* Gelenek ve çağdaşlık arasında kur'an'ı anlamak |
|
Nasr Hâmid Ebû Zeyd | |
![]() Yaşadığınız olaylar, size; fikirleriyle özel hayatı birbirinden ayrılamayacak bir bilim ve düşün adamı olma konu- mu bahşetti. Bu itibarla, özel hayatınıza ilişkin sayılabilecek bir soruyla başlamamızı mazur görün: Hollanda'da nasılsınız? Ebû Zeyd: Hollanda'da, yani Avrupa'da bulunmanın olumlu yönleri de var, olumsuz yönleri de... Olumlu tarafı, İslam düşüncesinin Arap dünyası dışındaki durumunu görme imkanı bulmuş olmam. Lei- den Üniversitesi'nde Endonezyalı, Türkiyeli, İranlı öğrencilerle yakın- dan tanışınca, İslami söylemin Arap dünyasındakinden ibaret ol- madığını gördüm. Yine Leiden'de katıldığım bilimsel bir toplantıda, İslam düşüncesinin yenilenmesinin Arap dünyasından beklenemeye- ceğine dair izlenimler aldım. Muhtemelen, İslam dünyasının diğer bölgelerinde İslam düşüncesi çok daha gelişmiş bir düzeyde. Avrupa'da bulunmanın olumlu yönlerinden bir diğeri, İslam dünyasının Batı ile ilişkileri bağlamındaki sorunlara yo- ğunlaşmaya imkan vermesi. İs- lam'ın Avrupa ile tarihsel ilişkileri, bünyesinde bir çok problemi barındırıyor; bu problemlerin ana- liz edilmesi gerekir. Özellikle, 11 Eylül ve izleyen gelişmelerin ardından bu bir zorunluluk hâline gelmiştir; zira bu süreçte, İslam- Batı ilişkileri yeniden 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarındaki durumuna dönmüş bulunuyor. O dönemde de İslam birtakım suçla- malara maruz bırakılmış ve Müslü- manlar da İslam'ı savunmak duru- munda kalmışlardı. Şimdi yine, 19. yüzyılın sonlarında Afğânî ve Ab- duh gibilerinin sergilediği savun- macı söyleme döndüğümüz görülüyor. Ancak, onların apolo- jetiği ile şimdiki ârasında temel bir fark var: Onların apolojisinde, eleştiri ama- cıyla da olsa, 'öteki'nin kabullenilişi söz konusuydu; bugün ise, maalesef, 'öteki' dışlanmaktadır. Ben Avrupa'da, insan hakları, kadının özgürlüğü, demokrasi ve küreselleşme gibi çağdaş sorunlar etrafındaki tartışmaların bir parçası hâline geldim. Oysa Mısır'dayken daha çok iç sorunlarla ilgilendiğim için bu konularla meşgul olmamıştım. Avrupa'da bu- lunmanın olumsuz taraflarına gelince; her şey- den önce, gurbet! Gurbette bulunmanın da bir bedeli var; insan bu bedeli mutlaka ödemek durumunda. İşte ben gurbette olmanın bedeli- ni azaltmaya çalışıyorum. Bunu da, özellikle ve ısrarla kitaplarımı Arapça yaz- mayı sürdürerek yapmaya çalışı- yorum. Madem Avrupa'dasın; artık kitaplarını İngilizce yazmaya başlasan, diye düşündüğüm ol- muyor değil. Ancak, benim âsıl hitap kitlem Araplardır; bu yüz- den Arapça yazmakta ısrarlıyım ve bu ısrarımdan dolayı da şanslı olduğumu düşünüyorum; zira Arapça yazdığım için, kitap- larımın diğer İslam ülkelerinin dillerine çevirilmesi de daha ko- lay oluyor. Üstelik, eserlerim za- ten İngilizce dışındaki -bunun ne- denini bilmiyorum [gülümse- yerek]- Batı dillerine de çevrili- yor. Herşeye rağmen, şu ânda fikirlerimin İslam dünyasında da- ha geniş ölçekte tartışılmakta olduğu bir gerçek. Benim önemsediğim, ister kabul, ister eleştiri, isterse red amacıyla olsun -bu, eşyanın tabiatı gereği böyledir-, fikirler- imin İslam dünyasında yankı bulmasıdır. Bu sorunuza cevap mahiyetinde, son olarak; bir