* Osman Demirci ile 
cevaplar.org - Mart  - 2003  - Salih Okur
Osman demirci
-Alvar İmamı ile tanışmanızı anlatır mısınız?

-Esasen 1950’de askerden terhis olduktan sonra Erzurum’da Arapça tedrisata, Arapça okumaya başlarken ilk o zatı ziyaret ettik. Ziyaret sırasında hayalimin üstünde bir zat gördüm. Karşımda, ayın on beşi gibi bedirlenmiş, beyaz sakalı, nurani simasıyla, şahsiyeti mükemmel bir insan çıktı. Ben hayalimde “Asr-ı Saadetten sonra, sahabe-i kiramdan sonra Kur’an-ı Kerimin emirlerine kayıtsız şartsız tâbi olan, yaşayan acaba bir Müslüman var mı? diye hayal ederken, o zatı görünce, baktım ki, sanki sahabeden bir zat geriye kalmış…Bin barekallah…Her haliyle böyle… İslam’ın bütün güzelliklerine ayine, İslam’a karşı olan bütün hadiseler karşısında ateş gibi yanıyor. Gece-gündüz Kur’an, iman, Resulullah diyerek hayat geçiriyor. Etrafına gelenlere bir taraftan ümit veriyordu. Diğer taraftan hadiseleri şiirleriyle dile getiriyordu.

-Alvar’lı Efe hazretleri Küfrevi hulefasından değil mi hocam?

-Evet, Muhammed Küfrevi’den, Kasım Küfrevi’nin dedesinden…Tabi o(Efe hazretleri) gençliğinde de büyük bir zat imiş… Babası Hüseyin Efendi de, Erzurum’da Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından şehid olmuş, o da meşayihten, evliyaullahtan büyük bir zat. Hüseyin Efendi oğlunu 17 yaşlarındayken Bitlis’e götürmüş, Muhammed Küfrevi hazretlerinin dergahına… Bitlis’te dergahın etrafında binlerce insan bekliyor. Ne zaman ziyarete kabul edilecek? O da bir tarafta oturuyor. Bir bakıyorlar ki, dergahtan bir adam çıkıyor ve diyor ki: “Erzurum’lu Hüseyin Efendi hocanın mahdumu Muhammed Lütfi Efendi kim?” Buyur ediyorlar. Kendi anlattı, Allah şefaatlerini nasip eylesin; “İçeri girdik, oturduk” dedi, “Öyle bir nazar etti ki, başım sanki semalara değdi.”

- Muhammed Lütfi Efendinin yaşantısı nasıldı?

- Sahabe gibi bir hayat yaşardı. Zaten ben onu görünceye kadar “Kur’an-ı Kerim’e göre yaşayan acaba bu zamanda kamil Müslüman var mı? diye düşünürdüm.Görünce dedim: “Haza abdun min Abdullah. Veliyyun min evliyaullah” Kendisi beğendiği zatı öyle tarif ederdi; “Allahın kullarından bir kul ve velilerden bir veli”…Yatsı namazını dergahta ben kıldırırdım.Hafızım, müezzinim aynı zamanda Ulu Camide…Sağ tarafımda dururdu, elini omzuma koyar, kıbleyi düzenlerdi. Çok iltifatı vardı, “müezzin efendi” diye…

Sohbet esnasında, doksan yaşında olmasına rağmen bir delikanlı gibi dinç, Hatm-i Hacede Silsile-i âliyeyi ezbere okurdu. Ta Resulullah(SAV)’dan başlayarak o silsileyi son şeyhe kadar bütün bağışlaya bağışlaya gelirdi. Fesuphanallah, nasıl bir hafıza?

“Resulullah Muhammed Mustafa’dır.
Veliyullah Aliyyül murtezadır.

Veliler ekberi Sıddık-ı Ekber
Anı tasdik eder zat-ı peygamber.

Ömer’dir şems-i eflak-ı adalet,
Eder izhar-ı İslam’a delalet.

O Zinnureyn Hak yar-i Osman
Güneş gibi yüzünde nur-i Rahman

Resulullah dedi; Selman-ı Faris,
Benimdir, emreder nur-il mecalis.

Radıyallahu anhum her dü alem
Ve nur-i Seyyid-i Evlad-ı Adem

İlahi, ez kerem bab-ı keremkün
Kabulü bab-ı dergah-ı haremkün.”

