* kültürel mirasımız üzerine
      ( Mehmed Said Hatiboğlu )
İlhami Güler-Ali Dere -
İslamiyat&Kitabiyat - Haziran 2002
M.S.HatipoğluDere: Sayın Hocam; her kariyerin
bir hikayesinden bahsedilebilir.
Sizin geride bıraktığınız tarihî çizgi
bağlamında, bu anlamda aklınıza ilk
gelenler neler oluyor?


Hatiboğlu: Bizim hayatımız
neredeyse 70 sene evvel

başlamış. İslam ilimleriyle meşgul olmuş bir ba-
banın evladıyız. İslami hayatın
yaşandığı, cemaatle namaz kılınan
bir evde büyüdük. Babamdan bize
hatıra olarak, camilerde okuduğu
meşhur hutbeleri, bütün Burdur
halkının kendisine gösterdiği sonsuz
hürmet, en büyük hoca olarak takdi-
mi ve oturma odamızı dolduran
kitaplar kaldı. Merhum, o kitapları o
odada okurdu; fakat biz onlardan
hiçbir şey nasiplenebilmiş değildik.
Kendisi sürekli, şehrin kafası işleyen
kimseleriyle meşgul olduğu için,
bize ders veremiyordu. İkiz kardeşim
Ahmed'le beni, tanıdığı bir mahalle
hocasına gönderdi. Kur'an okuınayı,
rahmetli Hâfız Ömer Efendi'den
öğrendik. Biz on iki yaşındayken,
1945'te babam kısa bir hastalığım
ardından vefat etti. Ben o sırada sanat
okuluna gidiyordum; mühendis ola-
caktım. Fakat babamın bıraktığı ki-
taplara sahip çıkabilmek için, ailenin
tensibiyle sanat okulu ikinci sınıftan
ayrıldım ve ortaokula tekrar birinci
sınıftan başladım. Ortaokul bittikten
sonra, Burdur'da lise olmadığı için,
liseye İzmir Atatürk Lisesi'nde
başladım ve Antalya'da bitirdim.
Daha liseyi okuyorken Ankara'da
İlahiyatFakültesi açılmıştı. 53-54'de
İlahiyat'ı bitirdim. O sırada rahmetli
Okiç Hocamız; asistan olmamı arzu
buyurdular; fakat kadroları yoktu.
Kulakları çınlasın, dinler tarihi ho-
camız Alman asıllı Annemarie
Schimmel, kendi kadrosunu bana
verdi de, onun verdiği kadro ile asis-
tan oldum. Burada kendisine şükran-
larımı arz ederim. 58'in sonunda a-
sistan, 42 seneye yakın bir hizmetten
sonra emekli oldum. Benim tüm
çalışma hayatım Türkiye'de geç-
miştir. Her ne kadar Paris'te iki-üç
sene kalmış olsam da; orada
akademik bir çalışma yapmadım.
Kendimi Fransızca yapılmış İslami
yayınları tanımaya, ilgilendiğim
konuda kitap toplamaya verdim. İs-
lam dünyasının muhtelif bölgelerini ziyaretle-
rim olduysa da, bu ziyaretlerin süresi beş on günü
geçmemiştir. Ben, İslami tedkiklerin Türkiye'de
de yapılabileceği kanaatindeyim. Yeter ki, İslam
ve Batı dünyasında neşrolunan İslam'la ilgili ki-
tapları buraya getirip takip edebilelim. Başka
memleketlere gitmenin lüzumsuzluğunu
söylüyor değilim katiyetle. Onlara açılmak, on-
larla teşrik-i mesaide bulunmak, bizzat
görüşmek, fevkalâde lazım bizler için. İşte ben,
bu gayeyle kendi kültürünü Türkiye'de oluştur-
maya çalışmış ve mütevazi ilmî hayatını devam
ettirmekte bulunan bir yaşlı ağabeyinizim.

