Istanbul Eski Müftüsü Selahaddin KAYA ile... 
        Davullu Zurnalı Kurs Kapatmamız İsteniyordu...? 
        Mart-99 
                Altınoluk:
        Hocam biz bu tür sohbetlerimizde genellikle büyüklerimizin çocukluk ve yetişme
        dönemlerini dinlemekle başlıyoruz. İsterseniz oradan başlayalım...  
                Selahaddin KAYA: Memleketim
        Erzincan, Kemaliye’ye bağlı Başarı köyüdür. 1934 yılında orada doğmuşum.
        Tabii bu 1934 tarihi nüfus cüzdanındaki tarih, gerçekte fazlalık eksiklik var mı
        bilemem. Rahmetli Üsküdarlı Ali Hoca Efendi “el bereketu fil meçhul” (bereket
        bilinmeyendedir) diyormuş yaşı sorulduğu vakit. Bu arada Ali Hoca Efendi’yi anınca
        kendisiyle ilgili bir başka hususu anlatmadan geçemeyeceğim. Beyoğlu’nda müftü
        iken maaşını almaya geldiğinde her ay uğrardı rahmetli. Hayatının bir safhasını
        anlatırdı. Padişah Abdülhamid Han’ın huzurunda ramazanlarda Kur’an-ı Kerim
        okunurmuş. Orada her hafız ezberine kolay gelen yeri okurmuş, Ali Hoca Efendi ise
        kendisinden önceki hafızın bıraktığı yerden almış ve devam etmiş. Bu da
        Abdülhamid’in gözünden kaçmamış. Okumalar bittikten sonra herkes padişahın elini
        öpüp caizesini alıp giderken Padişah Ali Efendi’nin sırtını sıvazlamış ve
        “muammer olasın evladım” demiş. Tabii padişah duası aldığı için yüz yaşına
        kadar yaşamıştı rahmetli. 
                1938 yılında İstanbul’a geldik. 1940
        yılında ilkokul birinci sınıfı Mahmutpaşa ilkokulunda okudum. Harp patlayınca 1941
        yılında tekrar köye döndük. İlkokul tahsilinin diğer kısmını köyde tamamladım.
        Mezuniyetten sonra peder tekrar İstanbul’a döndü ve bizi de köyden buraya aldırdı.
        Kur’an tahsili için babam, 26 Kasım 1946 Çarşamba günü Nuruosmaniye Kur’an
        Kursu’nda rahmetli Akkuş Hocamıza teslim etti.  
                Tabii köy hayatında Allah’a çok şükür
        herkes namazını kılar, orucunu tutar, büyük-küçük herkes ibadetine, taatına
        düşkündür. Köyümüzde manevi bir hava vardı. Dayım da Kur’an’ı Kerim’i iyi
        okurdu. İlk elif-ba dersini ondan aldım, namaz surelerini öğrendim. Camilerde Yasin,
        Tebareke gibi sureler hep okunuyordu. Hatta yaşlı hanımlar kışın Muhammediye’yi
        okurlardı. Tevhid çekerlerdi. Dolayısıyla “Köyümüzdeki dini atmosfer hakikaten o
        günlerde çok güzeldi. Hatta büyüklerimiz Birinci Dünya Harbini anlatırken
        köyümüzden 60 hafız iştirak etti ve hepsi de şehit oldu” derler.. 
                Altınoluk: Köyünüz
        büyükçe bir köy o zaman... 
                Kaya: Hayır öyle çok
        büyük değildi, 60 haneden oluşuyordu köyümüz. Her evden bir hafız gitmiş. Orada
        bulunan Hoca Salih Efendi, bütün çocukları hafız yetiştirmek hevesindeymiş. Sözü
        geçtiği için herkesi okuttururmuş. Kimsenin itiraz etme hakkı yok. Dolayısıyla
        onları hafız yaparmış. Bizim peder bu hafızları hep gördüğü için bizi hafız
        yapmak üzere getirdi, Nuriosmaniye’de Hafız Hasan Akkuş Hocaya teslim etti. İki
        yılda hıfzımı tamamladım çok şükür. O günkü geleneğe göre hafızlıktan sonra
        talim okunurdu. Talim dersleri ile birlikte dışardan Arapça dersleri almaya başladık.
         
                    Salih Efendi vardı.
        Meşhur Hüsrev Hocanın talebelerinden. Mahmut Bayram, Abdulhalim Akkul, Salih Şeref ve
        şimdi hayatta olan Yaşar Tunagür gibi Hocaefendilerin hepsi Hüsrev hocanın
        talebeleridir. O sıkıntılı devrelerde gizli gizli okuturmuş talebelerini. Ders
        yaparken yanında kese kağıdı yapılan desteler bulunduruyormuş, bir baskın falan
        olduğu vakitte ‘çocuklara kese kağıdı yaptırıyorum’ diyormuş. Allah rahmet
        eylesin, Hüsrev Hoca, hamiyeti diniyesi, gayreti çok yüksek bir zattı. İmam hatibin
        ilk yıllarında bize akaid derslerine geliyordu. Bu bakımdan Hüsrev Hocaefendinin de
        hayatımızda önemli bir yeri var. Yalnız gidip özel ders alamadım. 
