Prof. Dr. Hayreddin Karaman ile Modernizm ve İslâm Dünyası Üzerine... 
 ALTINOLUK - Mart 1998
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 “İslâm Dünyasını Cin Çarptı”

        Herkes kendine göre bir meşrulaştırma mekanizması kullanmıştır. Kimisi ‘Ben şu anda çoluk çocuğumla oturuyorsam Allah’ın rızası budur’ demiştir. Kimisi şu yazdıklarımda, kimisi şu dinlediğim musikidedir demiştir. Gidip piknik yapıyorsa ‘nefsin de üzerimizde hakkı var’ diye hadisi şerife dayanmıştır. Hâsılı ihmal edilen alana sıra gelmeden ömürler geçmiştir. 

        
– Efendim her sene olduğu gibi bu sene de Ramazan’da yoğunlaşan bir takım tartışmalar oldu. Hâlâ da uzantıları devam ediyor. Bunun fikri temellerine, gayelerine ulaşalım diye bir sayı hazırlıyoruz. Bu çerçevede belki modernist çizgi gündeme gelmeli diye düşündük. İsterseniz modernist çizginin tanımlamasını yaparak başlayalım...

        Hayreddin KARAMAN: İnşaallah. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ben de önce sorunuzdaki mukaddimeye temas etmek isterim. Türkiye’de şimdilerde meşhur olan tanımla “28 Şubat Süreci”nde ya da sizin belirttiğiniz gibi son zamanlarda cereyan eden din odaklı tartışmaların temelinde modernizm veya modernist çizgi gibi nisbi olarak haysiyetli bir konumun olduğunu kabul edemiyorum. Tartışmalara modernist çizginin dinleştirilmiş bir kopyası, yozlaştırılmış bir şekli ve bir taklidinin temel teşkil ettiğini düşünüyorum. Çünkü modernizmin temelinde bir felsefe, bir dünya görüşü bir hayat tarzı vardır. Temelinde düşünceyle ulaşılmış bir sonuç veya tercih vardır. Bunu benimsemeyiz ama saygı gösteririz. Eğer katılmıyorsak onu düşünce ile karşılarız. 
        Fakat Türkiye’de modernist çizgi Cumhuriyetin kurucusu ile aynılaştırılmış, Mustafa Kemal Atatürk’ün zamanında modernist çizgi neyi ifade ediyorsa bu, amentüleştirilmiş, ilmihalleştirilmiş bunu aşma -dikkat buyurursanız çiğneme değil aşma- ihlâl olarak kabul edilmiş durumdadır. Hem de hangi noktada aşma? Meselâ o zatın ulaşmayı hedeflediği modernizmin beşiğini yani Batı’yı aşma. Batı’daki insanın mutluluğu, dünya görüşü, insan hak ve hürriyetleri, demokrasi gibi yükselen değerler etrafında cereyan eden tartışma ve gelişmeleri nazarı itibâra alarak kullanıyorum aşma tabirini. Bu istikamette aşma bile sözkonusu olsa bu ihlâl, yozlaştırma olarak, irtica olarak kabul ediliyor ve irticaa irtica çağrısıyla mukabele ediliyor. Yani bu, irtica kabul ediliyor ve geriye dönüş çağrısı yapılıyor demek istiyorum. İrticaa irtica ile mukabele ediliyordan maksadım da bu. Geriye dönüş çağrısında kasıt nereye dönüş? 1920’lere...

    – O zamanlarda getirileni de aşamıyorsunuz. Yani orada kalacaksınız...
    Karaman: Aşamıyorsunuz. En çok 30’lara kadar geliyorsunuz. Çünkü İsmet Paşa dönemini bile bir yozlaşma, çizgiden sapma kabul eden pek çok insan var o camia içerisinde. 

    – Aslında biz de Türkiye’de yaşananları yani yozlaşma çizgisinin modernizmden nerelerde koptuğunu ve nerelere geldiğini konuşmak istiyoruz ama aslî anlamda modernist çizgi düşünce planında neler getiriyor önce bunu bir değerlendirelim.
