* "Biz" kalarak yenilenmek
      ( Hasan Hanefî )
İslamiyat  - 2002
Hasan Hanefi
Kırbaşoğlu: 11 Eylül saldırısını şayet el-Kâ'ide gerçekleştirdiyse, sizce bu saldırı neyi simgelemektedir; yorumunuz nedir?

Hanefî: Arap-İslam âlemi, bir çöküş ve ezilmişlik hissi içerisindedir; bu yüzden, Filistin direnişini tanklar, uçaklar, toplar ve füzelere karşı tek başına taş ile mücadele etmek zorunda bırakmıştır. Filistin, Kudüs ve Harem-i Şerif' in (Mescid-i Aksâ) durumu ortada. Herkes 11 Eylül 2001'i anıyor; ama kimse 29 Eylül 2000'i hatırlamıyor. 11 Eylül, önceki Eylül'e karşı bir tepkinin sonucudur.


Yasir Arafat'ı ablukaya alan ve İsrail' i destekleyip silahlandıran ABD, Yasîr Arafat'ı terörist, direniş hareketini de terörizm olarak nitelendirdiği hâlde, lsrail'i hiçbir şekilde terörist olarak nitelendirmemektedir. Bu durum karşısında, gücün sembolü olan ABD'ye karşı bir öfke doğmuş ve bu öfke, ekonomik alanda Dünya Ticaret Merkezi'ne, askerî alanda da Pentagon'a yönelmiştir; hatta aynı öfkenin siyasi alanda da Beyaz Saray'a yöneldiği söylenebilir.

Sonuç itibarıyla, acziyet karşısında ne yapabilirsiniz? Tepki, 11 Eylül olmuştur; ama tepkinin asıl sebebi, daha önce, özellikle ABD'nin, ırk ayırımcılığına karşı düzenlenen Durban toplantısında İsrail'i destekleme kararı almasıyla başlayan öfkedir.

ABD herkese karşı tek başına İsrail' in yanında yer almıştır. ABD milyonlarca Afrikalının köle olarak yeni toprakları işlemek için Louisiana'ya götürülmesinin sorumluluğunu üstlenmeye ve özür dilemeye yanaşmamıştır. Yine, ırkların eşitliği fikrini reddedip, Siyonizmi ırkçılık olarak nitelendirmekten kaçınmıştır.

Dolayısıyla, Arap dünyasında ve İslam âleminde, ABD'ye karşı biriken bir öfke söz konusudur. ABD; Sudan'ı, İran'ı, Suriye'yi, Lübnan'ı, Afganistan'ı ve Pakistan'ı tehdit etmekte ve bu durum karşısında, Arapİslam dünyasındaki yönetimler bir şey yapmamaktadırlar; acz içerisindedirler. ABD, aslında kendisine yönelecek bir hücumun uzaydan veya kıtalar ötesi füzelerden geleceğini zannediyördu. 11 Eylül olayı, `mutlak gücün' bile vurulabileceğini göstermiştir. Bu, aklı başında bir güç değil, zalim ve gaddar bir güçtür. Öyle olunca da, hep kendisine büyük bir düşmanın saldıracağını düşünmüş, küçük bir düşmanın saldıracağını aklına bile getirmemiştir. Karşısına, fil beklerken karınca; aslan beklerken fare çıkmıştır. Ancak, karınca filin kulağını ısırmakta, fare de aslanı kemirmekte; file ve aslana dünyayı dar etmektedir. Her bir Arabın ve müslümanın kalbini açıp baktığın zaman, görüyorsun ki; bilinçli olarak değil ama bilinç altında, herkes, Usâme b. Lâdin'in -tabii, bu saldırının onun tarafından tertiplendiği doğruysa- ABD' nin, zorba bir güç olduğunu kendisine hatırlatan tek adam olduğunu düşünmektedir. Adaletsiz bir gücün kendi silahıyla vurulacağını gösteren de odur. ABD ne halkları, ne hukuku tanımakta, üstelik çifte standart uygulamaktadır. Bir tek İsrailli öldürülünce bu olaya terörizm denmekte; ama onlarca Filistinli öldürüldüğünde buna terörizm adını vermemektedir. 11 Eylül olayının olumlu sonuçlarından da söz etmek gerekirse: ABD'nin aklı başına gelmiştir; Avrupa uyanmış, ABD'nin yanında yer almaması gerektiğini anlamıştır; Asya uyanmıştır ki, ABD karşısında ikinci bir kutup olmaya adaydır; Malezya ve Endonezya, sanayi kalkınmasıyla; Japonya; Hongkong, Tayvan, Güney Kore, pazarlarıyla, petrolüyle, kaynaklarıyla ve insan gücüyle, globalleşmeye karşı durmaktadır.

