim; başını salladı. Öyle anlaşılıyor ki, Hoca ile imtihan heyeti arasında bazı sorunlar olmuş. Hâdisenin nasıl olduğunu sonradan öğrendim –Fakülte sekreteri bir ara anlatmıştı. Yusuf Ziya Yörükan, burslular arasında kız öğrencilerin biraz fazla olmasını arzu etmiş; benim yerime bir kız öğrenciye burs vermişler.

Özafşar: Tayyip Hoca için “İyi bir insan, iyi bir Müslüman” dediniz. Bunun ötesinde, ilahiyat formasyonu açısından hocanızın sizi etkileyen yönleri nelerdi?

Koçyiğit: O aslen Boşnak’tı. Babası ve zannediyorum ailesiden müftülük yapanlar vardı. Bu yüzden, Tayyip Bey Bosna’da büyümesine rağmen, bir komünist olarak değil, komünizm düşmanı olarak yetişmiş. Kendisi “Tito beni bu nedenle kovdu.” derdi. Tayyip Bey, ülkesinden ayrılmak zorunda kalınca Fransa’ya gitmiş; oradan Tunus’a geçmiş. Sonradan İstanbul’a gelmiş ve bilahare fakültemize hoca olarak almışlar. Bizim dersimize de hadis hocası olarak geldi. Tayyip Bey’den birkaç yıl okuduk, tam olarak bilemiyorum. (...) Daha talebelik yıllarımda Tayyip Bey beni Fakülte’ye asistan almayı düşünüyordu; ancak, beni endişelendiren bir husus vardı: Benim Batı dilim Fransızca idi; fakülte öğrencisi olunca, kafamda İngilizce öğrenme niyeti doğdu. Bu sebeple, birinci sınıfta İngilizceye başladım. Dolayısıyla, her iki yabancı dilim de gerekli seviyede değildi. Tayyip Bey’e bu durumu söyledim; bunun üzerine, bana İngilizce makaleler getirmeye başladı. Ben onları lügat yardımıyla tercüme ederdim. Böylece İngilizce’yi ilerletmeye çalıştım. Bu arada Amerikan Kültür’e de gittim. Artık onun faydası ne derece oldu, pek bilemiyorum. 1953’te mezun olduk. O sene asistanlık sınavı açılmadı. Tayyip Bey bu hususta biraz da bana bağlı kaldı. Ben Uşak’a gitmiş; nasıl yapacağımızı Tayyip Bey’le konuşmuştuk. Kendimi yetiştirmeye devam edecektim; yetişince de, tamam diye Tayyip Hocama haber verecektim. Kasım ya da Aralık aylarından birisi idi; artık imtihana girebilirim dedim. Hadisten kadro ilan edildi. Ankara’ya imtihan için geldim; baktım, Tayyip Bey, imtihana girmek isteyenlere, “Hiç kimse hadise müracaat etmesin; benim tek adayım var.” demiş. Herhâlde bu yüzden, imtihana benden başka müracaat eden yoktu. İmtihana girdik ve kazandık; ondan sonra burada vazife başlamış oldu. (...)

Özafşar: Hocam, sizin doktora teziniz, hadislerin toplanması ve yazı ile tespitine dair. Belki de hadis sahasında Türkiye’deki ilk akademik çalışma. Bu konuyu da Tayyip Bey’le istişare ederek mi belirlediniz?

Koçyiğit: Bu konu üzerinde Fuat (Sezgin) Bey’in de büyük katkısı oldu. O zaman o da Ankara İlahiyat’taydı. Daha başka konular da önermişti Fuat Bey. Sadece Fuat Bey’den değil; başkalarından da konu önerileri almıştık.

Özafşar: Hocam, Türkiye’de hadis kürsüsünü her ne kadar Tayyip Hoca kurmuş olsa da, çalışmalarınıza baktığımız zaman, hadis alanının temel konularını ilk ele alan sizsiniz. Hatta akademik çalışmalara bakıldığında da, bunların çoğunun sizin nezaretinizde yapıldığı görülüyor. Bu sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?