    Karaman: Benim algılayışıma, benim tesbitime, benim bilgilerime göre modernizmin, (çağdaş batı dünya görüşü - hayat tarzı) temelinde rönesans, reform ve aydınlanma dönemleri, büyük değişim ve dönüşümleriyle fikir hareketleri yatıyor. Bu değişim ve dönüşümün omurgası, esası nedir diyecek olursanız insan aklının her türlü baskı, esaret, kayıt ve sınırdan kurtarılmasıdır diye cevap verebilirim. O fikriyatın temelinde insanın kendine yeterliliği vardır. Buradan hareket edilir. Siz insanın üzerinden beşer üstü, insan dışı yüklendirmeleri kaldırırsanız insan kendi kendine doğru yolu bulur, mutluluğu yakalar.
Ortaçağda insan düşüncesi, sonraları ortaya çıkan terimle insan hak ve hürriyetleri üzerinde en büyük baskı kilise ve din adamları tarafından icra ediliyordu. Bu sebeple reform, kilise otoritesine karşı bir başkaldırıdır. Aydınlanma dönemi de, burjuvazi devrimi de, Büyük Fransız ihtilali de onu takip eden bütün fikir hareketleri, sosyal ve siyasal hareketlerin tamamında önemli bir cephe kilise hegemonyasını kırmaktır. O zamanların meşhur tabiri; “Din terakkiye manidir”. Demek ki din için bir “yafta” bulunmuş. İdamlıkların boynuna yazılı birşeyler asarlar; onun adına mâlumu âliniz “yafta” denir. Bir anlamda “dinin idamına” karar verilmiş -tamamen dinin ortadan kaldırılması isteğinden bahsetmiyorum- ve böyle bir yafta asılmış. Burada iri harflerle “Din terakkiye manidir“ diye yazıyor.
    Sonra ortaya Marks çıkıyor. Marks’ın felsefesi, sistematiği üzerine komünizm ideolojisi siyasal ve sosyal temsile kavuşuyor. Bu sefer dinin idamına karar veriliyor ama yaftanın yazısı değişiyor. Yaftada “Din yoksulların (palikarya) afyonudur” yazıyor. Din aşağı sınıfların, sömürülenlerin afyonudur, o halde din bir sömürü aracıdır, deniyor.
Dikkat buyurulursa Batı’nın doğusunda ve batısında belli bir dönemden itibaren dine karşı yaftalar farklı da olsa bir cephe alınmış. Dinin insanlık için zararlı olduğuna kanaat getirilmiş. İnsan aklı serbest kalmış, kilisenin baskısından kurtulmuş ve insan düşünce, bilgi üretmiş bunları hayata -işe, alete, üretime- uygulamış, teknoloji doğmuş, arkasından sanayi inkılabı, endüstri devrimi dediğimiz dönüşüm yaşanmış. Endüstri devrimi sadece teknolojinin hayata uygulanmasıyla kalmamış aynı zamanda sosyal hayatı da çok derinden etkilemiş. Devrim kentleşmeyi, kentleşme kendi kültür ve medeniyetini getirmiş, hakikaten dünyada geçmiş asırlarla mukayese edilemeyecek bir değişim yaşanmış. İşte bu dönüşümün adı benim nâçiz kanaatime göre modernizmdir. O günden bugüne bu çizgi takip ediliyor, kendi istikametinde gelişiyor.
Çok kısa olarak şuna da temas edeyim: 17. asırdan 20. asra kadar aklın, bilimin putlaştırılması ve onun tapıcılarının bu iki kaynağa toz kondurmamalarına rağmen 20. asırda insanoğlu aklın, bilimin ve teknolojinin insanlığa getirdiğini sorgulama ihtiiyacı hissetmiş. Konumuz o olmadığı için bunun sebeplerine fazla girmiyoruz ama en azından iki Dünya harbi yaşanmış. Ve harpler dinden çıkmamış. Bu savaşlar endüstri devriminin getirdiği ahlaktan ve hümanizmadan -bütün bunlara rağmen de diyebilirsiniz- çıkmış. Meselâ komünizm 60 milyon insanın, 1. ve 2. Dünya harbi şu kadar insanın hayatına malolmuş.