Malezya, Endonezya, Türkiye, Nijerya ve Mısır gibi İslam ülkelerinin üye olduğu uluslararası örğütler, bir mukabeledir. 11 Eylül olayı, olumsuz gibi görünse de, gerçekte olumlu sonuçları da olan bir olaydır. Hatta ABD'nin İslam'a Araplara ve Müslümanlara hücumu, onun Arap ve İslam dünyasının karşısında yer aldığını da göstermiştir. Dinsel terörizm, İrlanda'da Protestanlarla Katolikler arasında: Keşmir'de Sihler'de, İspanya'da Bask bölgesinde, hülasa her yerde vardır. Hatta ABD'nin kendisi dinî cemaatlere karşı en iğreç terör uygulamalarında bulunmaktadır. Ne var ki; düşmanın, yani ikinci kutbun Asya'dan çıkacağını hisseden ABD, New York we Washington'a yapılan 11 Eylül saldırısını bahane olarak kullanmıştır; Taliban'ı bahane etmiştir. Halbuki Sovyet işgaline karşı Taliban'ı destekleyen, silahlandıran kendisiydi; amacı, Asya'yı kuşatmak ve Asya'dan gelmekte olan kalkınmayı bastırmaktı.

Kırbaşoğlu: ABD'nin kendi 'uluslararası terör' tanımını ve bunun akabinde giriştiği eylemleri nasıl yorumluyorsunuz?

Hanefi: ABD, şu âna kadar, terörün tanımlanması için uluslararası bir konferans düzenlenmesini hep reddedegelmiştir. Çünkü terörün çeşitleri vardır. ABD hep bireylerin teröründen dem vurmakta; ama devlet teröründen hiç bahsetmemektedir. Afganistan'da Taliban'a yapılanlar ve İsrail tarafından Filistinliler'e yapılanlar, hep birer devlet terörüdür ve bireysel terörden daha alçakçadır. Bir de görünmeyen terör vardır: Dünya Ticaret Örgütü, GATT Antlaşması, küreselleşme süreci, "Dünya tek bir köydür." söylemi; bunların hepsi görünmez terörizmlerdir; globalizasyon, adına, büyük küçüğü yutmaktadır. Yine iletişim devrimi, insan hakları, bütün insanlığın tek bir pazar olduğu sözleriyle, büyük küçüğü yutmaktadır. İletişim alanında da bir terör söz konusudur. Batı bu alanda dünyaya egemendir; bütün dünyayı ve insanların akıllarını etki altına alan CNN örneğinde olduğu gibi... Terörle ilgili uluslararası bir konferansa katılmıştım. Orada bireysel terörle devlet terörü, görünen terörle görünmeyen terör arasında ayırım yapılmaması gerektiğini ifade ettim. Terör, bazı durumlarda bir savunma aracıdır. Sen bir insanı boğmaya kalkarsan ve o da bağırıp çağırırsa, bu bir etki değil tepkidir; etkinin tabiibir sonucudur. ABD'nin bir kongre düzenleyerek terörizmin tanımlanmasına karşı çıkması, halkların meşru direnişi -Keşmirli'lerin Filistinlilerin, Çeçenlerin direnişleri gibi- ile terörizmin birbirinden ayırt edilmesini engellemek içindir. Aslında ABD, bağımsızlık hareketinde, kendisi İngiltere terörüne karşı direnmiştir. Fransa ve Rusya, Nazi işgaline karşı direnmiştir. Ama ABD bu direnişlerin hiçbirine terör dememiştir. Şimdi ise, ABD'ye göre terör, halkların, bağımsızlıkları için mücadeleye girişmesidir. Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi, sadece bireyleri değil, cemaatleri ve halkları da kapsar ve BM kararları gereğince, her halkın kendi geleceğini belirleme hakkı vardır.