anımı anlatmak istiyorum: Bir gün Leiden'i gezdirmek üzere bir misafirimle üniversite kampüsü dışına çıktığımızda yolu kaybet- miştik. Kaybolduğumuzu fark eden arkadaşım, "Gel seni kampüse geri götüreyim" dedi, ve döndüğümüzde, arkadaşım, bana, benim duru- mumu çok veciz ifade eden bir şey söyledi: "Nasr, sen Hollanda'da yaşamıyorsun; sen, Hol- landa'da sadece ikamet ediyorsun". Özsoy: Nakdu'l-hitâbi'd-dînî (Dinsel Söylemin Eleştirisi) de dahil olmak üzere, bütün kitaplarınızda sadece İslam dünyasın- daki entegrist ve fanatik eğilimleri eleştirmekle yetinmiyor, küresel sisteme karşı da sert eleştiriler yöneltiyorsunuz. An- cak, şu ânda Batılı bir ülkede bulunmanız ne- deniyle, İslam dünyasına dönük eleştirileriniz daha çok ön plana çıkartılıyor ve bu durum "İslam dünyasını küresel egemenlere şikayet etmek" şeklinde değerlendiriliyor. Bu eleştiriyi haklı buluyor musunuz? Ebû Zeyd: Hakkımda yapılan bu tür yorum- ların, yaptıklarıma yüzeysel bakmaktan kay- naklandığını düşünüyorum. Batı'ya ve özel- likle küreselleşmeye yönelik eleştirilerimin -bunları Arapça yazmadığım için olsa gerek- pek farkında olan yok. Oysa ben Batı ve küre- selleşme eleştirileri içinde çok yoğun yer alı- yorum. Örneğin, en son Hamburg'da yapılan bir toplantıda hem Batı düşmanlığıyla hem de İslam düşmanlığıyla itham edildim. Yüzey- sellik, İslam dünyasında olduğu gibi, Batı'da da var. Batı'yı eleştirdiğinizde onlar suçluyor- lar; İslam dünyasını eleştirdiğinizde bizimki- ler suçluyorlar. Ne yapacaksınız?! Arapça lite- ratürde Batı'yı eleştiren çok kitap var; bu yüz- den, Batı eleştirisi konusunda Arap-Müslü- man okura sunacağım bir katkı olmadığını dü- şünüyorum. Oysa, Avrupa'da katıldığım top- lantılarda Batı'yı eleştirdiğimde, bir katkı sun- muş oluyorum. Keza 11 Eylül sonrasındaki gelişmelerin ardından, yaptıklarından dolayı ABD'yi en sert eleştirenler arasında yer aldım. Eleştirdim; çünkü ABD gibi küresel ölçekte bir güç odağı, intikam mantığı ile hareket edi- yor. Geçen hafta; Roosevelt Enstitüsü'nün, Hollanda'da, iki yılda bir düzenlediği bir ödül töreninde bana verilen "İbadet Özgürlüğü Ödülü" münasebetiyle yaptığım konuşmada, Apartheid'a karşı mücadele veren ve ömrünün otuz yılını hapiste geçiren Mandela ile Nel- son Mandela da oradaydı ve kendisine "Dörf Özgürlük Ödülü" verildi- ABD'yi' karşı- laştırdım. Mandela, cezaevinden çıkıp da Apartheid yönetimine son verip Güney Afri- ka Devlet Başkanı olunca, halka verdiği mesaj 'intikam' değil, 'bağışlama' olmuştu. Ben Mandela'nın bağışlamacı tutumuyla ABD'- nin intikamcı tutumunu karşılaştırırken, Kral- içe ve bütün ülkelerin Hollanda büyükelçileri de orada hazır bulunuyordu. Bu eleştirilerim- in Arapçaya çevrilmesini düşünmedim; çünkü bu eleştiriler Batı'ya yönelik. Unutmayalım ki, eleştiri, en büyük silahtır. 