                Unutamadığım bir hatıram var. İmam Hatipin
        orta ikinci sınıfındaydım. Vefa’da bir ahşap konakta okuyorduk o zamanlar. Bir
        zamanlar ortaokul olarak kullanılmış, zamanla terkedilmiş ve İmam Hatibe yer
        aranırken orayı bulmuşlar. Ahşaptı bina, soba yakarlardı. Rahmetli Tevfik İleri
        ziyarete geldi İmam Hatip Okulunu. Biz o zaman ikinci sınıfta idik. Ders rahmetli
        Hüsrev Hocanın dersi idi. Orada bir konuşma bir takdim yaptı. Ondan sonra Arnavut
        şivesiyle “Vekil bey, vekil bey, bunların her biri cevherdir, cevherdir.” demişti
        Rahmetli.  
                Tevfik İleri de bir konuşma yaptı bize
        karşı. Tabii bizim sınıf şimdiki imam-hatiplerdeki gibi ufak tefek çocuklar değil.
        Evli arkadaşlar vardı aramızda. Talebeyi de yaşını başını almış görünce
        hatıralarından ve imam-hatiplerin durumlarından bahsetti. Orada bir söz sarfetti ve
        “arkadaşlar çok dikkatli olalım. Bu okulları doğmadan boğmak isteyenler var.
        Bunlara karşı uyanık olalım” dedi. 
                Altınoluk: Taa o zaman... 
                Kaya: Evet taa o zaman
        tabii...  
       
              Altınoluk:
      Tevfik İleri İmam-Hatipleri ateşten almış öyleyse. 
              Kaya: Evet... Zaten
      İmam-Hatipler, belki biraz sonra oraya geliriz belki ama, iki ateş arasında
      mevcudiyetini devam ettirdi. Birisi rejim taraftarları, inkılapçılar diyelim. Bunlar
      böyle bir okulun açılmasına taraftar değillerdi. “Rejim aleyhtarıdır, buradan
      çıkanlar rejim mualifi olurlar” filan gibi bir havayla hep yolunu kesmeye,
      kösteklemeye ve bir takım haklardan mahrum bırakmaya çalıştılar. Tabir yerindeyse,
      üvey evlat muamelesi yapılıyordu. Düşününüz ki Celal Hocadan sonra gelen bir
      müdür, ismini şimdi hatırlayamadım, “ne işiniz var burada, gidin hayatınızı
      kazanın, istikbal vadeden okullara gidin, buranın ne olacağı belli değil.” derdi.
      Böyle menfi telkinleri vardı. Fakat diğer taraftan da dindar geçinen insanlar, bu
      okulları, mihraptan dini yıkmak için kurulan okullar gibi takdim etmeye çalıştılar.
      Ama Allah’a çok şükür bu maya tuttu. Çünkü bu okullara gelenler şuurlu olarak
      geliyorlardı. Bu şuurla, ne kadar muhalif sesler gelse dahi onlara mukavemet
      ediyorlardı. Allah’a şükür o hava içinde okulu tamamladık. 
              İmam-Hatibe gelişle ilgili bir başka
      hatıramı daha anlatmak isterim. Tabii hafızlığımızı tamamladık, talimi yaptık,
      hafızlık cemiyetimiz oldu. Ondan sonra biraz Arapça okuyoruz, devam ediyoruz. Peder
      esnaf olduğu için bizi artık kendi tarafına çekmek istiyordu. Fakat ben babamdan
      habersiz 51-52 ders yılında İmam-Hatip açılınca gizlice kaydımı yaptırdım. Ondan
      sonra rahmetli pedere durumu açtım. Kendisine “Bu işe başladık, temeli
      hafızlıktı, Allah razı olsun, müsaade ettin, hafızlığı tamamladık, biraz Arapça
      okuduk. Bunun devamı da imam hatiptir. Ben imam hatibe devam etmek istiyorum” dedim.
      “Kaç senedir?” diye sordu. Ben 7 sene deyince; “ooo, ne kadar çok, biter mi bu?”
      dedi. Ama yine de izin verdi.  
              İlk İmam Hatip binası İstanbul’da
      Cerrahpaşa’ya doğru giderken Langa denilen yerde bir taş mektep idi. Tabii talebe
      fazla olduğu için çift tedrisat yapılıyordu. Bir sınıflık yeri vardı. Sonra
      Vefa’daki yer bulununca oraya taşındık. 
              Tabii arkadaşlarıma nazaran benim evimin
      İstanbul’da olması sebebiyle çoğunlukla yürüyerek, bazen tramvayla Vefa’daki
      İmam Hatibe gidip geliyorduk. Fakat İmam Hatipteki arkadaşlarımız çok zor şartlar
      altında okumuşlardır. Çünkü o günlerde yurt falan yoktu. Camilerin köşelerinde,
      kömürlüklerde şurada burada, ama çok büyük bir azimle, şevkle bu okula devam
      ediyorlardı. İlk zamanlarda büyük fire verdik. Mahrumiyetler ve geçim gaileleri
      sebebiyle, ileri yaştaki arkadaşlarımızın çoğu okulu bırakmak zorunda kaldı
      Aklımda kalan rakamlar doğruysa 360 arkadaş kaydolmuştuk ve sadece 41 kişi olarak
      mezun olabildik. 360 kişiden 41 kişi... Bir de İstanbul İmam Hatibin izharî kısmı
      vardır. Onlar ortaokuldan sonra geldiler, dört yıl okudular. Bir yıl lise hazırlık,
      üç yıl da lise. O zaman bildiğiniz gibi İmam Hatiplerin orta kısmı dört seneydi,
      lise kısmı üç seneydi. Ortaokulu bitirenlere imamlık hakkı veriliyordu. O
      arkadaşlarımız ortayı okumadılar sadece liseyi okudular, onlar da 16 kişiydiler.