Koçyiğit: O dönemde hadisle akademik anlamda meşgul olan benden başka kimse yoktu. Çünkü İlahiyat yeni açılmıştı ve hadis alanında ilk asistan da bendim. Bu sahalara nüfuz eden olmayınca da, ben yalnız kalıyordum. Yayımladığım tüm kitapların temelinde de doktora tezim vardır. Doktora tezimi hazırlarken fazla kaynak da bulamıyordum. Sonradan Mısır’da, Suriye’de ve diğer İslam ülkelerinde birçok kitap neşredildi. Ben bu teze başladığım zaman yeni yazılmış yeni bir eser hemen hemen hiç yoktu.

Özafşar: Yeri gelmişken sormak istiyorum, Arap dünyasına ilk gidişiniz altmışlı yıllarda mı oldu?

Koçyiğit: Arap dünyasından ilk olarak Bağdat’a gittik. Daha önce de Bağdat’a gitmiştik; ancak, altı-yedi ay kalmıştık. (...) 1963’te Tunus’a gittik. O zaman Neşet (Çağatay) Bey dekandı. Ben, İsmail Cerrahoğlu, Mehmet Maksudoğlu, beraber gittik. Konuyla Neşet Bey ilgilenmişti; Tunus elçisi de olur demiş. Ancak, işin garip tarafı, büyükelçi bambaşka bir olurla müspet cevap vermiş. Neşet Bey bize müjdeyi verdiği zaman: “Tamam, siz Tunus’a gidiyorsunuz; oradan size burs verecekler.” dedi. Neşet Bey burslu gideceğimizi anlamış; hâlbuki burslu değilmiş. Büyükelçi buradan Türk hükümetinin ya da Fakülte’nin bize burs vereceğini düşündüğü için, oradan olumlu cevap almış. Büyükelçi “Neyse, endişe etmeyin; yolunuzdan da geri kalmayın ve gidin; ben, gerekeni buradan yapmaya çalışacağım.” dedi. Biz elçinin bu sözüne itimat ederek yola çıktık. Buradan İstanbul’a kadar gittik; Paris’e giden trene bindik. Venedik’te inip orada bir iki gün kaldık; ondan sonra Roma’ya geçtik. Tunus büyükelçisi, “Roma’ya varınca, Türkiye büyükelçisine gidin, benden selam söyleyin, size yardım eder.” demişti. Roma’da büyükelçiyi ziyaret ettik. Bize yardımcı oldular. Uçağa bininceye kadar elçilikten bir memur bize refakat etti. Tunus’a indik. Biz iki sene izinli olarak Tunus’a gitmiştik; fakat iki seneyi tam olarak doldurmadık; orada 20 ay kadar kaldık.

Özafşar: Hocam, bir mukayese yapılacak olursa, Türkiye’deki İslami ilimlerin ufku ile, özellikle hadis ilmi açısından, Tunus’un ve Arap dünyasının ufku arasında nasıl bir fark vardı?

Koçyiğit: Elbette ki fark vardı. Her ne kadar uzun seneler Fransız işgali altında kalmış olsa da, gene de bir Arap ülkesi; hem artık yeniden Arapça’ya yönelmiş bir ülke olarak İslami ilimler de az çok gelişmiş. Her ne kadar Fransa ve başka ülkelerde doktora yapmış kimseler var idiyse de, bunlar Zeytûniye Medresesi’nde hocalık yapıyorlardı. Yine gerek tefsir gerekse hadiste yetişmiş bazı şahıslar vardı; belki bunlar Arap âleminde çok tanınmış kimseler değillerdi; ancak, kendi alanlarında uzman kişiler idiler. Onlarla tanıştık. Oraya vardığımızda dekan bir toplantı yaptı ve bizi hocalarla tanıştırdı. Ben Arapça konuşmaya çalışıyordum; pratiğim çok iyi olmamasına rağmen, onlarla anlaşabiliyorduk. Bize hep hoca hoca diye hitap ediyorlardı. Çünkü onlarda, doktora yapmış bir kişi profesör gibi bir konuma sahipti; mesela, Fransa’da doktora yapmış bir eleman orada hocalık yapıyordu. Hocalarla temasımız oluyordu, onlarla görüşüyorduk. Orada verimli günler geçirdik. O sıralarda 1964’teki Kıbrıs harbi olmuştu. O zaman Türkiye’nin büyükelçisi Faruk Bey bizi çağırdı. “Siz Tunus Radyo ve Televizyonu’nda devamlı konuşan ve Habîb Burgiba’nın yakın bir akrabası olan –ismini şimdi hatırlayamıyorum– şahısla tanışıyorsunuz. Sizden bir ricam var; o adama gidin, bu Kıbrıs hâdisesini, Rumların orada yaptıklarını anlatın.” dedi. Yanlış bir bilgilendirme vardı galiba; bunu Tunuslular da öğrensin istemiş. Biz peki dedik elçiye. Bunun üzerine, randevu aldık; o da buyurun dedi; evine davet etti. Evine gittiğimizde, adamın eşinin de Türk olduğunu öğrendik. Önümüze şöyle koca bir sini baklava koymaz mı? Tabii, biz Tunus’a gitmişiz; orada baklava ne gezer, Türk usûlü baklava! Tabii, hemen başına çöktük; bayağı yedik. Neyse, sonra Kıbrıs hâdisesini de anlattık. O da radyoda bir konuşma yaptı ve Tunuslulara bu durumu anlattı. Velhasıl, Tunus’ta da enteresan hâdiseler olmadı değil. (...)