11 Eylül'den son- ra İslam-Batı sorunsalı konusunda Mısır'da yayımlanan en son makalemde de bunları yazdım aslında... Bütün taraflara, aynaya bak- malarını önerdim. Biz Müslümanlar da bakalım aynaya; ne tamamen masumuz, ne de kurban... Bizim toplumlarımızda da şiddet de- vam etmektedir; bunu itiraf etmek durumun- dayız. Ancak, aynı şiddet, küreselleşme adı- na da uygulanmaktadır. Yani şiddet bölgesel bir olgu olmaktan çıkmış, küresel bir olgu hâ- line gelmiştir. Gel görelim, -adı geçen makalemde de belirttiğim gibi- Batı'yı eleştirdiğiniz için Batılılar sizi sevmiyorlar; İslam dünyasını eleştirdiğiniz için bizimkiler sevmiyorlar. Ne yapalım! Bu makalenin so- nunda da dedim ki: "İşte asıl gurbet bu!" Yazdıklarıma bakıldığında, küreselleşmeyi yeni bir din olarak değerlendirdiğim görülür. İmkan bulursam, küreselleşmenin teolojisi üzerine yazmak istiyorum. Bu dinin 'Pazar' adında bir tanrısı var; bu tanrının sıfatları var -fakat yalnızca celal (güç) sıfatları-; karşı çıkılmaz, mutlak itaat gerektiren yasaları'var; bu pazarın ya içinde kalırsın, ya dışında vd. Diğer dinlerin Tanrı'sının celal sıfatları vardır, ama cemal sıfatları da vardır; azabı da vardır, rahmeti de... Oysa, küreselleşme dininin tan- rısının yalnız celal sıfatları var. Bunu bir teolo- ji olarak incelemek gerekir. Kırbaşoğlu: Hemen bütün eserlerinizde Afğânî, Abduh, Tâhâ Huseyn, Emîn el-Hülî, M. Ahmed Halefullâh vb. isimleri minnetle yâd ediyorsunuz. Bu isimler arasında ortak bulduğunuz ve kendinizi yakın hissettiğiniz temel öğe nedir? Bu öğe, ideolojik bir eğilim midir, bilimsel bir yöntem midir, yoksa daha farklı bir şey mi? Ve bu isimlere eklenebile- cek Mısır dışından da isimler zikretmeniz gerekseydi kimleri sayardınız? Ebû Zeyd: Bu isimler benim isnad zincirimi gösteriyor. Bunlar benim şeyhlerim ve aslında bu zincir Abdulkâhir el-Curcânî, Kâdî Abdul- cabbâr, Câhız, Nazzâm vb. diye devam eder. Doğrudur, ben kendimi bu akıma mensup görüyorum. Ancak, bu, fikrî bir mensubiyettir; ideolojik değil. Fikrî mensubiyet, bir akımın bir parçası olup, aynı zamanda onu eleştire- bilmektir. Fikrî mensubiyette, mensubu bulun- duğunuz akımın, o akımı eleştirme güç ve yet- kisine sahip bir parçasısınızdır. Nitekim, benim Abduh'a, Tâhâ Huseyin'e vb. yönelik eleştiri- lerim de olduğu malum. İdeolojik mensubiyette ise, bir partinin üyesisinizdir. Ben bu anlamda hiçbir partinin üyesi değil; bir akımın mensu- buyum: Dinî ıslah akımı... Bu akım içerisinde olumlu bir diyalektik gelişme sağladığımı da düşünüyorum. Doğrusu, kişisel olarak ben de, beni tekrar etmeyen, eleştiren haleflere sahip olmak isterim. Bu çerçevede, mesela Suriye'- de bazı gençlerle karşılaştım; çok mutlu oldum. Kitaplarımı okuyorlar ve beni eleştiriyorlar. Mesela bana dediler ki: "Siz hâlâ Kutsal Metnin otoritesini kabul ediyorsunuz!" Kanaatimce, bu eleştiri oldukça önemli; çünkü kutsal metinler dışında başka otoriteler olup olmayacağı, ciddi bir sorundur. Taştan: Onlar size yönelttikleri bu eleştiriyle, Kutsal Metnin otoritesini kabul etmekle kendi- nizle çeliştiğinizi mi ima etmek istiyorlar, yoksa Kutsal Metnin otoritesini hâlâ geçerli kabul etmenizi yanlış bulduklarını mı ifade etmiş oluyorlar? Ebû Zeyd: Bu eleştiri saldırı amacı taşımıyor; sadece kendilerince bir çelişkiye işaret edi- yorlar. Zira onlar bizim entegrist ve fanatik akımlarla mücadele ettiğimizi; bu mücadele esnasında bazı ödünler vermek zorunda kal- dığımızı düşünüyorlar ve Kutsal Metni otorite olarak kabul etmemizi de bu ödünler çerçevesinde görüyorlar. Bu tespitin bir ölçüde haklı olduğu söylenebilir; Arkoun buna 'gönül alma' diyor ve bunu, gelenekçi