Dere: Yorulmak bilmeyen, aşırı titiz araştırma
temponuzla bugün Türkiye genelinde, İslam
kültürü sahasında haklı bir bilgi otoritesini tem-
sil ediyor; bu yönde yetişmekte olan araştırmacılara yol gösteriyor, ufuk açıyorsunuz. Bu çerçevede, kendi yaşam tarzınızı sorguladığınız ve "keşke" ile başlayan cümleler kurduğunuz oluyor mu?

Hatiboğlu: Şimdi; keşke sözüyle
başlamak herkes için gayet kolay.
Keşke -sizler kadar genç olabil-
seydim, diyorum. Bizim zamanı-
mızda sizin sahip olduğunuz bu
imkanlar; mesela internet, bil-
gisayar, hatta fotokopi bulunsun
isterdim. Şu hatıramı hâlâ unut-
muyorum: Eskiden yazma hâlde
olan İbn Arrâk'ın Tenzîhu'ş-
Şerî'ati'l-merfû'a ani'l-ah-
bâri'ş-şerî'ati'l-mevdü'a adlı e-
serinin mukaddimesini -bu, Ka-
nuni'ye ithaf edilmiş bir eserdir-
Ayasofya Kütüphanesi'ndeki nüshasından on
günde istinsah edebilmiştim; şimdi ise beş-on
dakikalık bir iştir bu. Misalleri çoğaltabiliriz;
bizim şartlarımız içinde çok zaman kaybımız
oldu. Keşke deyince bunlar geliyor aklıma; zi-
ra benim hâlâ yapılmasını gerekli gördüğüm
husus, kitap olarak Kur'an'ı birinci sıraya alır-
sak, Resulullah' ın devrinden itibaren yazılmaya
başlayan İslam kültürüne hakkıyla vâkıf ola-
bilmektir. İnsanın havsalası almayacak dere-
cede zengin bir kültür hazinesi var.

Güler: Ben bu arada siyasi muhtevası olan bir
soru sormak istiyorum. Bana öyle geliyor ki,
Cumhuriyet döneminde İslam; ahlaki, manevi,
motive edici, kimlik kurucu özelliklerinden isti-
fade edilecek bir temel olarak görüleceği ve bunun
için de bakımı ve beslenmesi yapılacağı yerde; şer-
rinden korkulacak, sürekli gözetim altında tutula-
cak, bırakıldığı zaman nerede duracağı veya ken-
disinden nelerin doğacağı belli olmayan bir şey o-
larak görülmüş. Öyle sanıyorum ki, 28 Şubat süre-
ci de bu bakış açısınm bir devamı mahiyetinde.
Cumhuriyet döneminde İslam'a yaklaşım tarzının
doğruluğu ve yanlışlığı noktasında en genel an-
lamda neler söylemek isterdiniz?