Bunları gören yine bir kısım batılı mütefekkirler aydınlanmayı takip eden çağdaşlığın, modernizmin, rasyonalizmin, pozitivizmin, akılcılığın, bilimciliğin insanlığa ne getirip ne götürdüğünü sorgulama ihtiyacı hissetmişler. Bu sorgulamadan da “postmodernizm” dediğimiz bir başka akım doğmuş. 

    – İslâm dünyasına modernizmin yansıması nasıl olmuş? En azından düşünce alanında islâmî ilimlere, islâmî bakışa, anlayışa yansıması nasıl olmuş? Yani islâmî dünyada modernist çizginin oluşumu hangi çerçevededir?
    Karaman: Modernizmin İslâm dünyasını etkileyişi ve etkileyişin çeşitleri hakkında çeşitli değerlendirmeler var. Çünkü İslâm dünyasında modernizm bütün münevverleri, halkı, yöneticileri aynı derecede etkilememiş. O zamana kadar islam dünyası kültür ve medeniyet dağıtan, karanlıkları aydınlatan bir kaynak iken yoksullaşmış kendisi karanlık içinde kalmış, ya da kaldığını zannetmiş ve başka ışıklar aramış, neden? Önce neden etkilenmiş bir değerlendirelim.
Bunun nedenine eğilirken onu da öncesiyle değerlendirmek gerekir. İslâm dünyası dünyaya medeniyetinin ışığını yayarken kaynağını nereden alıyordu? Rahmetli Cemil Meriç’in tabiriyle “Işık doğudan mı batıdan mı geliyor”du.
Bu ışık, Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle “nur”, Allah’ın yaktığı bir nurdu. İslâm dı, Kuran’dı, Rasûlullah’dı. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlü için “sîrac-ı münîr” tabirini, kitabı için ise “hüden ve nur” tabirlerini kullanıyor ki bunlar rehber, ışık, nur anlamlarına gelir.
Mecazen değil hakikaten kitabın kendisini tanımlayışından da hareket ettiğimizde ışığın kaynağı İslâm’dı, Kitabullah’dı. Lakin Kitabullah kendi kendine elbise, kendi kendine silâh, kendi kendine insan olmuyor. Siz Kitabullah’ı Rasûlullah’ın örnekliğinde almak, yorumlamak ve hayata uygulamak durumundasınız. Bunu yaparsanız Kitabullah size nur oluyor. Bunu yapmazsanız olmuyor bu bir. İkincisi yanlış yaparsanız da olmuyor. Doğru anlamak gerekiyor. O halde kitapla insan, toplum, medeniyet arasına anlama engeli giriyor.
    Benim edindiğim bilgilere göre müslümanlar başlangıçta anlama ve uygulamayı doğru yapmışlardır. Müslümanların Emeviler’den itibaren ilk karşılaştıkları kültür çatışması bir yandan Hind ve İran’dan bir yandan eski Yunan’dan, Helen’den gelen fikir ve buna dayalı hayat tarzı ile olmuştur. Çeşitli sosyal ve siyasal sebeplerle de gelişmiştir. Ama bu kültür çatışmasına iyi mukabele edebilmişlerdir. İmtihanı güzel vermişlerdir. Çünkü Rasûlullah’ın önderliğinde Kur’an’ı doğru anlamaya ve doğru uygulamaya devam ediyorlardı. Çatışmadan bir duraklama veya gerileme dönemi zuhur etmedi. Bünye güçlü olduğu için karşılaştıkları hastalık âmîlini aldı, antikor oluşturdu, vücuduna yerleştirdi, zararsız hale getirdi. Ondan sonra alacağı mikroplara karşı kendisinde bir bağışıklık gelişti. “Atlattı” ama hiç etkilenmeden bu dönemi geçirdi anlamında değil, müsbet etkilenerek geçirdi.
    İşte yakın tarihin İslâm dünyası ise modernizmle karşılaştığı zaman bu imtihanı iyi veremedi. Neden bu imtihanda sınıfta kaldı? Yorumlama ve yaşama hedefinden sapmıştı, bünye zayıflamıştı. Zayıflamanın detayı, hangi alanlarda nasıl tezahür ediyordu, bunlar tarihte okunabilir.