akımların da- ha geniş çaplı bir eleştirel yönteme geçmesini sağlamaya yarayacak bir ödün olarak görüyor. Ben, Endonezya, Türkiye ve Suriye'deki bazı gençlerin eleştirilerinden çok şey öğrendim. Bunlar son derecede önemli eleştiriler olup; güncel sorunlardan ve ideolojiden bağımsız bir söylemin olamayacağını göstermektedir. Biz- ler, ideolojiyi teneffüs eden varlıklarız; şu veya bu araştırmacı arasındaki fark ise, ideoloji ile aramızdaki bu ilişkinin farkında olup olma- makta ve ideolojinin baskılarına karşı durabilip duramamaktadır. Kimse, ideolojinin tamamen dışında kaldığını iddia edemez. Aynı şekilde, göksel epistemoloji ile yersel epistemoloji arasında ayırım yapma iddiası da boş bir iddi- adır; çünkü biz zaman zaman yeryüzünün dışı- na çıkıp düşünmeye çalışsak da, yeryüzünün mahkumları olarak yeryüzünde yaşamaktayız. Mesela İbn Arabî bir ütopya kurmaya çalıştı; fakat yeryüzü onu ayaklarından tutup aşağıya çekti. Son olarak, sözünü ettiğimiz akım bağlamında, tabii ki, Mısır dışından da isimler zikredebilirim; örneğin, Ark- oun'dan metodolojik bakımdan çok şey öğrendim. Özsoy: Çalışmalarınızda ortaya koyduğunuz pek çok katkı arasında, dinsel metinlerin anlaşıl- masında nesnelliğin imkanına olan vurgunun, sizin hermeneutik yaklaşımınız için tanımlayıcı olduğu söylenebilir mi? Ebû Zeyd: Bu tespit doğru; ancâk, 'nesnellik' kavramını kültürel anlamda kullanmak kaydıyla. Zira ben mutlak bir nesnelliği kastetmiyorum. Mesela yorum yön- temi açısından, anlam (ma'nâ) ve amaçtan (mağzâ) bahsederken, anlamın tarihsel, ama- cın çağdaş olduğunu ve bu ikisi arasında bir tür diyalektik ilişki olduğunu; hatta bazı du- rumlarda anlamın da sabit olmadığını düşünüyorum; çünkü tarihsel anlamı da ortaya çıkaran çağdaş yorumcudur. Dolayısıyla; 'ta- rihsel anlam' dediğimiz şey, belli ölçülerde hem sabit hem dinamiktir; belli bir tarihe ait olması itibarıyla sabit, günümüzde açığâ çık- ması bakımından dinamiktir. Bu nedenle, an- lamada durağan ve yerleşik bir nesnellik söz konusu değildir; tarihin belli bir ânındaki bir nesnelliktir söz konusu olan. "Kur'an'da mut- lak olan nedir, tarihsel ve görece, olan nedir?" diye sorulduğunda yapacağımız tespit genel geçer bir tespit olamaz. Mesela köleliğin kaldırılmasından önce, kölelikten bahseden ayetleri evrensel olarak nitelemek mümkündü; fakat bugün bu mümkün değildir. Çünkü tarih içinde bir hareket yaşanmıştır; re- alite düzeyindeki bu hareket, nassın yorum- larına da yansımaktadır. Bu bakış açısına göre, Kur'an metnini sabit bir metin olarak don- durmaya yönelik herhangi bir çaba; bunu yâlnızca o ân için başarabilir. Aynı şekilde; muhkem-müteşabih sorununa ilişkin olarak, Mutezile nazarında müteşabih olanın, Hanbeliler nezdinde muhkem olabildiğini görüyoruz. Buradaki görüş farklılığı yalnızca nassın anlamına ilişkin değil; aynı zamanda nassın yapısına ilişkin bir görüş ayrılığıdır. Dolayısıyla, anlama sürecinde 'nesnellik' ha- kikat anlamına gelmez. Kendi yöntemimizin mutlak hakikatı ortaya koyduğunu iddia edersek, fanatizme yol açan bir cürüm de biz işlemiş oluruz. Hakikat kimsenin tekelinde değildir; ancak; bu, hakikatın olmadığı anlamına gelmez. Hakikat vardır: Tarihsel hakikat vardır; kültürel hakikat vardır; göreceli hâkikat vardır. . |