      Fakat temelden başlayıp yedi yıllık okulu okuyan arkadaşlarımız 57-58 yılında
      mezun olduk ve 41 kişiydik.  
              Altınoluk: Kimler
      var beraber mezun olduğunuz devreden? 
              Kaya: Yakup Üstün, İhsan
      Toksarı, Halil Karaatlı... Ahmet Baltacı ve Hüseyin Top gibi. Tabii vefat edenler de
      var.  
      Dediğim gibi bunların hepsi Kur’an’ı Kerim, Arapça okumuş olduğu ve birçoğu
      hafız olduğu için yaşlarımız büyüktü. Bunun için hocalarımız bize üniversite
      talebesi muamelesi yaparlardı. Hocalarla ilgili bir konuyu daha söylemek isterim. Hoca
      efendiler dini tedrisata ara verilmesi sebebiyle başka mesleklere yönelmişler. Kimisi
      diyanette kalmış, kimisi kenara köşeye çekilmişti. Fakat bu okulların
      açılmasıyla büyük bir hevesle, gayretle bu okullara koştular. İşte başta Celal
      Hoca, emekli olmasına rağmen, bu okulların ilk müdürlüğünü yapmıştır. İlk
      programlarını rahmetli Tevfik İleri’ye kabul ettirmiştir. Tevfik İleri de zaten
      talebesiymiş Celal Hocanın... O yönüyle Ankara’ya gidip evinde, bu yedi yıllık
      okulu ve programını anlatıp, benimsetmişti. Bundan sonra diyanetle milli eğitimin
      müşterek bir toplantısı olmuştu. Komisyon halinde gerçekleşen toplantıda, imam
      hatiplerin üç sene mi yoksa, dört sene mi olsun tartışması yaşanmış. Tevfik
      İleri “yedi sene olacak ve bu program uygulanacak” deyince, hiç kimse itiraz
      etmemiş ve öylece kabul edilmiş. Bu yönüyle rahmetli Celal Hocanın büyük hizmeti
      olmuştur. Nur içinde yatsın. Aşkla, şevkle bu okullara bağlanmıştı. Yaşlı
      haline rağmen bir genç gibi bu hizmetlerde koşardı. Tabii bu hoca efendiler İmam-
      Hatip okullarının açılmasıyla birlikte yeniden hayata gelmiş gibi oldular. Talebe
      buldular. Müktesabatımızı, ilmimizi mezara götürmeyip çocuklara aktaracağız diye
      büyük bir arzu ve heves içinde bize ders verirlerdi. Bazıları yazları özel dersler
      de verirlerdi. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, Bekir Hâki Efendi, meşhur
      Beşiktaşlı vaiz Cemal Öğüt Hocaefendi, Hüsrev Hocaefendi, Ömer Nasuhi Efendi ve
      Hüseyin Karagözoğlu işte bu hocalarımızdan bazılarıydı.  
              Hüseyin Karagözoğlu son yıllara kadar
      unutulmaz bir isimdir. Neden unutulmaz? Onun gecesi gündüzü yoktu. Kendisi aynı
      zamanda esnaftı, zeytin ticareti yapardı. Gül caminin de imamıydı. Güzel yazısı
      vardı, talebelere hüsnü hat dersi verirdi. Ayrıca yurtlarda henüz çorba kaynamazken,
      kendisi bir sepet zeytin getirtir, ekmeğin arasına koyup dağıtırdı. Bu işlere
      baktığı için talebe dilinde adı “ekmekçi hocaefendi” oldu.  
              1958’de okul bitti. O sene Yüksek İslâm
      Enstitüsü açılmadığı için arkadaşlarımız hep askere gitti. Biz, açıldı,
      açılacak diye bekledik, devre kaybettik. Dolayısıyla Yüksek İslâm
      Enstitüsü’nün üçüncü devresine devam edebildik. Üçüncü devre mezunuyuz.
      Meselâ İmam Hatipten ilk mezun olan Bekir Topaloğlu, Tayyar Altıkulaç gibi
      arkadaşlar mezun olur olmaz Yüksek İslâm Enstitüsüne girdikleri için ilk mezun
      onlar oldular.  
              O zamanlar İstanbul’da hoca bolluğu vardı.
      İlim şehri idi. Kıraat yönünden son derece kıymetli hocalarımız vardı. Hamd olsun
      yetiştik onlara. Ramazanlarda Beyazıt camii tıklım tıklım dolardı. Beyazıt camiine
      girebilmek, benzetmek gibi olmasın Haremi Şerif’e girmek kadar zordu. Camiinin her
      köşesinde en meşhur hafızlar mukabele okurlardı.  
              O zamanlar ses tertibatı derdi yoktu.
      Birbirine karışmazdı sesler. Enderunlu İsmail Efendi, Abdurahman Gürses Efendi gibi
      meşhurlar her biri bir köşede kendilerine tahsis edilen minderlere oturarak mukabele
      okurlardı. Hanım cemaat oldukça rağbet ederdi bu mukabelelere. O yıllarda hafızlar
      çok takdir edilir ve dinlenirdi. Tabi daha sonra İstanbul’un gelişmesiyle,
      değişmesiyle mukabeleler evlere intikal etti. Şimdi bazen Beyazıt camiine gidiyorum da
      “bir zamanlar Ramazan’da kalabalıktan içine girilemeyen cami bu cami midir” diye
      kendi kendime soruyor hayrete düşüyorum.  