    Zayıf olduğundan ayakta durabilmek için vücudun dışında dayanak aradı. Hele bu çatışma sadece medeniyet çatışması değil menfaatler çatışması olarak da tezahür edince kendi varlığını korumak için içgüdesel olarak güçlüye yöneldi. Böyle bir zaaf içindeydi. Sonrasının da uzun hikayesini şöyle özetlemek istiyorum:
İslâm dünyası; “Bu güçlü dünya nasıl güçlendi, onu güçlendiren âmilleri, geçmişini ve güçlenme seyrini öğreneyim, kendi dinamiklerimi güçlenmek için kullanayım” noktasından hareket etmedi. Güçlüde görülen âlametleri, sonuçları (silâh, kılık-kıyafet, ulaşım araçları gibi) almaya yöneldi. Araç alışverişiyle başlayan ilişkiden fikir alışverişi, kurum alışverişi geldi. Tabiî bu alışverişler hep almak şeklinde tezahür etti.

   – Hocam ben de bunu sormak istiyorum. O dönemde bizde bir alış psikolojisi var. Şurada bir yükselti var onu ithal edelim gibi. Bu arada modernizmin sonuçlarını yaşayan Batı dünyasında “İslâm dünyasına şu tarz bir şeyler verelim” şeklinde çalışmalar oldu mu? O dönem sömürgeciliğin geliştiği bir dönem olduğu için maddi sömürgeciliğin yanında fikri anlamda istenilen bir ortam hasıl etme politikası da sözkonusu muydu? Meselâ müsteşrik hareketin o yönde bir çabası...
    Karaman: Ben şahsen hareketli ve hareketçi bir fakirâne adam olduğum için öncelikle kendimi sorgulamayı yeğliyorum. Herkesin vazifesi vardır. Batı güçlenmek istiyorsa, Batı’ya pazar, ucuz hammadde, kolgücü, stratejik mekanlar lazımsa bunu almak için gerekli politikaları uygulayacaktır.

    – Şu yönden soruyorum hocam. Alış psikolojinizle onların veriş politikaları tetabuk etmiş, oturmuş olabilir. Bu da alış psikolojisindeki bir zaafı ortaya koyar.
    Karaman: Doğru. Ben de sözü oraya getireceğim. Batı toplulukları sizdeki alış psikolojisini güçlendirmek için tedbirler oluşturmuştur. İçinize müsteşrikler, misyonerler göndermiştir. Mektepler açmış, bâzı bölgelerde müslüman mekteplerinden çok misyoner mektepleri olmuştur. Ama ben bu çalışmaya “Vay namussuz kafirler, bizi böyle yaptılar” demiyorum “Aferin adamlara vazifelerini iyi yapıyorlar” diyorum.
Saffat sûresinde bir âyet var: “Kötü mekr (plan, komplo) etkilemez, ancak ona lâyık olanı etkiler.” Niye biz buna ehiliz? Burayı sorgulamayı tercih ediyorum. Neden Emevi dönemindeki müslümanlar ehil olmadılar, Rasûlullah (s.a.v) efendimizin Mekke’deki bir avuç müslümanı etrafını ihâta etmiş küfr kültür ve medeniyetine esir olmadılar, hasta olmadılar da bizi etkiliyor? 
Bana bazen mecnun olmuş kişiler getiriyorlar. Biz hoca olunca hocalar aynı zamanda cincidir, üfürükçüdür zannediyorlar. Şahsen cinler nasıl kovulur bilmiyorum. Yukarıda okuduğum ayet gibi ayetlerden yola çıkarak dua etmeyi, herşeye şifa olduğuna inandığım Kuran‘ı okumayı tavsiye ediyorum. Lakin bir de şunu söylüyorum: “O senin cinlerin erkekse, gücü yetiyorsa, kendilerine güveniyorlarsa gelsinler beni etkilesinler. Ben buradayım dünyanın bütün cinlerine meydan okuyorum” diyorum. Niye bana birşey yapamıyorlar? Çünkü ben güçlüyüm. Gücümü de imanımdan ve ibadetimden alıyorum. Sen de iman et, ibadet et; sana da hiçbir şey yapamazlar. Sana bu iman ve ibadet kuvve-i maneviyye de verir. O zaman cin mikrobu -yalnız cinler mikrop demiyorum- seni etkilemez. İşte islam dünyasını cin çarptı. Siz çarpılası oldunuz da onun için çarptı. 