Kırbaşoğlu: Hunington'ın CIA ile birlikte çalışan bir stratejist olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, 'medeniyetler çatışması' tezini Batı'nın egosântrik bakış açısı bağlamında nasıl yorumlarsınız?

Hanefi: Medeniyetler çatışmasını bizzat Batı'nın kendisi uygulamıştır. Batı, ABD; birçok halkların ve kültürlerin sonunu getirmiştir ve bu halklar ve kültürler şu ândâ sadece video ve sinema filmlerinde yaşamaktadırlar; tıpkı Kızılderililer gibi... ABD'de bugün İngilizce konuşulmaktadır; ama Kızılderililer İngilizce konuşmazdı; İngilizce işgalcilerin dilidir. Latin Amerika'da İsponyolca konuşulmaktadır; İspanyolca da işgalcilerin dilidir. Brezilya'da Portekizce konuşulmaktadır; o da işgalcilerin dilidir. Batı, yeni dünya adına yerel kültürleri yok ederek, medeniyetler çatışmasının en çirkin örneklerini sergilemiştir. Batı, Afrika'nın bir kısmını Frankofon, bir kısmını da Anglokofon yapmıştır. Tek bir Afrika dili bile kalmamıştır. Mesela, Sahili veya Zulu dilleri ortada yoktur; bunlar da Batı'nın Afrika'daki sömürgeciliği sayesinde yok olmuştur. Filipinliler, İspanyolca konuşmaktadır. Hollanda'nın Endonezya'daki sömürgecilik uygulamaları esnasında Endonezyalılar Flemenkçe konuşuyorlardı. Fransa'nın sloganı "Cezayir Fransızdır" idi. Fransızlar, bu sloganın gerçekleşmesi için, Cezayir'de yerli mektepleri ve Kur'an okullarını kapattılar; Arapça öğrenimini engellediler. İngiltere, İngiliz Milletler Topluluğu'nu (Commonwealth) kurdu. Fransızlar, "Denizler ötesi Fransa" tabirini kullanırlar vs. Hülasa, Batı'nın tarihi, medeniyetler çatışması tarihidir. Ama bize, İslam âlemine gelince, biz insanlığa 'medeniyetlerarası diyalog'dan başka bir şey sunmadık. Hiçbir kültür yoktur ki, bizim Yunan ve Roma kültürünü, Hint ve Fars kültürlerini yücelttiğimiz kadar yüceltmiş olsun. Bize göre, Aristo, 'muallim-i evvel'dir (İlk öğretmen); Sokrat, insanlığın en büyük hakîmidir vs. Aristo muallim-i evveldir, Fârâbî muallim-i sânî (İkinci öğretmen). Şu tevazuu görüyor musunuz?