Hatiboğlu: Ben Cumhuriyet'in onuncu yılında
doğmuş birisiyim. Babam rahmetli, Burdur'da,
İstiklal Harbi'nin hazırlanmasında rol almış
kimselerden birisi; Burdur'da Müdâfaa-i Mil-
liye İâne Komisyonu Reisliği, Müdâfaa-i Hukûk
Cemiyeti Reisliği yapmış; epeyce hizmeti var.
Cumhuriyet'i kuran Büyük Millet Meclisi'ne,
çoğunluğa yakını sarıklı hocalar gelmiş ve
Anadolu Müslümanının milli mücadelesinde
birinci kuvvet kaynağını, dini temsil eden
adamlar teşkil etmiş. Şimdi bunların gayesi ney-
di? "Kafirlerin idaresi altında müslümanca yaşa-
mak mümkün değildir." fikrindeydiler. Bu
kanaatleri sebebiyle, bütün varlıklarını ortaya
koyarak mücadele ettiler. Fakat bir devlet kur-
ma durumuna geldiğiniz zaman, bu hocaefendi-
lerin, yeni, modern bir devletin kuruluşuna
sağlayabilecekleri fazla bir katkıları yoktu
bence. Peşinen belirteyim ki, siyaset İslam'ın
dışında değil içindedir. İslam siyasi bir dindir.
Müslüman, bu dünyada yaşadığına göre, bu
dünyasinın idaresini mükemmel yapmakla
mükelleftir. Kur'an'ın pek çok ölçüleri, insanı
bu noktada siyasi olmaya sevkeder. Dolayısıy-
la, herhangi bir müslüman, kendi yaşadığı
muhitte İslami akideye, İslami prensiplere uy-
gun bir hayatın devam etmesi arzusundadır.
Türkiye'de yeni devlet icraata başladığı ândan
itibaren, vatandaşlar, idarecilerde kendilerine
benzer bazı şeylerin bulunmadığını farkettiler.
Mesela, çok anlatırlar, Said Nursî merhumu
Atatürk çağırmış, fikirlerinden istifade etmek
için. Fakat Üstad'ın Ankara'dan çekip
gitmesinin, yahut idarecilerle alâkasını
kesmesinin sebebi olarak, onların namazdan
niyazdan uzak olmaları imiş: "Namaz kıl-
mayanın hükmü merduttur." dediği şeklinde i-
fadeler naklederler. Bizim zamanımızda bile
bunların tezahürlerini gördük. Mesala Ürdün
Kralı Abdullâh Ankara'yı ziyaret ettiği zaman,
Hacı Bayram Camii'nde cuma namazına git-
mişti; İsmet Paşa onu camiye kadar getirdi, son-
ra dönüp gitti, camiye girmedi. Mesela asırlardır
ölüsüne cenaze namazı kılan bu millet,
Atatürk'ün cenaze namazının resmî olarak kılın-
madığına şahit oldu. Devlet resmen Atatürk'ün
cenaze namazını kılmamıştır. Dolmabahçe
sarayında kılınan cenaze namazı, devletin işti-
rak ettiği bir namaz değildir. Bu sebeplerle,
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimselere karşı,
sanki onlar dinsizlermiş gibi bir kanaat teşekkül
etmeye başladı. İşin aslını ortaya çıkarmak,
bugün için hayli zordur. Çünkü pek çok kanun
vardır ki, bu kanunlar muvacehesinde, serbestçe
konuşabilmek, serbestçe araştırma yapmak pek
mümkün değildir. Atatürk'ün İslamiyet yahut İs-
lami hayat hakkındaki düşüncelerinin bazı
taraflarını biliyoruz. Bunlara katılmak bugün
pek çok müslüman için mümkün değildir.
Mesela, benim öğrenebildiğim kadarıyla,
Atatürk, Merhum Saadettin Kaynak'a Türkçe
namaz kıldırtmış; ancak, kendisi iştirak et-
memiştir. Kendisi camide yok; kendisi
Dolmabahçe sarayından takip etmiştir. Bir müs-
lümanın kendi ibadet hayatına, dışarıdan müda-
halelerle katkıda bulunmanın doğru olduğu
kanaatinde değilim. Eğer inanıyorsanız, iştirak
edip kendiniz yaparsınız. Başkasının namazı sizi
ilgilendirmez. Siz eğer Türkçe namaz kılacak-
sanız kılınız. Buna kimsenin müdahale hakkı
yoktur derim. Ama ben iştirak etmem; bu ayrı
meseledir. Bu gibi müdahaleler, Cumhuriyet
devri boyunca 1950'lere kadar idare başında
olanlara karşı müslüman halkın soğuk durması-
na sebep oldu. Ben gençliğimde minarelerde
"Tanrı uludur, Tanrı uludur!" diye ezan okudum;
birader de okudu. Ama 1950'lerde, demokrat-
lar, -iktidara gelmelerinin ilk aylarında ezanı
serbest bıraktılar. Bazıları, cebren Arapçaya
çevrildi, derler; böyle bir şey yoktur. Serbest
bırakıldı. İsteyen Türkçe okuyacaktı, isteyen
Arapça. Buna rağmen, bir tek kimse Türkçe oku-
madı. Demek ki, devletin burada cebrî bir mü-
dahalesi vardı. Milletin namazına niyazına
karışılmıştı. Bunu inkar etmek mümkün değildir.