Hepimiz o dönem kültür alışverişiyle alâkalı manzum, mensur pek çok kitap okumuşuzdur.
“Alınız ilmini garbın, alınız sanatını
    Veriniz bir de mesainize son sür’atini” gibi Akif merhumun şiirleştirdiği... Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak gibi kitaplarda Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu’nun farklı açıdan yaklaşımları... Kültür değişmesi konusunda Mümtaz Turhan’ın “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” kitabıyla Peyami Safa’nın Doğu Batı Sentezi... Malik bin Nebi’nin düşünceleri... Yani sayınca az zannederler diye saymak istemiyorum. Bu kültür çatışmasından tez, antitez ve sentezlerden zengin bir kütüphane oluşmuş. 
Buradaki tenkit ve değerlendirmelerden hareket ederseniz üç yaklaşımı birbirinden ayırabilirsiniz: Birisi tam teslimiyetçi, diğeri tam içine kapanmış savunmacı ve muhafazakâr, bir diğeri de bunların ortasında yeralıyor. Ortada durana da ıslahatçı, tecditci diyelim. Reformcuyu teslimiyetçilerin içinde kullanmayı tercih ediyorum.
    Ortadaki erbabı tecdit bizi daha çok ilgilendiriyor. Türkiye’de Cumhuriyetten sonra birinci söylediğim tez uygulanmıştır. Yani Batı’ya teslimiyet, onu örnek alıp onun gibi olma, batılılaşma tercih edilmiştir. O günlerin sloganı “muasır mederiyet” (çağdaş uygarlık)tır ama çağdaş uygarlığın prototipi Batı uygarlığıdır. Onun için bu sloganı “batılılaşma” diye tercüme edebiliriz.
2. Mahmut’tan başlayalım, 3. Selim’den başlayalım ve 2. Meşrutiyete kadar gelelim. Buraya kadar geldiğinizde hakikaten bir ıslahattan sözedebilirsiniz. Bu dönem mütefekkirlerinden Sait Halim Paşa’nın Buhranlarımız’ı alıp okuyun. Buhranlarımız mensuru, Safahat bunun manzumudur. Adeta, o kadar örtüşürler. Buralarda bir sentezden, alışverişten sözedildiğini görürsünüz. Yani “Batı’dan bir şeyler alınmalıdır” derler. Henüz “Batı’ya birşey verilmelidir” diyemezler. Çünkü aşağılık duygusu vardır. Kendilerine güven azdır. Ama daha çok şunları alalım, şunları da kendimizde muhafaza edelim, derler. Bu liste üç aşağı beş yukarı değişiyor. Yine de ben bu ortadaki çizgiye sağlıklı diye bakıyorum ama “o gün için.” Bugünden oraya bakıp onları mahkum eden radikal kardeşlerimiz var ama orayı geçersek o çizgiyi sağlıklı bir çizgi olarak değerlendiriyorum. Biz biraz da o mesailerin bereketiyle bugünlere geldik.

   – Yani Akif günleri yapa yapa...
    Karaman: Akif’i, Peyami Safa’yı okuya okuya, Sırat-ı Müstakim erbabını okuya okuya. İslâm dünyasında Abdülhamid bin Bâdis’ten Muhammed Tahir bin Aşur’dan tutun İkbal’e (Şah Veliyyullah biraz geride kalıyor) kadar birçok müceddit mütefekkiri okuyarak geldik. Sonra Batıyı da iyi görerek, öğrenerek, batının “marifetlerini” yani modernizmin insanlığa getirdiği ve götürdüklerini yüz sene önceki ecdadımızdan daha iyi görerek biz farklı bir noktaya gelmiş olabiliriz. Biz (derken bir kısım münevver müslüman demek istiyorum) Batıyı daha sağlıklı değerlendiriyor olabiliriz. Batıdan alacağımızdan oraya vereceğimizin daha çok olduğunu, hem de kendimize güvene güvene söylüyor olabiliriz.