Özsoy: Türkiye'deki ilgili
kamuoyunun ve okurlarınızın düşünce dünyanızın temel karakterlstiklerini daha net görmelerine imkan vermek bakımından sormak istiyorum: Kur'an'ın bugünün Müslümanlarına ve insan- lığa sunabilceği katkı sizce nedir? Varoluşsal ve epistemolojik boyutlarını göz önünde bu- lundurarak, Kur'an'ın aktüel değeri sorunu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ebû Zeyd: Kur'an'ın insanlığa katkısı sadece tarihsel bir olgu değildir; yaşadığımız çağda da Kur'an bize son derece önemli katkılarda bulunabilir: İster bir kurtuluş tarihi olarak din- sel açıdan değerlendirelim, isterse beşerî bir süreç olarak seküler açıdan değerlendirelim, insanlık tarihi, ezilenlerle ezenler arasındaki mücadelenin tarihidir. Kur'an'daki bütün kıs- salarda bu mücadeleyi görmek mümkündür. Evet, şer odağı olarak Şeytan faktörü hep o- lagelmiştir; fakat bu mücadele yalnızca hayır ve şer arasında bir mücadele değil, aynı za- manda sınıflar arası bir mücadeledir: Ezilen- lerle ezenler, zayıflarla güçlüler, fakirlerle zenginler arasında bir mücadele... Bu tespit bizi adalet kavramına götürür. Kur'an bu mü- cadelelere atıfta bulunmakla, adalet fikrini tesis etmeye çalışmaktadır. Adalet fikri Kur'- an'ın tamamında, farklı düzeylerde yayılmış bulunmaktadır: Mesela, fakirlere ve düşkün- lere ihsanda bulunmak veya yetimlere iyi davranmak gibi toplumsal-insani düzeylerde olduğu gibi; kozmolojik düzeyde de evren adalet (mîzân) üzerinde durmaktadır. Bu açı- dan Kur'an, insanlık toplumuna, hem adalet fikriyle insani bir katkı sunmaktadır; hem de varlık olarak insanın evrende yalnız ol- madığını; onun, tabiatın ve tabiat ötesinin bir parçası olduğunu fısıldamaktadır. Kur'an'ın bakış açısına göre, insan ile tabiat arasındaki ilişki, bir tüketim ilişkisi değildir. Bu bakış açısı, çevre sorunları bağlamında bir katkı o- larak görülmelidir; bu tür bir insan-tabiat iliş- kisi, insanı geniş anlamda Varlık'la-imanı söz konusu etmeksizin-bağlantı içine sokar: Evet, varlık onun için yaratılmıştır; fakat insan evrenin efendisi değildir; tabii kaynakları sömürürcesine tüketmeye hakkı yoktur. Tabi- atın tüketilmesi, tabiatın katledilmesi anlamı- na gelir; bu ise, Kur'an'ın adalet anlayışıyla bağdaşmaz. Mesela ben Necm suresini ken- dime özgü okuyuş biçimiyle tetkik ettiğimde, evrende vuku bulacak herhangi bir bozul- manın insana da sirayet edeceği tespitiyle karşılaşıyorum. Bütün bunların yanında, Kur'an, adaletin gerçekleştirilmesi amacıyla, ahlaki, toplumsal ve iktisadi değerler de sun- maktadır; bu değerler sadece Müslümanlara yönelik değil, bütün insanlığa yöneliktir. Kur'an'ın epistemolojik katkısına gelince; bu doğrudan doğruya vahiy sorunuyla ilgilidir: Gökle yer alasındaki ilişki kopmuş mudur? İs- lam düşünce tarihinde, gerek İmamiye Şia- sında, gerek Sufilerde gerekse sapkın kabul edilen akımlarda, göğün susmadığına ve Kur'- an'ın 'son söz' olmadığına dair çok köklü düşünsel girişimler vardır. Bilginin sadece Kur'an nassıyla sınırlı olmadığına dair Kur'an'da da ipuçları vardır; epistemolojik bakımdan da, bilgiye dair açık bir ufuk mev- cuttur. İbn Arabî'nin "varlıkta yazılı Kur'an" dediği evreni, "mushafta yazılı