Güler: Peki, 28 Şubat sürecinin bununla bağlantısı?

Hatiboğlu: Bu çerçevede mütalaa ediyorum. 28
Şubat'ı ilan eden askerlerimizin içinde de son
derece dindar kimselerin olduğu kanaatindeyim.
Ama asker, mesleği icabı toplumun içine fazla
girmeyen bir zümredir. Tanımıyor toplumu, ken-
di bilgileriyle kendisine yön vermesi, yanlışlara
sebep olabiliyor. Toplumdaki masum dinî teza-
hürleri, sanki devlete, millete karşı tehditmiş,
tehlikeymiş gibi mütalaa ediyorlar. Üç beş mec-
zup adamı görüp de, bütün Müslümanları onlar
gibi telakki etmek son derece yanlıştır. İşin
başında bu memleketi kuranlar bizzat müslüman
inâncına sahip kimselerdi. Hepimizin dedeleri,
babaları kurdu bu memleketi. Bugün bunları
safdışı etme hareketi gibi bir tehlike görüyor;
fakat hiç inanmak istemiyordum. Senelerdir
İnkılap dersi vermekte olan bir profesörümüzün
işine son vermişler. Niçin? İmam-Hatip menşeli
olduğu için. Bunu öğrenmiş olmakla son derece
üzüntü içindeyim. Bu misalleri daha da çoğalt-
mak mümkün.

Güler: Hocam! Buna bağlı olarak, bir siyasi soru daha soracağım. Bu son on yılın içinde ekonomik hayatta mafya, çete, yolsuzluk türünden şeyler ortaya çıktı. Son zamanlarda kap-kaç olayları ve intiharlar arttı. Tüm
bunları göz önünde bulundurduğumuzda, acaba Türkiye'de şu ânda bir ahlaki kriz yaşadığımız teşhisinde bulunabilir miyiz? Bir taraftan da, Müslümanlık en iyi Türkiye'de yaşanıyor, deniyor.

Hatiboğlu: Gülerek söylüyorum: Müslüman olmak kolay bir iş değil, zor bir iş. Ben, Aleyhi's-salâtu ve's-
selâm'ın bu dünyadan ayrıldığı senenin üze-
rinden daha çeyrek asır geçmeden, Müslüman-
ların birbirlerini vurduklarını, en kıymetli varlık
dediğimiz sahabilerin kılıç çekerek birbirleriyle
harbettiklerini hatırladığım zaman, demek ki,
Müslümanlık kolay bir şey değil, diyorum: Resu-
lullah'ın gerçekleştirmek. istediği, ilahi arzuya
uygun bir dünyevi hayat, ancak o Peygamber zih-
niyetine sahip olan kimselerle yaşanabilecek bir
hayattır. Şimdi, Peygamber'in getirdiği Kûr'an'ı,
onun hayatını hakkıyla hazmedememiş kim-
selerin Müslümanlığı gerçekleştirmeleri pek
mümkün değildir. Biz İslam'ın ilk asrında dahi
Resulullah'ın devrindeki hayatın devam ettirile-
mediğini görüyoruz. Şimdi Türkiye'deki duru-
ma gelecek olursak; bu durum, layık olduğumuz
bir durumdur. Başınızdaki adam çalıyorsa, o
adamı başa getiren millet de çalıyor demektir.
Millet bir buçuk milyar dolarlık elektrik çalıyor.
O çalan vatandaş kendi kendine izahını buluyor.
Diyor ki, bu adamlar bu dünyada beni insanlık
vasfına layık bir şekilde yaşatmıyorlar, bana bu
imkanları vermiyorlar. Ben hakkıyla maaş
alamıyorum, çocuğumu okutamıyorum, hanımı-
ma imkan sunamıyorum. Öyleyse bunları ya-
panlardan çalmak benim hakkımdır. Baştaki
adamın çaldığını görmüşse, vatandaş çalmayı
mübah addetmez de ne yapar! Bizde hırsızlık ya-
panın erkek kadın fark etmez elini kesin, diyen
ayet var. Daha Peygamber'in vefatının üzerinden
on beş-yirmi sene geçmeden, öyle bir devir geli-
yor ki, hırsızın eli kesilmiyor. Eğer bu adam
çaldıysa, zaruretten dolayı çalmıştır; devlet vazi-
fesini hakkıyla yerine getirmiş olsaydı, bu vatan-
daşını muhtaç duruma düşür-
memiş olsaydı; bu adam çalmazdı,
deniyor. Türkiye'deki durum da
böyle. Şimdi biz Meclisimize iti-
mat etmiyoruz. O Meclis'teki
adamlan kim seçti? Yani ortada,
bir "adam bulma" meselesi var.
Adamı nereden bulacaksın? Ame-
rika'dan mı Avrupa'dan mı getire-
ceksin? Hayır; kendinden çıkara-
caksın. Kendin adam olmadıkça,
kendin adam yetiştirmedikçe,
hakkıyla idare edilebilmen müm-
kün değildir. Bunun için, müslü-
manın birinci vazifesi, bizzat mükellefiyetine
sahip olup, en az kendi sahasında birinci sınıf
adam olmaktır. Biz böyle olamadığımız için, ne
sanayiniz sanayidir, ne basınınız basındır,
ne üniversiteleriniz üniversitedir.