              Altınoluk: Hocam emekli
      olduğunuzu duyunca bizim için sürpriz oldu. Bu kadar genç yaşta mı diye
      düşündük. Sanki bundan sonra daha kemal yaşlarına giderken daha çok müftülük
      yapmak gerekiyor gibi geliyor insana. İnşallah daha başka hizmetlere vesile olur bu
      ayrılık. 
              Kaya: Mahir İz Hocamızın
      bir sözü var; “Müslümanın emeklisi olmaz, bir hizmetten bir başka hizmete
      dönüşmüş olur." Şimdi biz de bu sahaya girdiğimize göre, Allah nasip ederse,
      ölünceye kadar bu yolun yolcusuyuz. Dilimizin döndüğü, elimizin erdiği kadar.  
              Biz müftülüğü aklımızdan geçirmedik.
      Hatırlıyorum İmam-Hatip’teyken bir ankette "hayatta ne olmak istiyorsunuz"
      şeklindeki soruya verdiğim cevap; 'öğretmen ve vaiz olmak' olmuştu. Demek ki bir
      tarafım öğretmenlik bir tarafım irşat meselesi gibi planlamıştım hayatımı. Fakat
      öğretmenliğe bir türlü geçemedik. Bir kaç teşebbüsümüz oldu, her seferinde bir
      engel çıktı. Fakat öğretmenlik hevesini bir bakıma 1965- 1973 yılları arasında
      İstanbul İmam-Hatip’te tatmin etme imkanını bulduk. Yüksek İslam Enstitüsü
      mezunu olduğumuzdan ek ders aldık. İmam-Hatipte Arapça ek derslerine gidiyorduk. 
      Bizim Arapçaya biraz daha meylimiz fazlaydı. Sebebi, hocamız ve İmam-Hatip’te ilk
      müdürümüz rahmetli Celal Hoca Efendi’den yedi yıl hem Arapça okuduk hem özel ders
      aldık. Hoca Efendinin taa Zihni Efendi’den beri gelen Arapça’yı iyi, anlaşılır
      ve kısa yoldan öğretme metodu vardı. Dolayısıyla bende de Arapça’yı öğretmeye
      karşı bir arzu ve istek vardı. Elimizden geldiği kadar sekiz yıla yaklaşan bir zaman
      zarfında birkaç sınıfı mezun ettik Allah'a çok şükür. Ama dediğim gibi biz her
      ne kadar müftülükten kaçınmış ve ilmi sahada çalışmayı arzu etmiş olsak da
      Cenab-ı Hak bizi hep bu tarafa yönlendirdi.  
      Bir ara Beyoğlu Müftüsü iken Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğine seçildik. Tabii
      evimiz barkımız her şeyimiz burada olmasına rağmen ilim merakı, kitap merakı, dini
      hizmetlere bu yoldan faydalı olma hevesi bizi Ankara’lara kadar sürükledi. Din
      İşleri Yüksek Kurulu’nda 4-5 ay kadar vazife yaptık. İstanbul Müftüsü rahmetli
      Abdurrahman Şeref Hocamız Allah'ın rahmetine kavuşunca, o zaman başkan olan Tayyar
      Beyle beraber cenazeye geldik. 1978 Mayısı’nın 5'i olsa gerek, cenazeyi defnettik,
      beraberce İstanbul Müftülüğü’ne geldik. Bana, makam koltuğunu gösterdi.
      'Hayrola' dedim. Dedi ki: "İstanbul Müftülüğü’nü emanet edecek kimseyi
      bulamıyorum." "Yapmayın, ben yıllardan beri idarecilikten kaçan, ilmi sahada
      çalışmalar yapmak isteyen bir insanım. Yine beni idari meşguliyetlerin içine
      atıyorsunuz" dedim. "Yok şimdilik burada vazife yap bakalım" dedi. Bu
      şekilde bir emrivakiyle İstanbul Müftüsü olduk. Yine bir emrivakiyle, bu görevden
      alındık. Allah'a çok şükür 20 yılı aşkın bir süre bu vazifede kaldık.
      Sevabımızla, günahımızla Cenab-ı Hak rızasına uygun hareket etmeyi nasip etsin.  
              Altınoluk: Efendim, Diyanette
      uzun süre hizmette bulundunuz. Ne zaman başladı Diyanet’teki hizmetleriniz? 
              Kaya: Bir cemiyet meselesi
      için arkadaşlarla birlikte Ankara’ya gitmiştik. Buraya gelmişken Diyanet
      İşleri’ne de uğrayalım dendi. Bazı arkadaşlar vazife alabilmek için sondaj
      yaparken bizde heveslendik vazife için. Alabileceğiz vazife olarak ne var yok derken,
      murakıplık ve Beyoğlu’nda müftü müsevvidliği var dediler. Müsevvidliğin ne
      demek olduğunu bilmiyordum ama müftü yardımcılığı olduğunu karineyle anladım. Ve
      bu vazifeyi kabul ettim. Böylece Diyanet’te ilk vazifeme Beyoğlu müftü müsevvidi
      olarak göreve başlamış oldum. Bu görevdeyken aynı zamanda Yüksek İslam
      Enstitüsü’ne de devam ettim. Bu okuldan da 1965 yılında mezun oldum. Beyoğlu
      Müftüsü görevden ayrılınca 1966 yılında müftü olarak orada devam ettim. Bu
      görevi 1977 senesinin sonuna kadar devam ettirdim. Daha sonra da İstanbul
      Müftülüğü’ne önce vekaleten daha sonra da asaleten tayinimiz oldu. 1977’den 1998
      senesine kadar da bu görevi sürdürdük ve emekli olduk.  