Üstelik, bunu, biz muzaffer, onlar mağlup olduğu hâlde yapmışız. Kültüre saygı ve ona değer vermek bambaşka bir şeydir. Biz Yunan ve Roma kültürlerini bu sebeple yüceltmişizdir. Hindistan hakkında Bîrûnî'den daha iyi yazanı yoktu. (Tahkîku mâ li'l-hind); yine Fâris hakkında da İbn Miskeveyh'ten iyi yazan yoktur (el-Hikmetu'l-hâlide). Biz, Endülüs ve Sicilya kanalıyla, bu kadim (Eski) medeniyetleri Batı'ya taşıdık. Batı, biliminde ve ilerlemesinde bizden istifade etmiştir; tabiat bilimlerinde, matematikte vs. Buna mukabil, modern Batı ise, Büyük İskender'in yapmak istediğini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zira o, bütün dünyayı Yunanlılaştırmak istemişti. Roma da, bütün dünyayı Romalılaştırmak istemişti. Modern Batı, Batı kültürü dışındaki kültürlerin sonunu getirme hevesindedir; Çin ve Hint medeniyetlerinde olduğu gibi... Hindistan'da Moğol hakimiyeti vardı; İngiltere Moğol İmparatorluğu'nun hakimiyetine son verdi ve işgalcinin dili olan İngilizce, Hint Altkıtası'nın konuşma dili oldu. O hâlde, aslında Huntington, Batı'nın uygulamalarını meşrulaştırmaktan başka bir şey yapmamıştır: Üstelik, kendisindenı kattığı bir şey de yoktur. Biz Batı'ya bunun kültür ve medeniyet alanında bir sömürgecilik olduğunu zaten söylüyorduk; onlar da inkar ediyorlardı. Batı ilk defa medeniyetler çatışması diye bir şeyin varlığını itiraf etmektedir. Ancak, bu 'medeniyetler çatışması' konsepti dahi, küreselleşme adına ve "Dünya tek bir köydür." sloganıyla yapılan ekonomik yağmaların gizlenmesi için bir maske veya örtü olarak kullanılmaktadır. Onlar, çatışmanın ekonomik değil kültürel olduğunu söylüyorlar. Biz dili severiz; biz İslam'la Budizm'le ve Konfiçyüsçülük'le bağlantısı olan gelenek ve kültür toplumlarıyız; medeniyet toplumlarıyız. Onlar ise ekonomi, ticaret ve sanayie egemen olmak için bizi kültürler/medeniyetler çatışması ile meşgul etmek istemektedirler. Sonuç olarak, Batı, medeniyetler çatışmasını gerçek çatışmayı gizlemek için maske olarak kullanmaktadır. Onun için, biz Huntington'u şerhetmek (açıklamak) için uğraşmamalıyız. Batı'nın yazdığı bir metni bizim şerhetmekle uğraşmamız akıl kârı değildir. Huntington, "medeniyetler çartışması" diyor; biz onun şerhiyle uğraşıyoruz. Fukuyama, "tarihin sonu" diyor; biz onu şerhetmekle uğraşıyoruz. Batılılar "uygar toplum" diyorlar, biz onu şerh ediyoruz; "insan hakları" diyorlar, biz bu defa da onu şerhetmekle uğraşıyoruz. Niye biz kendimiz için kendi metnimizi yazmıyoruz! Bırakın, Batılılar bizim metnimizi şerhetmekle uğraşsın. Millî devlet, vatanın bağımsızlığı, karşılıklı güven, bölgesel yardımlaşma; işte bizim kavramlarımız bunlardır. Ancak, biz kendi kavramlarımız konusunda hâlâ aşağılık kompleksi içindeyiz. Hepimiz elimizde kendi metnimiz ,olmaksızın konuşuyor, Batı'ya ait metinleri şerhetmek için uğraşıyoruz.

Kırbaşoğlu: Sovyetler Birliği'nin ve sosyalizmin çöküşünden sonra, `İslami sol' projenizi şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazı görüşlerinizi gözden geçirme ihtiyacı hissediyor musunuz?