Dere: Dilerseniz, biraz da düşünce dünyanızı be-
lirlemiş olması muhtemel zeminler üzerinde du-
ralım. İslam kültür ve düşünce tarihini, süreç
içerisinde ele aldığımızda, ister felsefi düşünceye,
isterse pratiğe ilişkin olsun, hayatın ana açılım-
ları üzerinde konuşan değişik ekollerle
karşılaşıyoruz. Bugün için İslam dünyasında ve
Türkiye'de canlılığını sürdüren benzer düşünce
ekollerinden bahsedilebilir mi? Bu anlamda ken-
dinizi nasıl bir duruş ve ilim geleneğine yakın
görüyorsunuz?

Hatiboğlu: İslam dünyasında veya daha yaki-
nen tanıyabildiğim Türkiye'deki müslüman
çevrelere baktığımız zaman neyi görüyoruz?
Mesela Saâdet-i Ebediye gibi kitapların temsil
ettiği, "Bizim yeni olarak söyleyebileceğimiz bir
şey yoktur. Her şey söylenmiştir, her şey izah
edilmiştir. Bize düşen, sadece onları okuyup
öğrenmek ve uygulamaktır." şeklinde bir zih-
niyet var. Buna göre, dördüncü asırdan sonra ic-
tihad kapısı da kapanmıştır; üstelik, müctehid de
yoktur. Bizim bütün vazifemiz, ilk dört mezhep
imamının anlattığı İslamiyet'i uygulamaktır. Bu
arada eskilerin kültürünü yenileme sevdasında
olanlarda da gördüğümüz bir eksiklik var. Onlar
da, eğer kelamla uğraşıyorsa başka bir sahayı
bilmiyor; hadisle uğraşıyorsa fıkhı bilmiyor; ke-
lamı, felsefeyi bilmiyor. Bizim bütün derdimiz,
kolektif bir İslam kültürünü ortaya çıkarabile-
cek, İslam'ı yüksek seviyede temsil edecek
adamlar yeliştirmek. Eğer İslam, bütünüyle bir
kültür dünyası ise, bir kültür manzumesi ise,
bunu her çeşidiyle bilen otoriteler yetiştir-
medikçe, İslam budur demek mümkün olmuyor.
Bugün Mısır'da, Suudi Arabistan'da, Libya'da,
Mağrib'de olsun, İslam'ı bu adam temsil ediyor
diyebileceğim hiçbir zat göstermek benim için
mümkün değildir. Bunun hiçbir fiziki imkanı da
yoktur. Ben bugün fizikle, astronomiyle, mate-
matikle ilgili bir şey söyleyemiyorsam, hadisle
uğraşan birisi sıfatıyla benim o sahada eksik-
liğimdendir. Ama o saha İslam'ın içinde bir sa-