              Altınoluk: Tayininiz sürpriz
      olmuş, görevden alınmanız da. Neydi görevden alınmanızın nedeni? 
              Kaya: Gazetelerden okuduğum
      kadarıyla Diyanet İşleri Başkanı Nuri Bey’e fakiri neden görevden aldıklarını
      soruyorlar. O da bu kararın gerekçesini "İstanbul’da çok kaldı. İlçe
      müftülüğüyle beraber 37 yıl. Biraz da yer değişikliği düşündük"
      şeklinde açıklamıştı. Başka bir göreve tayin etmek için görevden aldılar. Fakat
      tayin yapılmadı. Diyanet İşleri Başkanı beni arayarak durumdan üzüldüklerini,
      sıkıntı duyduklarını ve böyle bir karar almak zorunda olduklarını söyledi.
      "Sizi başka bir göreve tayin etmektense İstanbul Müftüsü olarak emekli
      olmanızı arzu ediyoruz" diyerek gönlümüzü almaya çalıştı.  
              Altınoluk:
      İstanbul Müftülüğü yapmak nasıl bir duygu hocam? Neler hissettiniz bu göreve
      geldiğiniz zaman?  
              Kaya: Bekir Hâki gibi hoca
      efendilerle İstanbul Müftülüğü’nde çalıştığım için önceleri bu göreve
      geldiğimde "genç yaşta müftü olunur mu?" diyerek bu mâkâma kendimi
      lâyık görmüyordum. Tabi ihtiyaç sebebiyle genç yaşta olmamıza rağmen bu görevi
      üstlenmek zorunda kaldık. Aynı şeyi hem Beyoğlu hem de İstanbul müftülüğünde
      hissettim. Tabi bu yerlerdeki görevli müftülerin daha ileri yaşlarda, olgun, kemâle
      gelmiş durumda olmaları arzu edilirdi. Bizlerse dediğim gibi bir boşluk ve yokluk
      sebebiyle, aniden kendimizi ağır sorumluluk taşıyan görevlerde bulduk.  
              İstanbul Müftülüğü, gerek yurt içinde
      gerek yurt dışında şöhret yapmış, tanınan bir makam. Yurt dışı seyahatlerinde
      bunu çok iyi gözlemleyebiliyorsunuz. "İstanbul Müftüsü" denilince ayrı
      bir ilgi ve iltifat gösteriliyor. Gerek Balkanlar ve gerekse Orta Asya’daki
      seyahatlerimizde bunu açıkça gördük.  
              İstanbul
      Müftülüğü’nün basın yayın organlarının merkezinde bulunması, her dini olayla
      ilgili olarak ilk müracaat edilecek yer olması hasebiyle ayrıca ilgi odağıydı. Her
      Ramazan gelişinde medya basit basit sorularıyla kapımıza dayanırdı. Bizden
      aldıkları cevapları da kendi arzularına göre yayınlarlardı. İkinci kez
      geldiklerinde cevaplarımızı neden çarpıttıklarını sorduğumuzda yemin billah
      ederler ve kendilerinin doğru yazdıklarını ama yazı işlerinde değiştirildiğini
      söylerlerdi. Ama biz her şeye rağmen bu dini mâkâmın nezaketini ve nezahetini
      gözeterek onlarla iyi diyalog kurma yolunu seçtik.  
              Medya ile olan
      ilişkilerimizde en önemli sorunlardan biri dini mevzulardan ve dini ıstılahlardan
      tamamen bihaber olmalarıydı. Bundan yoksun olmaları nedeniyle maksadımızı
      anlatmamız bir hayli zorlaşıyordu.  
              Bununla ilgili bir hatıramı anlatayım. ABD
      eski Devlet Başkanı Bush, Turgut Özal ile birlikte Sultan Ahmet Camii’ni ziyaret
      edeceklerdi. İzahatta bulunmak için rahmetli Cumhurbaşkanımız fakiri de davet
      etmişti. "İşte şu minberdir şu vaaz kürsüsüdür" tarzında cami
      hakkında izahat verirken tercüman kız vaaz kürsüsünün ne olduğunu anlayamadı ve
      tercüme edemedi. Rahmetli Özal yardıma ulaştı da vaaz kürsüsü hakkında
      bilgilendirmede bulundu.  
              Bizimkilerle batı medyasını mukayese
      açısından başka bir hatıramı anlatayım. Ünlü Time dergisinin muhabiri mülakat
      için müftülüğe gelmişti. Müftülük binasında yapılan mülakatta bir ara
      pencereden Süleymaniye Camii’ne doğru şöyle bir baktı ve "İstanbul’a bu
      dördüncü gelişim. Her seferinde Süleymaniye camiini mutlaka ziyaret ederim. Bu
      camiinin bana verdiği iç huzuru hiçbir yerde bulamadım" demişti. Bu bir Batılı
      medya mensubunun, şaheserlerimiz karşısında hissettikleri... Bizim insanımızda ise
      aynı hissiyatı görmek oldukça zor. Şimdi isim vermeyeceğim, İmam Hatip’te
      coğrafya hocalığı yapmış bir arkadaşımız hacca gidecekti. Kızı
      müftülüğümüzü arayarak "işlemler için babamın evraklarını istemişsiniz,
      onları getireceğim, müftülük binası nerededir?” diye sordu. Ben de müftülük
      binasının Süleymaniye Camii’nin arka tarafında olduğunu söyleyince
      "Süleymani Camii neredir?" demesin mi? "Kızım baban coğrafya hocası,
      İmam Hatip’de müdürlük yaptı. Şimdi ben sana Süleymaniye Camiinin nerede
      olduğunu anlatırsam çok üzüntü duyarım" dedim.  