Hanefî: İslami sol projesi, dünyada yaşanan bütün değişimlere rağmen, gerek çok kutuplu gerekse tek kutuplu dünyada geçerliliğini koruyan bir projedir. Çok kutuplu dönemde İslam âleminde çekişmeler ve gerilimler söz konusu idi. Bazıları SSCB'ye, Doğu'ya yönelmek istiyor; onun bize bağımsızlık mücadelesinde ve büyük barajların inşası ve sanayiin geliştirilmesi gibi konularda yardım ettiğini, silah yardımında bulunduğunu; Batı'nın ise sömürgecilikten başka bir şey yapmadığını söylüyordu. Sonuç olarak, "Ne Doğu ne Batı!" diyerek, ikisinin arasını bulmak gerekir. İslami sol konusunda söyleyegeldiğimiz şeyler, toplumların iç meselelerine yöneliktir. Uluslararası düzeyde çok kutupluluk sona ermiş olsa da, İslam toplumlarında hâlâ çok kutupluluk hakimdir. Bütün İslam devletlerinde çok kutupluluk söz konusudur.

Laiklerle selefiler, akılcı ıslahcılarla muhafazakâr gelenekçiler arasında -İran'da olduğu gibi- bir kutuplaşma mevcuttur. İslami sol ise, iki grup arasında çekişmeye, mücadeleye, dışlamaya, -Cezayir'de selefilerle laikler arasında olduğu gibi- savaşmaya değil, diyaloğa çağrı yapmaya devam etmektedir. İslami sol, çağa dahil olmak demektir. Bağımsızlık, hürriyet, vatandaşların baskılardan kurtulması, toplumsal adalet, ümmetin birliği, kitlelerin bağımsızlık için harekete geçirilmesi, sürdürülebilir bağımsız bir kalkınma, kimliklerin savunulması vs.; bütün bunlar, temel meselelerdir. Bunlar, çözümü, kendi kültürümüz ve imkanlarımız dahilinde olan meselelerdir; ictihad ve akılcılık -Mutezilenin akılcılığı gibi- yoluyla ele alınması gereken meselelerdir. Mâlikilerde olduğu gibi, 'kamu yararı' ilkesine dayanarak, keza İslâmî yasamanın kaynaklarından biri olan-'ictihad'a dayanarak, yani sahip olduğumuz bütün kültürel birikimimize dayanarak ve kültürel devamlılık içerisinde değişerek ele alınmalıdır bu meseleler... Mesela Türkiye, tarihsel birikimi ile ilişkilerini kopararak değişim geçirdi. Japonya ve Kore ise, değişimi, eski ile yeniyi bir arada muhafaza ederek -eskiyi özel hayatında, yeniyi ise toplumsal hayatında muhafaza ederek gerçekleştirdi. Biz, kültürel devamlılık içerisinde değişimden yanayız; ta ki, tarihin içinde kimliğimizi koruyabilelim. Kültürümüz güçlüdür; İslam güçlüdür, yeterlidir. İslam, ictihadı, yasama kaynaklarından biri saymıştır. O hâlde, ictihad edebilmek için neden yabancı kaynaklara başvuralım! Şayet ilim, akıl, hürriyet ve demokrasiye muhtaçsam, niye yabancı kaynaklara gideyim. Bunlar, farklı formülasyonlarla da olsa, muhtemelen diğer hiçbir kültürde olmadığı kadar bizim kadim kültürümüzdevardır. O hâlde, İslami sol projesi, çok kutupluluğun sona ermesinden sonra dahi, İslam ülkeleri dahilinde millî birliği gerçekleştirecek bir projedir; kültürel diyalog ve çoğulculuğu gerçek-
leştirecek bir projedir.

Kırbaşoğlu: Bütün bu söyledikleriniz hemen herkesin bu konuda size katılabileceği görüşleri yansıtmaktadır. Buna rağmen, sizin, projenize bilhassa 'sol' ismini vermenizin altında yatan sebep nedir?