hadır. Bugün hadis alimi çıksa, hadisleri temel
alan bir İslam anlatıyor. Fıkıhçı çıksa, fıkhı temel
alan bir İslam anlatıyor. Siyasetçi siyasetine göre
bir İslam anlatıyor. Peki İslam bunların hangisi?
Ne zaman bu adamlar kültürün tamamına daya-
narak kendi mevzuunda konuşursa, o zaman İs-
lam'ın bîr veçhesini anlatmış olur. Bu yapıla-
madığı için, bugün İslam dünyası büyük bir kar-
gaşa içinde. Afganistan'daki Tâlibân kendisine
göre bir müslüman; İhvân-ı Müslimîn kendi
çerçevesinde bir müslüman. İslam dünyasında
ne kadar adam varsa, o kadar İslam anlayışı or-
taya çıkıyor. Yani global bir vizyonumuz yoktur.
O vizyonumuz ne zaman olacak? Ne zaman biz
-hani her zaman söylüyorum ya- on dört asırlık
bu kültür malzememizi toptan bir kritiğe tâbi tu-
tar da, ortaya değişmez sabiteler koyarsak, işte
o zaman global İslam ortaya çıkar. Böyle olun-
ca, bizim Türkiyemizde, şu zatın gittiği yol tam
İslam'dır, demenin imkan ve ihtimali yoktur.
Said Nursî merhumu iki defa ziyaret ettim, eli-
ni öptüm. Bugün Said Nursî merhumun bu
Türkiye'de gerçekleştirdiği bir hizmet vardır.
Ama o hizmeti İslam'ın bizatihi kendisiymiş gibi
idrak etmek, algılamak, doğru değildir. Ben
bugün kendi aklımla Said Nursî'yi birçok
yönüyle tenkit ederim; mesela, onun kullandığı
ebcet hesabının İslam'da bir yeri yoktur.
Başkaları da beni tenkit eder. Tabiatıyla edecek-
tir. Niye etmesin? Bu çerçevede, bizim gibi mo-
dern mekteplerde okumuşlara bakan adamlar,
bizi böyle kravatlı ceketli falan görünce; bunlar
İslamiyet'i deforme etmek için, bozmak için va-
zifelendirilmiş adamlar, bunlar yabancı diller
biliyorlar, Batıdan birtakım adamların piyonu
bunlar, diyorlar. Böyle bir telakki var ki, bu son
derece yanlış. Şimdi Batı'dan biz İslami sahada
hiç istifade etmedik mi? Ettik ve hâlâ ediyoruz.

Dere: Hocam, gelecekle ilgili perspektifınizi,
İslam ilimlerinin, Türkiye'nin ve İslam dün-
yasının geleceği olmak üzere üç açıdan öğren-
mek istediğimizde bizlere neler söylersiniz?