Kur'an"dan çok daha geniş bir biçimde okumak mümkün- dür; yani mushafta yazılı olan Kur'an, sınır- lıdır; Allah'ın kelamının tamamı değildir. Ni- tekim Allah: "Yeryüzünde bulunan ağaçlar ka- lem, deniz mürekkep olsa ve ardından yedi deniz daha ona eklense, yine Allah'ın söz- leri tükenmez." (31. Lokmân, 27) demekte- dir. Oysa Kur'an'ın tamamını kısa bir sürede yazabilirsiniz. Demek ki, denizlerin ve nehirlerin yazmakta yetersiz kaldığı 'AI- lah'ın kelimeleri', Kur'an değildir. O hâlde, Allah' ın kelimeleri varlıkta da mevcuttur ve insanoğlunun onu keşfetmesi mümkündür. Bu durumda, bilgi, Allah'ın sözlerinin keşfedilmesinden ibarettir. Buna bağlı olarak, bilimsel araştırma da, Allah'ın kelimelerinin araştırılması anlamına gelmektedir. Böylece,nasstaki sınırlı bilgi alanından, çok daha geniş bir bilgi alanına ulaşmak mümkündür. Taştan: "Evrende yazılı Kur'an'dan söz ettiniz ve bütün evrenin Allah'ın kelamı olduğunu söylediniz. Bu öteki Kur'an'da, örneğin otomobil icat edildikten sonra merkebe geri dönmüyoruz; fakat "mushaftaki Kur'an" söz konusu olduğunda aynı tutumu sürdürmüyoruz. Neden acaba? Ebû Zeyd: Evrenden ibaret olan Kur'an'da geriye dönüş olmadığı tespiti, bilimsel bilgi açısından doğru olmakla birlikte, felsefi, antropolojik ve sosyolojik bilgi açısından doğru değildir. Mesela tarih felsefesi daima Aristo'dan başlar. Felsefe söz konusu olduğunda siz Aristo'yu ve Eflatun'u devre dışı bırakamazsınız. Yani meseleye bilgi ku- ramı açısından bakıldığında, geriye dönüş mümkün ve gereklidir. Ancak, beşerî bir olgu olarak değerlendirecek olursak, eski, yeninin içinde mevcuttur zaten. Kur'an'a gelince, hangi düzey söz konusu olursa olsun, ortada sabit bir mantık vardır; ancak, bu mântık farklı mefhum düzeylerine izin verir. Mesela, ne kadar tutucu ve katı olursa olsun, hiç kimse, Kur'an'daki karz ayetindeki (73. Muzzemmil, 20) "Allah'a borç vermek" sözünün mecaz i- fade ettiğini reddedemez. Bu tür ayetlerde lit- eral anlama dönmek hiçbir zaman mümkün değildir. Kölelik, alışveriş, ticaret, terazi, mizan gibi formları literal olarak anlamak mümkün değildir. Kimse bir maceraya atılarak, bunların 7. yüzyıldaki özgün anlam- larına dönmeye yeltenmesin. Kur'an'da öyle anlam alanları vardır ki, perde açıldıktan son- ra ortaya çıkan yeni anlam eski anlamın yer- ine geçer; fakat mantık olduğu gibi durmak- tadır. Mesela hiç kimse, hatta Şeyh Şa'râvî bile, Hanbelilerin dediği gibi, "Allah'ın eli var; fakat biz mahiyetini bilemeyiz" diyemez artık. Mutezile'nin literal anlamın te'vili konusundaki bazı yorumları artık aksiyom hâline gelmiştir; geri dönülmez. Taştan: Bu noktada, Kur'an'ın Şeriat boyutu, yani ahkâm ayetleri bağlamında konuyu biraz daha netleştirebilir misiniz? Ebû Zeyd: Ben İran, Türkiye, Cezayir, Mısır vd. nerede olursa olsun, insanların, kendi dinî esaslarına uygun olduğunu düşündükleri şekilde yaşamaya hakları olduğuna inanıyorum; Bu, hiçbir düşünürün, araştırmacının, hermeneutikçinin ve eleştirmenin "Hayır!" diyemeyeceği bir Haktır. Ancak, insanların bu Şeriat'ı son tâhlilde kanun metinleri hâline getirmeleri gerekir: Zira mahkemelerde yargıçlar, savcılar ve avukatların, referans alacakları pozitif ,yasa metinlerine ihtiyaçları var. Şu