Hanefi: Önce şunu belirteyim ki, benim projemin adı 'İslami sol' (el-Yesâru'l-islâmi) değil, "gelenek ve yenilenme"dir (et-Turâs ve't-tecdîd). İslami sol ise, genele hitap eden ulusal ve siyasal bir kürsüdür. Mesela Hürriyet, Cumhuriyet, Demokrasi, Ulus, İstiklal vs. gibi isimler taşıyan gazeteler vardır. Ben de Gelenek ve Yenilenme adlı bir gazete çıkarsaydım kimse ilgilenmezdi. Zira gelenek ve yenilenme, özel bir kesime hitap eder. Ben ise, İslam ümmetinin bir fakihi (hukukçusu) olarak, hem genele hem özele hitap etmek istedim. Ben gazeteye İslami Sol adını verdim; çünkü mesela Afgânî el-Urvetu'l-vüskâ'yı yayımlamıştır; Hasan el-Bennâ el-İslâm, e,s-Şihâb, en-Nezîr, elMenâr gibi yayın organlarında yazmıştır. Ben de ulusal özelliği  haiz ve aynı anda iki amacı da gerçekleştirecek olan bir isim arıyordum. Hem eskiyi hem de yeniyi tatmin edecek bir isim.

Bu, hem bu çağın hem de tarihin gereklerine uygun bir isim olmalıydı. 'Sol', toplumsal ve siyasal bir güçtür. 'İslami sol' tabirini seçtim; zira sol, statükoyu değiştirme iradesi demektir; ilerlemeci güç demektir. Bu, meselenin, toplumsal değişimin dinamikleriyle ilgili yönü.

'İslami' sıfatına gelince; projem İslamidir, zira bu proje, İslami ilkelerden hareket-eder ve İslam kültüründen yola çıkar; Karl Marx'tan, August Comte'tan, liberalizmden, demokrasiden veya ırkçılıktan değil... Bu, tıpkı bir yılanın büyüyünce derisini değiştirmesine benzer. İslam kültürü de büyüyüp geliştikçe derisini yenilemesi gerekir. Yılan, filden veya aslandan deri ödünç almaz; bilakis, değişimin doğası gereği, o kendi derisini kendisi değiştirir. Dolayısıyla, İslami sol; kadim fırkaların isimleri olan Neocâriye, Nazzâmiye, Mu'tezile veya kurucularına izafeten mezheplere verilen Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli isimleri gibi bir isimdir. Ancak, ben şahıslara tapılmasına son vermek için, kurucusunun ismini taşımayan sembolik bir isim aradım. Sonuçta, toplumsal gelişimci/ilerlemeci güçleri sembolize ettiği- için 'sol' ismini; metod, kültür vs; konusunda İslam'dan hareket edildiğini gösteren bir sembol olduğu için de 'İslami' sıfatını seçtim; böylelikle, liberal veya kavmiyetçi vs. toplumsal dinamiklerden kendimi ayırmak istedim.

Kırbaşoğlu: Doğru ismiyle söyleyecek olursak, 'gelenek ve yenilenme' projesinin diğer İslam ülkelerinde akisleri oldu mu?

Hanefî: Sanırım şimdilerde bu başladı. Ama İslam âleminde asıl yankı bulan, daha ziyade 'İslami sol' oldu. Ulema platformu olan 'gelenek ve yeniliğe' ğelince, insanlar Mine'l-akîde ilâ'ssevr (Akideden Devrime) adlı eserimi okuyorlar; Mine'n-nakli ilâ'l-ibdâ' (Nakilcilikten Yaratıcılığa) adlı eserimi okuyorlar. Usul-i fıkhın ve hikmet ilimlerinin yeniden inşâsı için Mine'n-nassi ilâ'l-vâki' (Nassdan Olguya), tasavvufun yeniden inşâsı için de Mine`l-fenâ ilâ'l-bekâ (Fenâdan Bekâya) projeleri üzerinde çalışıyor, yazıyorum. Tasavvufu sabır, tevekkül, verâ, haşyet ve zühd olmaktan ziyade, direniş, başkaldırı, devrim ve öfke olarak yorumlamayı düşünüyorum. Büyük projelerin sonucunu bugün göremeyebilirsiniz. Sonucunu, Allah'ın yeni nesiller bahşetmesinden sonra, gelecekte görmek mümkün olabilecektir. Türkiye'de de, diğer İslam ülkelerinde de; her yerde, İslamcılarla laikçiler, selefilerle yenilikçiler arasında kutuplaşmalar var. İslami sol ise, bunların arasını bulan üçüncü bir yoldur.