    Hatta almaktan çok kendi dinamiklerimizi harekete geçirerek insanlığa aradıkları fakat bulamadıkları bir medeniyeti sunmaktan söz edebiliriz. Bu biraz büyük bir iddiadır. O kadar güçlü müyüz bilemiyorum ama -insanların himmeti dağları devirirmiş- böyle bir himmet, hedef, ufuk üzerinde olmayı da güzel görüyorum. Ham hayal değil. İşte bu geldiğimiz noktadan yüz sene öncesine bakıp da tu-kaka demeyi de uygun bulmuyorum.
    Sohbetin başında dedim ki; Cumhuriyet Türkiye’sinde Batı uygarlığının belli bir çizgisi Cumhuriyetin kurucusu veya kurucuları tarafından alındığı, millete tavsiye edildiği için sonra kendilerine kemalist ismini koyan insanlar o günkü konuşmaları, fikirleri, atılımları, inkılâpları ilmihalleştirmişler, dinleştirmişler ve skolastikler gibi “O üstatlar ne demişse doğrudur, oradan sapma olursa yine oraya dönmek lâzım” yaklaşımını benimsemişler. Bunun sağlıklı olmadığını söylüyorum ama bütün islâmi kesimde olmayan Cumhuriyet aydınlarının da aynı düşündüklerini söylemiyorum. Çünkü en azından son 15 yıldan beri tezahür eden meselâ 2. Cumhuriyetçiler yahut Cedidciler var. Onlar da yeni bir sentezden sözediyorlar. Bu sentezin Batı ayağı 1923 -30 arasındaki Batı değil, çağdaş Batı’dır. Doğu ayağı da bizim öz kültürümüzdür. Orada İslâm çok vurgulanmıyor ama öz kültürümüze dayanan bir sentezden bahsediliyor. Öyleyse Cumhuriyet aydınlarının tamamı da aynı çizgide değil.
Bir de şimdi “İslâmcı” denilen bence müslüman münevver kesim, İslâm’ı hem hayatında hem tefekküründe rehber edinenler vardır. O kesimin de hangi çizgiye geldiğini biraz önce arzetmiş oldum.

    – Mehmet Akif, İkbâl gibi o dönemin müslüman mütefekkirleri dertli insanları bir özeleştiri de yapıyorlar. Yani İslâm’ın kendi düşünce akımı içerisinde duraklama, kendini yenileyememe problemini ortaya koyuyorlar. Fakat bunlar gene çözümü İslâm’da buluyorlar. Kemalist çizginin de dinle bir ilişkisi var. Hatta “Kemalizm bir din reformudur” deniliyor. O da dine yönelik bir sorgulama geliştiriyor. Akif’lerin çizgisi ile Kemalist çizgi arasındaki dine yaklaşım açısından önemli bir fark var. İksinde de dine yönelik sorgulama var ama bu farkı isterseniz tebellür ettirelim. Çünkü onun uzantısı bugünlere geliyor. 28 Şubat sürecinde yaşadığımız olaylar içerisinde onların yansımaları var zannediyorum.
    Karaman: Yansımaları var. Aynen devam edeni var, biraz değiştirilmiş olanı var. Daha evvel Batı’nın doğusu ve Batı’nın batısına ait yaftalardan bahsetmiştim. Bu yaftalardan biri “Din terakkiye manidir” yaftası, diğeri de “Din yoksulların afyonudur” yaftasıydı. Cumhuriyet Türkiyesinde bunların her ikisini de devam ettiren okumuşlar olmuş. Fakat 28 Şubat sürecinden itibaren ortaya konanı gözönüne alırsak onlar bu iki yaftadan birisini kullanmıyorlar. Üçüncü bir yafta veya bir yaftanın ta’dil edilmiş şekliyle şöyle söylüyorlar: “Şu şekilde İslâm terakkiye manidir ve böyle olmayan bir İslâm’a müsâmaha edilebilir. Biz bile böyle müslümanız” diyorlar

    – Cumhuriyetin çizgisi de bu değil mi?