ânda Maliki, Hanefi vb. mezheplere göre ayrı hüküm veren mahkemeler yok. Modern dönemde otoritenin ne olduğu tanımlanmak durumundadır. "Otorite Şeriat'tır." demekle iş bitmez. Başım gözüm üstüne; fakat hangi Şeriat? Özsoy: Tam da bu noktada, sizin hakkınızda sizin yorumunuza başvurma imkanını değer- lendirmek istiyoruz: Nasr Ebû Zeyd, gelenek ve çağdaşlık arasında nasıl bir yerde duruyor, yine hem varoluşsal hem epistemolojik ânlamda? Ebû Zeyd: Bu, bana yöneltilen en zor soru. Zira çağdaşlık, insanın kaçınabileceği bir du- rum değil; bilâkis, farkında olsak da olmasak da, onun içinde yaşıyoruz. Mesela, çağdaşlık karşıtlığını temsil eden bir isim olması itibarıyla- rahmetli Şeyh Şa'râvî bile, ister i- tiraf etsin, ister inkar etsin, çağdaşlığı fiilen yaşamaktaydı: Televizyon programları yapı- yordu; ekranlara çıkıyordu; ziyaretçilerini Batı tarzı bir konutta karşılıyordu vb. Çağ- daşlık, teneffüs ettiğimiz havadır; onu kabul ederiz, etmeyiz, bu başka bir şey... Gelenek- çağdaşlık sorununu, araştırmacı açısından ele aldığımızda ise şunları söyleyebiliriz: Bir araştırmacının üzerinde çalıştığı konu geçmişe ait olabilir; fakat onun okuması bugüne aittir. Bu ilişkide gelenek nerede, çağ- daşlık nerede, tam olarak belirlemek mümkün değil. Bana gelince, felsefe, dilbilim ve hermeneutikle ilgili bir kitap okuduğumda, bu okuduklarımı, örneğin Cuveynî'den okumuş olduklarımla arasındaki paralellikleri görme- den anlamam mümkün değildir. 1978'de Batı'ya ilk çıktığımda Mutezile'de ve İbn Arabî'de te'vil konusu üzerine çalışıyordum. Bir Amerikan üniversitesine gideceğim için, te'vîl kelimesinin İngilizce'deki karşılığını öğrenmek istedim; Edebiyat Fakültesi'ndeki arkadaşlardan kimi intra-interpretation dedi, kimi supra-interpretation dedi. Sonra Hasan Hanefi'ye sorduğumda, te'vilin karşılığının 'hermeneutik' olduğunu öğrendim. Kütüphaneye gidip hermeneutiğin ne olduğunu incelediğimde, Hermes, hermen, hermetics gibi kelimelerle karşılaşınca, çok geniş bir gelenekle karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm. Fakat bu okumalarım esnasın- da kafamda hep İslami anlamda, özellikle de İbn Arabî'deki te'vil kavramı vardı. Amerika'ya gittiğimde, üniversitede hermeneutikle ilgili bir ders ilanı gördüm; hemen başvurdum; bana, kayıt için hocanın onayı gerektiğini söylediler. Hocayla görüş- mek üzere ğittim; fakat kapısı kapalıydı, tele- fon numaramı da yazarak bir not bırakıp ayrıldım. Nazik bir insanmış; beni aradı ve randevu verdi. Görüşmeye gittiğimde, bu der- se başvuran tek kişi olduğumu söyledi. Sanı- rım, henüz hermeneutik kelimesinin ne anla- ma geldiği bilinmiyordu; ille de interpretation kelimesinin kullanılması gerekiyordu. Hoca bana bu konuyla neden ilgilendiğimi sordu. Ben de, Mutezile'de ve İbn Arabî'de te'vil konusunu çalıştığımı; ayrıca, Gadamer'i ve Fransız yazarları okuduğumu şöyledim. Bunun üzerine Hoca: "O zaman, senin bu der- si almaya ihtiyacın yok; şayet bu derse talip çıkan olursa, seni yanıma asistan olarak çağırabilirim. Zira sen bizîm tanımadığımız bir hermeneutik geleneği de biliyorsun; üste- lik; bu gelenek, Dilthey'dan de önce." dedi. Demek istediğim şu ki, geleneğe dair biriki- mim olmaksızın çağdaş eserleri okumam