              Altınoluk: Evet hocam
      yapılan bir ankette göre, İstanbul halkının yalnız %20’si Süleymaniye camiinin
      yerini biliyormuş.  
              Kaya: Efendim camilerden söz
      açılmışken, Şehzadebaşı camiinin tamiratı ile uğraşan bir mimar "bu
      camiinin tamiratını yaptırırken bir Japonun bu eser bizim ülkemizde olsa onu cam
      fânus içine alır orada muhafaza ederiz." dediğinden bahsetmişti. Yani diyeceğim
      bizim insanımız bu eserlerin kıymetini ne biliyor, ne anlıyor ve de anlatıyor
      maalesef. 
              İstanbul Müftülüğü’yle ile ilgili bir
      başka hususu belirtmek isterim. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte
      bağımsızlıklarını kazanan Müslüman cumhuriyetlerle çok yoğun bir diyalog
      kuruldu. Müftülüğümüz bu diyalogda önemli bir görev icra etti. Bu cumhuriyetlerin
      odağı olduk desem yeridir. Her taraftan gün aşırı heyetler geliyordu. Vaktiyle
      Şeyhül İslâmlık mâkâmının burada olması sebebiyle halkın zihninde önemli bir
      yer etmiş İstanbul Müftülüğü. Bu yüzden bir başka bakıyorlardı İstanbul
      Müftülüğü’ne. Talebeler gönderdiler, kitap talebinde bulundular. Gerek kendi
      imkanlarımız gerekse gönüllü teşekküllerin ve vakıflarımızın gayretleriyle
      gelen bu cumhuriyetlerden talebelere kucak açarak onları yetiştirmeye çalıştık.  
              Altınoluk: Efendim Diyanet,
      müftülük, hatta devlet bu cumhuriyetlerden gelen talebi karşılamaya hazır mıydı?  
              Kaya: Hayır hazır değildi.
      Bir emri vaki söz konusu oldu. Hocalarımızdan fiziki şartlara kadar her konuda
      hazırlıklı olunsa elde edilen başarı çok daha büyük olurdu. Ama istenilen mânâda
      olmasa da gelen öğrencileri boş çevirmedik elimizden geldiği kadarıyla onları
      eğittik. Burada eğitim alan öğrencilerin ülkelerine döndüklerinde aldıkları
      önemli vazifeleri görünce insan haliyle çok mutlu oluyor. Yurt dışına
      yaptığımız ziyaretlerde bunu bizzat gördük. Tabi çok güzel şey bunlar.
      Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Orta Asya’da imam, vaiz, müftü olmuş talebelerimizi
      görünce yapılan hizmetlerin ve emeklerin boşa gitmediğini anladık ve müsterih
      olduk.  
              Altınoluk: Efendim
      İstanbul Müftülüğü gerçekten Şeyhul İslâmlık makamından sonra herkesin odağı
      olan bir yer. Hem Hıristiyanı geliyor soru soruyor. Hem Müslümanı geliyor "Bana
      İslâmiyeti öğret" diyor. Bu önemli makamın ayrı bir yapılanmaya ihtiyaç
      duyduğu muhakkak. Sizce nasıl bir yapılanma olmalı İstanbul Müftülüğü’nde? 
              Kaya: Elbette bu
      görüşünüze katılıyorum. İstanbul Müftülüğü ayrı yapılanmaya ayrı bir
      statüye sahip olmalı. Çünkü çok ayrı bir konuma sahip müftülük. Meselâ
      İstanbul’a gelen konsolos, dini lider olarak Hahambaşını, Patriği, Ermeni
      Patriği’ni ve İstanbul Müftüsü’nü ziyaret ediyor. Böyle bir teamül var. Bu
      yüzden sadece içe karşı değil dışa karşı da temsil görevini yapacak bir statüye
      sahip olması gerekiyor müftülüğün.  
              Altınoluk: Yani sizi de bir
      dini lider olarak ziyaret ediyorlardı. Ama siz bir dini lider değilsiniz devlet
      nezdinde. Siz derken İstanbul Müftülüğü’nü kastediyorum.  
              Kaya: Onlar dini lider olarak
      görüyor.  
              Altınoluk: Efendim devlet
      için İstanbul Müftülüğü’nün ne anlamı var? Yeterli ilgi ve alakayı
      göstermiyor gözüküyor? 
              Kaya: Derdini söylemeyen
      derman bulamaz, derler, biz teşkilat olarak derdimizi tam olarak anlatamıyoruz.
      İhtiyaçlarımızı pek ifade edemiyoruz. Diyanetimiz bugün değişen şartlara göre
      kanununu çıkartabilmiş değil. 1965 yılında çıkan teşkilât kanunu dışında yeni
      bir kanun yapılamadı. Düşününüz ki Diyanet 1965 yılında diktirdiği elbiseyi
      bugün hâlâ giyiyor.  
              Altınoluk: Efendim, devlet,
      din konusunu biraz korku konusu olarak mı görüyor mu? Dinin Türkiye Cumhuriyeti için
      bir zararı mı var ki yeterince ağırlığı içinde ele almıyor? 