-Fethullah Gülen Hocaefendinin babası Ramiz Efendi ile de hatıralarınız olduğunu biliyoruz…

-Çok görüşürdük. Benim vaazlarıma gelirdi. Çok latifeci bir insan, çok tatlı bir insan…

-Çok da nüktedanmış…

-Çok nüktedan…Onun bir hoca arkadaşımızla bir hadisesi var, onu anlatayım. Bizim medrese arkadaşlarımızdan bir İdris Hoca var, şimdi hasta, bitkisel hayatta, Allah şifa versin. Onların bir köyü var; Tuy köyü, Horasan’ın bir köyü. Hocanın köyüne yakın. İmamları yokmuş. Bir gün Naim hocanın berber dükkanında oturuyoruz. İdris Hoca Ramiz hocaya dedi ki: “Hocaefendi, gel seni bizim köye imam yapalım.” Ramiz hoca: “Ya, artık ben imamlık yapamam, yoruldum” falan dedi. Bir sene sonra yine aynı kişilerle aynı yerde oturuyoruz. İdris hoca aynı teklifte bulununca, Ramiz efendi dedi ki: “Sana bir misal vereyim, dinle…
Adamın biri kabristanın yanından geçerken “Esselamu aleyküm ve Rahmetullah.Entüm lena salatun. Ve inne inşallahu lahikun. Rahimana ve rahimehumallah.” Yani Allah rahmet etsin, yakında ben de geleceğim filan deyip Fatiha okuyup geçmiş. Bir sene sonra yine oradan geçerken aynı şeyleri okuyunca, ölülerden biri başını kaldırmış demiş; “Üçkağıtçı, biz geçen sene de bu fışkıyı yedik… Geçen sene de dedin, gelmedin.” Ramiz Efendi bunu anlatınca oradakiler bir gülüyorlar, yatıyorlar yere …Tatlı tatlı esprileri vardı. Allah rahmet eylesin.

-Hocam, Nurları ne zaman tanıdınız?

-Kırkıncı hocayla tanışırdık. Onlar zaten komşu köylümüz. Aynı zaman da babamız babasıyla dost. Fakat o Risale-i Nurları çok erken tanımıştı. Onların medrese hocası ayrı. Onlar Müftü Efendi(Solakzade Sadık Efendi)den okumuşlardı. Daha önce de Hacı Faruk Efendiden…

Hocalarımız ayrı olsa da görüşür, selamlaşırdık. “Bunlar nur talebesi” derlerdi. Muhammed Şergil Efendi ile beraberlerdi. Şergil, Erzurum’un ilk nur talebelerindendi. Murad Paşa camiinin yanında onun bir terzi dükkanı vardı. Orada takke filan yapıyordu.Orası adres yeri o zaman. El yazısıyla risaleler oraya gelir, teksirler oraya gelir, oradan dağıtımı yapılırdı.

Daha sonra 1955’ten itibaren ben merkez vaizi oldum. Vaazlarım da biraz müessir. Tabi o zaman Menderes’in-Allah Rahmet eylesin- gelişiyle yeni bir devir başlamıştı. Kur’an Kursları açıldı. Ezanlar yeniden okundu elhamdülillah. Medreseler tekrar açıldı. Memlekete bir canlılık geldi. Ben de o zaman gencim. Ateşli vaazlarımız oluyor. Camide yer bulunmuyor. Halk partililer çok rahatsız oluyor. O zaman biz de Üstadın ölçülerini bilmiyoruz, veryansın ediyoruz. Millet zaten dolmuş senelerdir. Ben “Bu dine el uzatanları Allah kahreylesin” deyince cemaat içten “Amin” diye bağırıyor, Halk partililer ise kıvrım, kıvrım… “Hımm.. dur bakalım der gibi…”

Onun için, 60 İhtilali olunca hemen bizi hapishaneye gönderdiler. Nur talebelerinden de gelip bizim vaazlarımızı dinleyenler vardı. Mesela Sezai Postacı var. O zaman yedek subaydı. Çok samimiyetimiz vardı. Bana eserleri verdi. Hiç okuma ihtiyacı duymadım ben. Niçin? Çünkü ben o zaman Bediüzzaman hazretlerini Türkçe İlmihal yazan bir Hocaefendi zannederdim. Efe hazretleri de bazen sorardı: “Oğul, o Bediüzzaman’dan ne haber? Gazeteler ne yazıyor?” diye ondan haber sorardı. Hulusi beyden bahsedilirdi. Albay Hulusi bey o zaman Kars’ta Şube reisi idi. Gelip gidişte ondan bahsedilirdi.

-Alvar imamının da bir teveccühü var değil mi Bediüzzaman’a?

-Tabi, tabi. Zaten o meşgul oluyordu, soruyordu. Hulusi bey ile de selam getirip götürüyorlarmış, sonra öğrendim.

-İlk olarak Risale-i Nur’u nerde duydunuz?