an- lamlı bir hâl alamazdı. Benim semantik, semi- yotik vb. kuramlardan etkilenip etkilen- mediğimi soracak olursanız, elbette ki etki- lendim; hem de çok etkilendim. Fakat yine de, bizim geleneğimizin, örneğin semiyotik boyû- tu üzerine yazarken, elden geldiğince yabancı kavramları kullanmamaya gayret ettim. Sonuç olarak, bu etkilenme sorusuna kesin bir cevap verebilmem mümkün değil. Çağdaşlık, içinde yaşadığım durum; gelenek ise, kendimi ait ve mensup hissettiğim bir şey... Kırbaşoğlu: Siz İslami araştırmalar alanında önemli katkılarda bulunmuş bir araştırma- cısınız. Bir bakıma, artık olgunluk döneminizi yaşâdığınız dahi söylenebilir. Önümüzdeki yıllar için ne gibi projeleriniz var; neler yap- mayı düşünüyorsunuz? Ebû Zeyd: Elbette bir çok projem var. Mesela, temel dinsel metnimiz olan Kur'an metni hakkında Mefhûmu'n-nass'ı yazdığımdan beri, Kur'an'ı açıklayan ikincil nass olarak Sünnet hakkında da benzer bir kitap yazmayı düşünüyorum. Bu, Sünnet'i hem tarihsel, hem hermeneutik açıdan irdeleyen bir kitap ola- caktır. Yalnız, en büyük arzum ve en önemli projem, bir Kur'an tefsiri yazmak. Doğrusu, bu projeme sahip çıkacak ve yalnızca bu eser üzerinde çalışmama imkan sağlayacak bir ku- rum arayışı içindeyim. Fakat bu imkansız gibi görünüyor; ne Arap-İslam dünyasında, ne de Batı'da şu ân için bir ümidim var. Bu tefsir, mushaf tertibini esas alacak; fakat nüzûl sırasını da göz önünde bulunduracaktır; dolayısıyla, Kur'an'ın ayet ayet tefsiri tarzın- da bir çalışma olmayacak. Kur'an'ın ele aldığı sorunları temel alan ve onları yeniden kendi tarihsel bağlamlarına oturtan bir bakış açısıy- la hazırlanacak bir tefsir. Tabii, böyle bir çalış- ma için; nereden baksanız otuz yıllık bir süre gerekir. Görüldüğü gibi, mevcut şartlarda da bu mümkün değil. Taştan: Neden bir tefsir yazma ihtiyacı duyuyorsunuz? Bu noktaya nasıl geldiniz? Ebû Zeyd: Çağdaş dönemde Kur'an üzerine özgün çalışmaları olan isimler olarak Ab- duh'dan başlayarak, Emîn el-Hûlî ve Seyyid Kutub gibi isimleri zikredebiliriz. Bunlar arasında yalnızca Hûlî, bir tefsir kuramı geliştirmeye çalışmıştı; bugün Arkoun, Hane- fi ve ben de bir tefsir kuramından söz ediyo- ruz; ancak, bu kuramın pratiğe nasıl aktarıla- cağını da görmek istiyor insan. Mesela, tarih- sel boyut, mushaf tertibi ile nüzûl tertibi arasındaki gerilim, diğer dinlerin bağlılarıyla ilişkiler, metinler arasılık gibi kavramlardan söz ediyor ve örnekler veriyoruz. Peki, bu yöntemsel araçların uygulaması nasıl olacak? Buraya kadar anlattıklarım, genel olarak Kur'an'ın hem epistemolojik hem de ontolojik boyutlarıyla ilgili konular. Kur'an'ın, gerek çağdaş Müslümanlara, gerek bütün insanlığa neler sunabileceğini ortaya koyacak olan da, budur. Benim şahsi kanaatim, artık yavaş yavaş kuramdan uygulamaya geçme zamanının geldiği istikametinde: Bir kuramın gerçekçi olup ol- madığı, başarısı ve başansızlığı, uygulamada belli olur. Gerçi ben Kur'an'ı semantik açıdan ele alan veya belli başlı sureleri çözümleyen bazı araştırmalar yaptım ve bunları yazdım da... Ancak, Kur'an'ı hermeneutik açıdan fıkhi açıdan değil- ele alan bir tefsir hazırla- mak, benim yegâne rüyam. * 27.06.2002 İstanbul- M.Hayri Kırbaşoğlu, Ömer Özsoy, Osman Taştan |