              Kaya: Dini öcü halinde
      göstermek isteyenler oluyor elbette. Dinin fonksiyonu bazı çevrelere iyi
      anlatılmadığından dolayı dini bu şekilde algılayanlar ve yorumlayanlar oluyor.
      Benim kanaatime göre bunun izalesi için Diyanet’in üst makamlarla geniş çaplı bir
      diyalog içerisine girmesi gerekiyor. Biz görevde bulunduğumuz süre içerisinde bu
      çevrelerle kurduğumuz münasebetlerde sürekli bir şekilde dinden zarar gelmeyeceğini,
      dinin cemiyet için, insanlar için vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu vurguladık. Dinin
      cahiller elinde kötüye kullanılması hakiki dini gölgelemez. İslâm’ın en büyük
      düşmanı cehalettir. Cehaleti ortadan kaldırdığımız takdirde, özellikle gerçek
      mânâda ehil din adamları yetiştirip dinî onların ağzından anlattığımız
      takdirde dinin beşer için faydalı olduğu daha iyi anlatılabilecektir. Aksi takdirde
      naehil kişilerin elinde din bir istismar vasıtası haline dönüştürülebilir.  
              Ehliyetli ve yüksek tahsilli din adamları
      yetiştiremediğimiz takdirde "naehil" kimseler din adına söz söylerler ki,
      bu da hem dine zarar verir hem de insanları tatmin etmemiş olur. Bugün memleketimizde
      sıkıntısı çekilen hakiki ve ehil din adamlarının lâyıkıyla yetiştirilip bu
      hizmetlerde görevlendirilmesi aranılan meseledir. İmam Hatipleri kapatmakla insanların
      dine olan ihtiyacı azalacak değildir. Bu ehil kişiler ortadan çekildiği anda cahil
      kimseler bu ortamı fırsat bilip uluorta söz söylemek isterler.  
      Tabi eksiğimiz dini sahada hizmet yapacak insanların iyi seçilmesi, iyi yetiştirilmesi
      ve vatandaşa dini-mübini İslâm’ı iyi anlamasıdır. Madem ki Diyanet İşleri
      İslâm dinini tüm çehresiyle halka anlatmakla görevlendirilmiştir, öyleyse bu
      görevi yerine getirecek din adamlarının yetiştirilmesi için tüm imkânları
      kullanması lâzım.  
              Altınoluk:
      Efendim vasıflı din adamı konusu 50 yıl öncesine göre çok daha büyük ihtiyaç
      haline geldi. İletişim çağında insanlarımızın fikri meselelerle ilgisi büyük
      oranda arttı. Aynı zamanda kamuoyu oluşturma araçları da çok geliştiği için bu
      insana ulaşıyor. İnsanların zihninde din ile ilgili pek çok soru ortaya çıkıyor.
      Ayrıca mesele uluslararası nitelikte. Çünkü uluslararası dolaşım arttı. Yani
      diyelim 30 sene evvel Sultan Ahmet Camii’ne yılda bin kişi geliyorsa bugün bir milyon
      kişi geliyor. Dolayısıyla Sultan Ahmet Camii’nin din görevlisi, imamı, müezzini
      çok farklı sorulara muhatap oluyor. Başka camiler için de aynı şey söz konusu. Yani
      ortada din adamlarının dünya şartlarına göre yeniden eğitilmesi gibi bir problem
      var.  
              Kaya: Tabi yabancıların
      yoğun şekilde ziyaret ettiği camilerde dil bilen din görevlilerinin yokluğu nedeniyle
      gelen ziyaretçiler sağlıklı bir şekilde bilgilendirilemiyor. Gerçi şimdilerde bu
      sorun önemli ölçüde aşıldı. İlk zamanlarda yurt dışına gidip gelen
      dostlarımız; "Efendim falan yerde bir papazla karşılaştık, adam iki fakülte
      mezunu, sosyoloji tahsili yapmış, lisan biliyor, şöyle yaklaşımı güzel, böyle
      konuşması düzgün, nazik, kibar vs..." tarzında oranın din adamlarını öve
      öve bitiremiyorlardı. Ben de onlara o papazların nasıl yetiştirildiklerini sorardım.
      Orada yetiştirilecek din adamlarına kilise imkanları sonuna kadar açılıyor. Lisan
      eğitiminden branş eğitimine kadar kilise onlara maddi manevi tüm imkanlarını
      seferber ediyor. O imkanlar dahilinde yetişen bir insanın başarılı olması gayet
      tabi. Bizim din görevlilerimize, imamlarımıza, müezzinlerimize aynı imkanlar
      tanınması durumunda bizim görevlilerimizin de aynı başarıyı göstereceklerini
      söylerdim. Sanatçılar dört yıl süren konservatuar eğitimlerinde Türkçe kelimeyi
      düzgün telaffuz edebilmek, meramını, maksadını anlaşılır bir şekilde
      anlatabilmek için iki yıl boyunca çeşitli tekerlemeleri öğrenmekle meşgul oluyor.
      Tabi tüm bu eğitim devlet imkanıyla yapılıyor. Dolayısıyla din görevlisinin de
      ihtimamla, itinayla yetiştirilmesi gerekir. Bugün elde avuçta biraz temayüz etmiş
      arkadaşlarımız varsa onların bu hale gelmeleri kendi gayret sonucu olmuştur.  