-Esasen Risale-i Nurun ismini ben ilk 47’de askerde işittim. Bir asker arkadaşımız vardı. Aslen İnebolulu, Hafız İhsan isminde. Güzel Kur’an okuyor, İstanbul’da talim yapmış, sesi güzel. Böyle bir aşk ve muhabbeti var. Ben de askerde çavuştum, onu himaye ediyordum. Bir gün dedim ki: “İhsan, ben de hafızım, ama sende başka bir hal görüyorum. Maşallah bir aşkın var, muhabbetin var. “Çavuşum” dedi, “Risale-i Nur’u okuyacaksın” Sanki yeşil bir damla kalbime aktı. Bu Risale-i Nur nedir?, nerde alınır, satılır? demedim ama, öylece oturdu kalbime…

-İsterseniz Hapis günlerinize dönelim…

-60 İhtilali olunca Erzurum nur talebelerini de hapse koydular. Bir grubu Kırkıncı Hoca ile birlikte Sivas’a gönderdiler. Biz ise Erzurum’da kaldık. Bir ay askeriyede kaldık, Kars kapı’da. Beraber kaldığımız Nur talebelerinin hali bana çok tesir etti. Gayet samimi, hiç o hadiselerden etkilenmeyen, sanki bir medreseden bir medreseye gelmiş gibi yine ihlasla ibadetlerini yapıyorlar, Kur’anlarını okuyorlar, Kur’an okumayı bilmeyenlere öğretiyorlar tatlı tatlı…Hiç endişeleri yok, kadere teslim olmuşlar. Ben o zaman düşündüm; ben merkez vaiziyim. Bunlar benim vaazlarıma gelen insanlar. Ama bunların buradaki ihlaslarına bakınca, kendi kendime dedim; “Bu eserlerde ayrı bir nakış var, bir cazibe var. İnşallah buradan çıkarsam bu eserleri okumaya devam edeceğim, istifade etmeye çalışacağım” Orada Cenab-ı Hakk lütfetti, hapishane anahtar oldu bize…

Orada onlarla samimi olarak başladık hizmete. Namaz kıldırdık, namaz kılmaya teşvik ettik. Hapishane cennet bahçesine döndü adeta. Gayet güzel, cemaatle namaz kılıyoruz. Hapishane bahçesinde 540 kişiyle namaz kılmaya başladık. Bahçede volta atanlar gelirler; “Hocam ne yapalım?” Deriz; “Biner defa La ilahe illallah deyin. Orası bir oğul başlar “La ilahe illallah. La ilahe illallah” Her gün üç-beş de hatim oluyor. Hatim okuyanlar da çoğaldı. Her gün hatim duası da yapıyoruz, ikindi namazından sonra…

Hapishane müdürü bu durumdan çok rahatsız oluyordu. Bir gün biz dua ederken Jandarma Albayıyla, savcıyı getirmiş, demiş: “İşte gördünüz, bunlar burayı tekkeye çevirdiler.” İşte böyle, hapishanede Risale-i Nur’un ehemmiyetini idrak ettik, Elhamdülillah. Daha sonra mahkemede, ilk önce bizim beş sene hapsimizi isteyen savcı sonradan beraatımızı talep etti, üç ay sonra çıktık.

-Hapisten sonra hizmetler nasıl sürdü?

-Çıktıktan sonra ben evvela Narmanlı Camiinde vaaz ediyordum, aynı zaman da imam idim.Hapishaneden sonra ilk beş ay vazife vermediler. Daha sonra Ankara’ya geldik. O sırada Ömer Nasuhi Efendi-Allah Rahmet eylesin- Diyanet Reisiydi. Cemal Gürsel’in isteğiyle mecburen Diyanet İşleri Reisi olmuş. Cemal Gürsel onun köylüsüydü. “Beni zorla getirdiler oğul” dedi. “Benim bu yaştan sonra burada ne işim var?” demişti. Zaten O(Ömer Nasuhi Efendi) da sahabe gibi bir insan. Aynı zaman da Evlad-ı Resul, peygamberin torunlarından…

-Allah Allah! Bunu yeni duydum.

-Tabi…Bunu kendisi bizzat anlattı. “Biz Nakib-ül Eşrafız” dedi. Nakib-ül Eşraf Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere deniyor. Zaten belliydi. Nasuhi hocayı ziyaretimizde dedik: “Hocam vazife vermiyorlar.” Devlet bakanına telefon açtı; “Beraat etmiş bu insanlar, mağdur olmasınlar” dedi. Hülasa, bizi Derviş ağa Camisine verdiler. Karanlık Kümbetin karşısında. Gittin mi Erzurum’a?
-Yok
-Ben oraya imam, aynı zaman da vaiz oldum. Onun karşısında Kümbet medresesi alındı, hikmet-i ilahiye. Böylece O Kümbette bir hizmet başlattı Cenab-ı Hakk, bugünlere kadar geldi. Daha sonra İstanbul’a cemaatin ısrarıyla 1969’da geldik.

… Demirci Hocamız merhum Avukat Bekir Berk ile ilgili de şunları söyledi, sohbetimizde;
“Hakikaten, Bekir Berk bir mahkemeye girince o mahkeme salonu seminer salonuna dönüyordu. Millet toplanmış, Bekir Berk müdafaa yapıyor. O Yavuzun atı gibi şahlanıyor. Karşısındakiler böcek gibi küçülüyor ve Risalelere dikkat çekiliyordu… Böyle böyle çoğaldı…

mico_tasarım