Hatiboğlu: Şimdi; benim, sizlerin ve her müs-
lümanın inancı odur ki, İslamiyet âhir zamana
kadar yaşayacak olan bir dindir: Bu dinin men-
supları da bu dünyada âhir zamana kadar mev-
cut olacaktır. Öyleyse, bu müslümanın bu diniyle
nasıl yaşayabileceğini kendisinin halletmesi
lazımdır. Tabii, her asrın Müslümanlığı, o asrın
kültürü nispetinde farklı olacaktır. Şimdi biz
bugün, Resulullah devrindeki bir İslam
toplumunu mu yaşıyoruz? Hayır; çok farklıyız:
Bugün Peygamber'in zamanında temelleri
atılmış bir İslam devletini dünyada kurmak
mümkün müdür? Bence hayır. Bugün kendi
yaşadığımız Türkiye'de bile İslamiyet'i birinci
asrın, dördüncü asrın İslamiyetinden farklı bir
şekilde yaşıyoruz. Böyle olunca, biz bugünkü
farklı İslamiyetimizle gerçekten Peygamberimi-
zin arzuladığı müslüman olmakta devam ediyor
muyuz, etmiyor muyuz? Biz farklı bir müslüman
mıyız yahut bizim Müslümanlığımız bizi ne dere-
ceye kadar kurtuluşa eriştirecektir? Bugün biz-
zat Kur'an'ın ve hadis ahkamının tatbik
edilemediği bir devlette yaşıyoruz biz ve buna
müdahale etme hakkına sahip değiliz. Mesela,
Kur'an-ı Kerim içkiyi yasakladıysa, içki içen bir
idarecinin başta olmasını müslüman istemez.
Temelinde bu böyledir. Ama bugün öyle midir?
Senin bunu istememe hakkın yoktur Peki, aca-
ba bu benim vazifem midir? Burada ihtilaflar
doğuyor. O zaman biz nasıl bir müslüman devlet
kuracağız? Bugünkü çoğulcu anlayış içinde böyle
bir devlet kurmak mümkün müdür? Bütün bun-
lar, sual olarak bugün İslam'ın karşısında duruy-
or. Bunlar bizim problemlerimiz. Fıkhın anlattığı
bir müslüman ailesi ile bugünkü müslüman aile-
si birbirinden çok farklı. Mesela Kur'an-ı Ke-
rim'in "er-ricâlu kavvâmüne alâ'n-nisâ" ayetini
ele alalım. Bunu birinci asırda anlayan Müslü-
manlar artık yok. Bugünün müslüman ailesi, bu
kanaati tamamıyla benimsiyor değil. Bugün öyle
aileler var ki, bizzat kadınları, kızları, o aileyi i-
dare ediyor; erkekleri yatıyor, oturuyor veya
çalışmıyor. Bugün emrinde binlerce erkek işçi,
mühendis çalıştıran idareci kadınlar var. Bunların
hiçbiri Peygamberimizin devrinde yoktu. Böyle
bir toplumda nasıl bir Müslümanlık olacak? Bugünün İslam alimleri bu çözümleri bulmakla, buna cevap vermekle mükelleftirler.

Dere: Buna bağlı olarak, İslam dünyasının geleceği hakkındaki öngörüleriniz, sezgileriniz nedir?

Hatiboğlu: Buna bağlı olarak, ben şu kanaatteyim: Madem Allah Teala, "huve'llezî ersele rasûlehû bi'l-hudâ ve dîni'l-hak-' ki li yuzhirahû `alâ'd-dîni kullihi" buyurmuş; ben bir müslüman olarak, âhir zamana kadar bu İslam'ın baki kalacağına ve herkesin eninde sonunda müslüman olacağına inanıyorum. Bu on asırda olur, yirmi asırda olur. Bu Cenab-ı Hakk'ın bildiği bir şeydir. Bu inancımda hiçbir tereddüdüm yok. Böyle olunca,
biz, Müslümanlar olarak bu neticeye ulaştıra-
cak çabayı göstermekle mükellefiz. Bunu ya-
pacağız; bunu yapmamız gerekir. Bunu yapa-
bilmek için de, önce kendi İslamiyetimizi her
dalıyla, bütün teferruatıyla tespit etmek
zaruretindeyiz. İslam dünyasında ne söylenmiş
şimdiye kadar; bunu bilmiyoruz. Kitaplarımız
bunlarla dolu, ama biz bilmiyoruz. Bunları bir
defa tespit edeceğiz; bu tespit ettiğimiz şeylerin
arasında ayıklama yapacağız; hangisi isabetli,
hangisi hatalı; hangisi düzeltilebilir, hangisi terk
edilebilir? Bu ayıklamayı yaptıktan sonradır ki,
yeni bir şey ortaya koyabiliriz. Ben inancımı
tekrar belirtiyorum:

İstikbal İslam'ındır.

mico_tasarım