Kırbaşoğlu: Siz zaman zaman İslam dünyasında fikrî bir canlılık olduğundan bahsediyorsunuz. Ancak, meseleye, yenilikçi düşüncelerin genel halk kitlelerine nasıl mal edilebileceği açısından bakacak olursak, bu konuda neler söylerdiniz?

Hanefî: Tabii, biz despot yönetimler altında yaşıyoruz. Halk ile doğrudan ilişkiler kuramıyoruz. Biz iktidar partisine mensup değiliz, onun bir üyesi değiliz. Tam aksine, muhalefet cephesindeyiz. Biz despotluğa, tuğyana, ABD bağımlılığına, Türkiye'nin İsrail ile işbirliğine, Araplarla ve İslam âlemiyle ilişkilerini koparmasına karşıyız. Bundan dolayı, ulusal platformlar bize kapalıdır. Parti platformlarına gelince, ben partici değilim. Onlar ise partici adam isterler; laikçi ilerici olursan senin önünü açarlar; ama biz öyle değiliz. Katıksız muhafazakâr İslamcı olsan, yine önünü açarlar; fakat biz öyle de değiliz. Geriye, benim önümde iki şey kalıyor. Birincisi, üniversite; öğrencilerden, asistanlardan ve yeni araştırmacılardan çalışma grupları oluşturuyorum. Anfilerde beni binlerce insan dinliyor. Üniversitede akademik özgürlük de var. Kültürlü, elit bir çekirdek kadro oluşturuyorum. İkincisi, eserlerim; günde on, on beş saat yazıyorum. Eserlerim bilinir ve ciddi etkisi görülür hâle geldi; pek çok dile çevirildi. Kendim Fransızca, İngilizce ve Arapça yazıyorum. Malezya ve Endonezya'da da ilgi var.
Bu da bir tür platform demektir. Üçüncü bir platform ise, genel toplantı ve kongrelerdir; her ay iki defa yurt dışına çıkıyorum. Yeryüzünün en uzak bölgelerine, insanlara hitap etmek için gidiyorum. Ancak, insanlara ulaşmayı sağlayacak genel bir platformun; sivil ve partiler üstü bir kuruluşun olmayışı yüzünden, kitleler üzerindeki etkimiz zayıf kalmaktadır. Kitlelere, bazen iktidarın bazen muhalefetin yayın organları hükmetmektedir. Bizim elimizde bu imkanlar yok. Sonuçta, biz bir üniversite hocasıyız. Benim, Afgânî'nin yaptığı gibi kahvehanelerde insanlarla oturmam veya camilerde ders vermem mümkün değildir. Fakat iyi şeyler, sabır ve uzun vakit ister. Belki de temel gelişip büyüdükçe, yeni bir neslin gelmesiyle, bu fikirler seçkin bir grup çerçevesinden çıkıp kitlelere mal olabilir. Kimbilir, belki bir parti vaya siyasi bir yönetim bunlara sahiplenir. İran İslam Cumhuriyeti, bana, hiçbir kısıtlama olmaksızın bütün üniversitelerde ders verme ve herkese konuşma yapma imkanı tanıdı. Devlet başkanı Hâtemî bile benim eserlerimi okuyor, benden çok şey öğrendiğini söylüyor. Basın-yayın organlarının, iktidar veya muhalefet gazetelerinin ellerindeki imkanlara sahip olmam tabii ki mümkün değil. Ancak, nice azınlık bir grup vardır ki, Allah'ın izniyle kalabalık bir gruba galebe çalabilir (2. Bakara, 249).

Bu söyleşi Hasan Hanefi ile, "Medeniyetler Buluşması" toplantısına katılmak üzere geldiği lstanbul'da gerçekleştirilmiştir.

M. Hayri Kırbaşoğlu

mico_tasarım