              Altınoluk: Efendim
      bugünlerde din turizmi diye yeni tabir var. Daha çok Türkiye’deki Hıristiyan
      eserlerini belki de onun bir parçası olarak İslâm eserlerini gezdirmeyi
      hedeflediğinden bu terim kullanılıyor. Diyanet İşleri de bir rehberlik ünitesi
      oluştursa dolayısıyla bu tür turizm kuruluşları ile irtibat sağlanıp, eserlerimizi
      gezdirmek düşünülemez mi? 
              Kaya: Elbette çok yerinde
      olur. Kutsal yerlerimizin tanıtımında dini tahsil görmüş, dil bilen iyi
      yetiştirilmiş elemanlar bulunursa hem eserlerimiz hem İslâm dini iyi tanıtılır.
      Naehil kişilerin İslâm dinini yanlış anlatmalarına da engel olunmuş olur.  
      Altınoluk: 20 yıl İstanbul Müftülüğü’nde bulundunuz. Bu uzun süre içinde
      İstanbul’da bir çok vali değişti. Zatı alinizin yirmi yıl boyunca İstanbul gibi
      bir şehirde müftülük yapmanız haliyle dikkat çekiyor. Hiçbir problem çıkmadı
      mı? Yoksa siz öyle bir paratoner vazifesi gördünüz ki gelenleri emdiniz. Nasıl bir
      ilişki yaşadınız üst makamlarla?  
      Kaya: Şunu açıkça söyleyeyim o makamda oturmak için herhangi bir gayret
      göstermedim. Tayyar Bey’den sonra Mustafa Sait Yazıcıoğlu İstanbul’a teşrif
      etmişlerdi. Bazı arkadaşlarla kendilerini ziyaret etmiştik. O ziyaretimizde
      kendilerine "Efendim bendeniz İstanbul’da fazla kaldım. Bir idarecinin fazla
      kalması iyi bir şey değildir. Ben yerimin değiştirilmesine talibim" dedim, ama
      benim yerimde kalmamın uygun olacağını düşündüler. Aynı şeyleri şimdiki Diyanet
      İşleri Başkanına da daha önce söylemiştim... Bu niye böyle oldu? Cenabı Hak bu
      görevde uzun süre kalmamızı takdir ettiği için böyle oldu diyebilirim... 
              Altınoluk: Görev müddetinde
      hiç daraldığınız zamanlar oldu mu? 
             Kaya: İdarecinin hiç daraldığı
      zaman olmaz olur mu? Elbette oldu. Ama idarecinin en büyük yardımcısı Cenabı Allah.
      En umulmadık zamanda umulmadık bir yerden yardım çıkar gelirdi...  
              28 Şubat’ı takip eden günlerde bunaltıcı
      zamanlar oldu. Özellikle Diyanet’e bağlı olmayan Kur’an kurslarının kapanışı
      sırasında. Tabi o zaman ki vali ile haliyle ters düştük. O istiyordu ki medyanın
      önünde davullu zurnalı bir şekilde Kur’an kursuna mühür vurulsun ve müftü de
      orada olsun. Bizim orada bulunmamız yolundaki taleplerine karşı "Müftüler
      Kur’an kurslarını açmak için vardır, kapatmak için değil" dedim. Tabi o
      aldığı emirler muvacehesinde hareket ettiği için bize de bu yönde baskı yapıyordu.
       
              Bu dönemle alakalı başka bir olayı
      anlatayım. Bir keresinde bir ilçenin emniyet müdürü denetlemeye gittikleri Kur’an
      kursunun yöneticisine "Biz buraya gelmeden önce bu tür kurslarda militan
      yetiştirildiğini düşünüyorduk. Yaşını başını almış militan vâri gençlerle
      karşılaşacağımızı zannediyorduk. Fakat geldik gördük son derece masum tertemiz
      çocuklar Kur’an öğreniyorlar." demiş. Demek istediğim bilmiyorlar. Bu
      çevrelerle gerekli diyalogu başlatabilseydik Kur’an kurslarımız da, İmam
      Hatiplerimiz de bu zararı görmezlerdi.  
             Altınoluk: 28 Şubat’tan bu yana
      meselâ İstanbul’da kaç Kur’an kursu kapandı?  
              Kaya: 28 Şubatı takip eden
      ilk sene sonunda Bolu’da bir müftüler toplantısı yapılmıştı. Orada verilen rakam
      altı bin Kur’an kursundan iki bininin kapandığı şeklinde idi. Bu tarihten sonra da
      iki bini daha kapanmış olabilir. Yani altı binden iki bine düşmüş olabilir. Tabi
      kalanlarında da öğrenci sayısı çok düşmüş durumda.  
              Altınoluk: Görevde
      kaldığınız süre içinde askeri çevrelerle nasıl bir münasebetiniz oldu?  
              Kaya: Şunu ifade edeyim ki
      açıkçası 28 Şubat sonrası valiyle olan meselemiz dışında idareden fazla bir
      tazyik görmedim. Gelen diğer valilerle ve vali yardımcıları bizimle iyi münasebetler
      içinde oldular.  
              Altınoluk: Sayın hocam
      değerli vakitlerinizi bize ayırdığınız ve bu güzel sohbet için çok teşekkür
      ediyoruz.  
              Kaya: Ben
      teşekkür ederim. Allah razı olsun eski hatıraları yâd etmeye vesile oldunuz. Bu
      vesileyle sizlere ve Altınoluk’da hizmet gören arkadaşlarıma tekrar teşekkür
      ediyorum.   |