Özafşar: Tunus dışında, örneğin bir Avrupa ülkesinde bulundunuz mu?

Koçyiğit: Daha sonra 1972 yılında bir yıllığına Fransa’ya gitmiştim. Fakülte’de o zamanlar yabancı ülkelerde tetkik-araştırma izni vardı. Paris’e gidiş sebebim profesörlük idi. Profesörlükte lisan imtihanına Fransızcadan girmeyi düşündüm. Paris’te Fransızların yabancılara Fransızca ders okuttukları bir yer vardı; oraya kaydımı yaptırdım ve devam ettim. Fransa’da daha çok Fransızcayla meşgul oldum. Orada benim bir hatam oldu. Hanım öğretmen bana “Sen de kiliseye gidiyor musun?” demiş; ben de, “Ben Müslümanım, benim kilisede ne işim var” diye cevap vermiştim. Bu cevap üzerine beni o sınıftan aldılar ve hiç işe yaramayan bir sınıfa verdiler. Bunun üzerine, baktım olmayacak, o okulla ilişiğimi kestim.

Erul: Ahmed b. Hanbel’in ‘İlel’ini tahkikiniz Tunus sonrası mı ortaya çıktı.

Koçyiğit: Ahmed b. Hanbelin ‘İlel’ini burada yaptık; ancak, hangi senede olduğunu hatırlayamadım. Buradaki kütüphanede yazmasını gördüm ve neşretmeye karar verdim.

Erul: Hadîs-i Şerîf Külliyâtı nasıl ortaya çıktı Hocam?

Koçyiğit: Dil-Tarih’te Adnan Bey adında bir hoca vardı; bir gün yanıma geldi –daha önce Tercüman’la yazı alışverişi yapıyordum; gazeteyle bir bağlantımız vardı–: “Tercüman gazetesi böyle bir külliyat istiyor, böyle bir çalışmaya girer misiniz?” dedi. Ben de “Tercüman gazetesi benim yabancım değil; oraya yazılar yazıyorum.” dedim –zira Ramazanlarda da Tercüman gazetesi benimle temasa geçiyordu. Dil-Tarih’ten gelen hocanın Arapçayla hiç alâkası yoktu. “Bunu nasıl yapacağız?” dedim. O da “Siz yazarsınız, ben daktilo ederim.” dedi. “Bu nasıl olur?” dedim; “Ben yazacağım, siz tekniğe bakacaksınız ve çalışma iki isimle çıkacak”. Bunun üzerine, o arkadaş bundan vazgeçti ve gazete, çalışmayı bana verdi. İşte bu vesileyle bu kitabı hazırladım. (...)

Özafşar: Sahabe ansiklopedisi gibi bir çalışma niyetiniz vardı?

Koçyiğit: Evet, ona da başlamıştım. Sahabileri teker teker yazıyordum. Tercüman gazetesi de vermişti okurlarına.

Özafşar: Hocam, hazır konu basına gelmişken, siz bazı polemikler içerisine girdiniz. Özellikle Süleyman Ateş’le çok ciddi reddiyeleşmeleriniz oldu.