    Karaman: Evet tabiî. Mutlak olarak din terakkiye manidir, o halde dini atalım, böyle demiyorlar. Din afyondur, insanları uyuşturulmaktan kurtaralım, dini kaldıralım da demiyorlar. Ya sahabeden günümüze kadar gelen klasik, geleneksel İslâm yanlış anlaşılmış, uygulanmış bir İslâmdır. Şimdi biz bugünkü tefekkürün ve bilimin bize kazandırdığı imkânlar açısından Kur’an’a bakarak, gerekirse Rasûlü de dışlayarak -çünkü o belli bir coğrafyanın, kültürün, tarihin insanıdır, onun örnekliği bizim için geçerli değildir- Kur’an’ı esas alır onu da yorumlarsak- bu yorumlama işi de meselâ Şemseddin Günaltay’a göre Mekke âyetlerini alıp Medine ayetlerini almamak gibi olabilir veya şimdikilerin tarihî olan ayetlerle olmayan ayetler ayrımı gibi olabilir- bu iş olur diyorlar.
Ama sonuçta klasik olmayan bir metodoloji ile, bir anlama ve yorumlama metodu ile Kur’an’a baktığımızda biz İslâm’ı doğru anlayabiliriz, diyorlar.

    – Hocam afedersiniz, sözünüzü kesiyorum ama sanıyorum burada iki irade var; birisi hâkim siyasi irade ama bu siyasi irade yetmiyor buna, ilim adamı iradesinin katkısı gerekiyor. Cumhuriyet döneminde bu iki irade birbirini hep aramış. Dönemimizde de istekler ilim adamlarına söyletilmeye çalışılıyor diyebilir miyiz?
    Karaman: Tabiî. Din kullanışlı birşeydir. Kitleleri etkilemek için dine denk bir araç bulamazsınız. Eğer akıllı bir yönetici iseniz işinizi dinle çatışmadan halledebilmelisiniz. Aslında dinle çatışıyorsanız, insanları götürmek istediğiniz yer dinin insanları götürmek istediği yerin tersi ise bu çatışmayı görüntüde çatışma olarak tanımlarsınız ve hakikatte çatışmanın olmadığını insanlara ispat etmek için yeni bir yorumlama metodolojisi geliştirirsiniz. Bu çatışma görüntüsünü ortadan kaldırmak hayatınızı dine değil dini hayatınıza uydurmak için politikacı iradesi yetmez; aynı zamanda dini otoriteyi kullanmanız gerekir. Zaten tarih boyunca da böyle olmuştur. Bir zamanlar Hilafet saltanata dönüşmüş, saltanat sisteminin yerleştirilmesi için de ulema kullanılmıştır. Onlar da saltanatın meşruiyyetini ispat etmek için epey kağıt kalem harcayıp nefes tüketmişlerdir. Bu çok tabiîdir. İslâm dünyasında her yerde böyle oluyor. 
    Uluslararası politikada da bu böyledir. Malum-u âliniz Yeni Dünya Düzeni’nde çağdaş uygarlığın potansiyel hatta aktüel düşmanı ilân edilmiştir bir nevi İslâm. Köktenci, temelci, fundemental İslâm dedikleri İslâm. Bu ilânla İslâm’ı ikiye ayırıyorlar, onun üzerine yeni düzenin patronları İslâm dünyasında kendilerinin işine gelen İslam’ı gerçek İslâm, kendilerinin işine gelmeyen İslâm’ı yanlış İslâm olarak takdim etmek istiyorlar. Bir kısım cahillerin, mutaasıpların, din istismarcılarının, samimi olmayanların, kasten Kur’an’ı, Sünneti, sîreti saptırarak ortaya koydukları İslâm’ı İslâm olarak takdim etmekte insanları buna inandırmak için de bir çok tedbire girişmişlerdir. Uluslararası politikada böyledir, ulusal politikada da böyledir.

    – Bu sohbet 28 Şubat’ın da yıldönümüne yaklaşıyor. Genelde İslâm dünyasında da benzeri hadiseler yaşanıyor. Yani siyasi yönetimlerle İslâm arasında İslâm’ı biçimlendirmeye yönelik bir ilişki var. Buna sizin de buyurduğunuz gibi uyum sağlayan fetva makamları var. Bunu resmi anlamda söylemiyorum. Sivil anlamda fetva makamları var. “Nereye gidiyor İslâm Dünyası, nerede durulacak ?” gibi bir soruyla bitirelim.
    Karaman: Bünyemiz sağlamsa bu gelişmelerden daha sağlam çıkarız. Bizim için bir idman olur. O halde bünyemiz sağlam mı diye sormamız lâzım. Bünyemiz sağlam değilse nasıl sağlamlaştırılabilir diye düşünmemiz gerekir.