Koçyiğit: Malum, Süleyman Ateş, İslâmî Araştırmalar dergisinde “Cennet Müslümanların Tekelinde Değil” başlıklı bir makale yazmıştı; kalkmış, cennete Yahudi ve Hıristiyanların da gireceğini yazmış. Biz diyoruz ki, “Cennet Müminlerin Tekelindedir”; o bana cevap yazdı; ancak, düzgün bir cevap vermedi. Ben ikinci makaleyi yazdım ve “Hafızın Unuttuğu Ayetler” başlığını koydum. Orada Kur’an-ı Kerim’de Süleyman Ateş’in ele almadığı ayetleri ele aldım. (...)

Özafşar: Yanlış hatırlamıyorsam, daha önce, din ve İslam’la ilgili konularda basında çıkan yazılara dair bazı görüş ve eleştirilerinizi de gazetelerde yazdınız.

Koçyiğit: Daha önce Tercüman’da yazmıştım. Mesela Kültür Bakanı Talat Yalman’la ilgili bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. Onun hakkında “İslami kültürden haberi olmayan kültür bakanı” demiştim.

Dere: Hocam, İslam kültüründen haberi olmayan bir kültür bakanından bahsettiniz. Maalesef Türkiye’de biz benzer durumları yaşıyoruz. Kendi tarih ve kültürünü başka bir biçimde yorumlamaya çalışan veya aynı derecede temsil etmeyen veya kendisini bu değerlere bağlı görmeyen bir yaklaşım söz konusu olabiliyor. Bu, yalnızca kültür insanlarında değil, bürokratik çevrelerde de farklı yaklaşımlar ve yorumlamalarla kendisini gösterebiliyor. Bu noktada, sizin idareciliğiniz döneminde yaşanan ve İslam’ın nasıl faklı yorumlandığına dair örnekler verebileceğinizi sanıyorum.

Koçyiğit: Aslında ilahiyatla hiç ilgisi olmayan kimseler, dinî konularda fetvalar veriyorlar. Maalesef, bizim Türkiye’deki en büyük hastalık bu. Bakıyorsun, adamın din konusunda herhangi bir bilgisi yok; ama din hakkında, dinin herhangi bir konusu hakkında “Hayır, o öyle değil; böyledir!” diye hüküm verebiliyor. Bir hukukçu, bakıyorsunuz, “Şöyle davranmak veya davranmamak lazım!” diye açık açık fetva verebiliyor. Bir hukukçu, bir tabip, İslami konularla hiç ilgilenmemişse nasıl fetva verebilir? Bir asker, aynı şekilde, İslami konularda bir Kur’an hükmünü nasıl inkar edebilir? Ama maalesef bu hâdiseler ülkemizde yaşanıyor. Maalesef, Kenan Evren’in durumu da böyleydi. Üniversite’de, bir yönetim kurulu toplantısında idik. Bir ara rektör dışarı çıktı ve geri döndü; bana, “Talat Hoca, fakültene Sayın Cumhurbaşkanı geliyor; hemen git, ben de geliyorum.” dedi. Ben Fakülte’ye geldiğimde, Fakülte’ye de haber vermiş olacaklar ki, hazırlık başlamıştı. Bazı yerleri siliyor, temizliyorlardı. Dekanlığa girdim; oradan yolu gözlüyorum. Biraz sonra konvoy göründü. Biz de dışarıya çıktık. Arkalarından ancak yukarıya birinci kata çıktıklarında yetişebildik. “Dekanlık aşağıda sayın Cumhurbaşkanım” dedim. Koridoru geçerek diğer merdivenlerden aşağı indik. Cumhurbaşkanı makama oturdu. Karşıdaki kanepeye de rektör oturdu. Bazı öğretim üyesi arkadaşlar da onların karşısında ayakta duruyorlar. Ben de Cumhurbaşkanı’nın yanında ayakta duruyorken, rektör bir ara otur diye işaret etti. Ben de sandalyeye oturdum. Kenan Evren başörtüsüyle alâkalı konuşuyor: Başörtüsüne ne gerek varmış; tarak olmadığı için saçlar taranamıyormuş, bu yüzden eskiden örtü varmış... Bu gibi sözler söylüyor. Bu arada ben de, bunun Kur’an’da metnen mevcut bir Allah emri olduğunu söylemek için izin istiyorum; ancak, o dönüp bakmıyor bile. Başörtüsünden bahsettikten sonra, benim “Müsaade eder misiniz Sayın Cumhurbaşkanım” demelerime rağmen, uzun süre konuşmasına devam ediyor; nihayet, başörtüsü meselesini bıraktı ve içki meselesine geldi. “İçki de bunun gibi,” dedi “içki, çok içenler için haram kılınmış; çok içilmesi haram. Dışarıdan misafirler, cumhurbaşkanları geliyor; onlarla, sağlığına deyip bir kadeh içiyoruz, sarhoş olmuyoruz. Bu kadar içilirse haram olmaz; bu kadar içki haram sayılmaz.” dedi. Ben yine başladım: “Müsaade buyurur musunuz Sayın Cumhurbaşkanım” diye. Kendileri içki hakkında konuşmaya yine devam ettiler; artık fetva veriyorlar. Karşısında da İlahiyat Fakültesi’nin hocaları var. Sözünü nihayet bitirdi ve bana döndü, ne söyleyeceksen söyle, der gibi... Bunun üzerine, ben başörtüsü meselesine hiç girmedim. Fakat içki meselesiyle ilgili olarak bazı hususları açıklamaya çalıştım. “İçki üç safhada haram kılınmıştır. Nazil olan ayetlerden ilki, ‘içkinin faydası da vardır zararı da vardır; ancak, zararı faydasından büyüktür’ demiştir. Bu ayet nazil olunca, Müslümanlar büyük ölçüde içkiden uzaklaşmıştır. Ondan sonra aradan bir süre geçinde, bir gün bir sahabi cemaate namaz kıldırırken içkili olduğu için ayeti yanlış okumuş; bu hâdise üzerine, ‘sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın’ ayeti nazil olmuş; ancak, bu ayet nazil olmakla beraber, içki henüz mutlak haram kılınmamıştır. Dolayısıyla, bazı kimseler içkiyi bıraksa bile, bazıları devam etmiştir. Ancak, içenlerin sayısı bir hayli de azalmıştır; çünkü ‘sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın’ dendiği için, içki içme vakti kısıtlanmıştır. Bunları göz önünde bulunduran pek çok Müslüman içkiyi terk etmişlerdi. Nihayet aradan belli bir süre geçinde, Müslümanlar içkiyi terk etmeye de alıştırılmış bir hâldeyken, içkinin kesinlikle haram olduğunu ifade eden ayet nazil olmuştur. Bu noktada artık içki haramdır. Azı da çoğu da fark etmez. Pislik her zaman pisliktir; çoğu pislik olanın azı da pisliktir; azı içilince, pislik, pislik olmaktan çıkmaz.” İşte bunları söyledim. Orada hiçbir şey söylemedi; tepkisi ortaya daha sonra çıktı –ben öyle düşünüyorum. Ondan sonra kalktı; koridorları geçerken rastladığı kız öğrencilere, “Başınızı örtmeniz için burada sizi zorluyorlar mı?” diye sordu. Kızlar, “Hayır! Biz İslam’ın emri olduğu için örtünüyoruz.” dediler. Sonra kütüphaneye indik; kütüphanede oturan bir kız öğrenciye, “Başını örtmeyi annen baban mı söyledi yoksa burada mı söylediler?” diye sorunca “Hayır! Burada Kur’an, tefsir okuyorum; onlar bize Allah’ın emrini söylüyorlar. Ben de onu yerine getiriyorum.” dedi. Daha sonra Fakülte’den çıktık; Cumhurbaşkanı, arabasına binip ayrılacağı zaman, rektör arabanın penceresine yaklaştı, rektöre bir şeyler söyledi ve sonra da ayrıldı. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Bir bayram arifesi Uşak’a gitmek için izin istedim. Rektör “Gitme! Fakülte yalnız kalmasın.” anlamında bir şeyler söyledi. Nedense bu benim garibime gitti; bana dokundu. Tarık Somer’le aramız çok iyi olduğu için, “İsterseniz, istifa dilekçesi yazayım da öyle gideyim,” diye şaka vari sözler söyledim. “Zaten böyle bir şey var; söyleyeyim mi söylemeyeyim mi? Ancak, aramızda kalsın; kimseye söyleme.” dedi. “Sen, Cumhurbaşkanı geldiği zaman ona birtakım sözler söylemiştin; Cumhurbaşkanı o zaman ayrılırken arabanın camından ‘Bu dekanı buradan al!’ demişti bana. Fakat ben ‘Şimdi dekanı buradan alırsam, bu bazı infiallere sebep olur; yakında görev süresi bitecek, o zaman dekanı değiştiririz.’ dedim ve işi hallettim.” dedi. Aradan pek geçmedi, hallettiler ve Fakülte’de başka profesörler olduğu hâlde, Fakülte’den birini değil de, Meliha (Anbarcıoğlu) Hanım’ı dekan yaptılar.

Özafşar: Hocam, sizin akademik hayatınızda dikkatimizi çeken bir şey var. Bahçelievler’de Muammer Aksoy caddesi ile Bahriye Üçok caddesi arasında, evinizde kitaplar arasında, Fakülte’de öğrencileriniz arasında ömrünüzü geçirdiniz. Bildiğimiz kadarıyla sempozyumlara ve benzeri ilmî toplantılara da pek katılmadınız. Bunun sebebi neydi? Protest bir tavır mı vardı yoksa mizacınızdan mı kaynaklanıyordu?

Koçyiğit: O biraz yetişme tarzı. Bizim yetişme tarzımız bugünkü tarza göre çok farklı. Mesela, ben bizim torunlardan bunu gayet iyi görüp anlıyorum. Her türlü teknik imkanlar var ellerinde. Bugünün çocukları böyle farklı yetişiyor. Ben kendi yetişme tarzıma baktığımda, evde dedem, babaannem vardı. Onlar herhangi bir mesele olduğu zaman, hoşa gitmeyecek bir şeyse, hemen azarı basarlardı. Tabiri caizse, biraz pısırık yetiştik. (...)

Özafşar: Bizlere ve ileride yetişecek hadisçilerimize geleceğe dönük önerilerinizi alabilir miyiz? Daha doğrusu, siz bugün yeniden hadise başlıyor olsanız, neleri gündeminize alırdınız?

Koçyiğit: Ben, şu konularla ilgilenin, diyemem; bu, kişinin kendi tercihidir. Ben her şeyden önce şunu tavsiye etmek isterim: Her şeyden önce Ehl-i Sünnet inancından sapmayın. Bazıları Hz. Peygamber’in hadislerinin sanki çoğu yalanmış gibi bir hava içerisinde hadisleri de sünnetleri de reddediyor; “Elimizde Kur’an var, Kur’an bizim kaynağımızdır; bundan başka kaynak yoktur.” diyor. Bence bu tür bir yola kesinlikle sapmayın. Hz. Peygamber’in hadislerini, bizden çok daha iyi bildiğini bildiğimiz kimseler tespit etmişler.

Özafşar: Hocam, bugün çeşitli teknik imkanlarla daha çok bilgiye ulaşılabiliyor. Temel hadis kaynakları, hadis cüzleri, şehir tarihleri, rical kaynakları vs. pek çoğu bizlere bir tuş kadar yakın. Bazı konular yeniden gözden geçirilemez mi?

Koçyiğit: Evet, bugün bazı kaynaklar var; ancak, onlar Buhârî’den daha mı evlâ? Senelerce önce İslam âlemi Buhârî’nin, Muslim’in, Kütüb-i Sitte’nin en sahih kitaplar olduğunu kabul etmiştir. Şimdi ben, hadisle ilgili olmayan birinin “Bu hadis zayıftır” sözüne dayanarak mı o kitabın hadislerini terk edeyim. Hadis konusunda çok daha titiz ve dikkatli olmak lazım. Ben bundan taviz vermek istemiyorum. (...)

Dere: Hocam değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz.

__________________________________

* Hocamız bu resmin arkasına şu notu düşmüş:
“Tunus 10.04.1964. Râhibe İsmet Topuz’la birlikte. Bu kadının, meşhur tarihçi Cevdet Paşa’nın torunu olduğu söylenir. Önce müslüman iken sonradan irtidat etmiş.”

Bu söyleşi, 28 Mayıs 2003 Çarşamba günü Talat Koçyiğit Bey’in Bahçelievler’deki evinde gerçekleştirilmiştir

mico_tasarım