Karşımıza ya samimi, ya istismarcı ya da angaje, satılmış olarak bir takım insanlar çıkıyor. Fetvalar veriyorlar. Yeni birtakım yorumlar ileri sürüyorlar. Geçmişi sorguluyorlar, geleneği kısmen veya küll halinde silip ortadan kaldırıyorlar. Bize göre veya birilerine göre yanlış işler yapıyorlar. Ortayolculara, ehli sünnete, sahih İslâm mensuplarına, bunun ulemasına, halkına göre yanlış şeyler yapıyorlar. E bunların varlığını ortadan kaldıralım mı? Hayır. Bunların ağızlarını dikelim mi? Hayır. Çünkü Kur’an-ı Kerim, Resulullah efendimiz, Hulefa-i Raşidin bunların ağzını dikmemiş. Bu muhalif sesler diyebilirim ki Hulefa-i Raşidin devrinden, özellikle Hz. Osman zamanından itibaren giderek çoğalmış ve devam etmiş. Yani bugün karşımıza çıkmış değiller.
Felsefe, kelam ve tasavvuf okulları var. Bu üç okulun da içinde -bu kelimeyi kendi adıma kullanıyorum- sapık çizgiler var. Tasavvuf okulunda yetişip sapanlar var. Kelam ve felsefe sahasında çalışıp sapanlar var. Bu eskiden beri olmuş. Ayrıca bu çıkışlar İslâm’a zenginlik getirmiş. Ulemayı o alanlarda düşünmeye sevketmiş. Kur’an’ın yeniden okunup bu fikirleri de nazar-ı itabara alarak yeniden tefsirine vesile olmuş. Hadisler yeni baştan okunup şerhedilmiş. Müteahhirin, hayattan marifete dönüşen sahih tasavvuf, fıkıh, fıkıh usülü, kelam işte böyle doğmuş. Mesela İslâm felsefesinin İbn-i Rüşd çizgisinde gelişmesi gibi. Bunlar bizler için zenginlik ve kazanım olmuştur.
    Onun için ben hep kendimize yönelmek gerektiğini düşünüyorum. Çok büyük ihmallerimiz var. İslâm alemini bırakalım. Neden? Çünkü her yere koşamıyoruz. Kuran’ın da emrine göre önce ailenden başlayacaksın işe. Sonra konu komşundan, akrabandan, uzağına doğru gideceksin. Biz Türkiye’de yaşıyoruz. Türkiye’de yaşarken bizim ihmallerimiz, kusurlarımız var mı? Bana göre var. Hangi alanda var?
    Israrla iki kelimenin altını çiziyorum; “örgütlenme” ve “eğitim” -sivil anlamda kullanıyorum- Bu iki alanda büyük ihmallerimizin olduğunu söylüyorum.
    Bu din fahrî, hasbî olarak fedakarlıklara katlanıp eline demir asa alıp, ayağına demir çarık giyip birebir insanlarla meşgul olanlar tarafından tebliğ edilmiş ve yayılmıştır. Buna, hepimiz biliyoruz, tarih de şahididir. Öyle elinize silah alıp gidip bir ferdi veya topluluğu İslâm’a getirdiğiniz olmaz. Savaş zaten bunun için olmaz. Savaş bu birebir temasların hürriyet içerisinde yapılabilmesi için, fikir, din ve vicdan hürriyeti alanını açmak için olur. Zulmü ortadan kaldırmak için olur. İster kafirleştirme, ister İslâmlaştırma birebir temaslarla ve eğitimle olur. Bizim bu alanda ihmalimizin olduğunu düşünüyorum. Siyasi, gayri siyasi faaliyetler Türkiye’de hep belli çerçeve içerisine hapsolunmuştur. Birbirleri ile irtibatları ya zayıf ya olumsuz olmuştur. Örgütlenmemizin zaafı budur.
    Eğitim de genel, topyekün ve İslâm adına olmak yerine özel, mevzii ve belli bir okul, hizip, cemaat adına olmuştur. Bu olmuştur da kötü olmuştur anlamında söylemiyorum. Belki kötü olanı da vardır iyi olanı da. Lakin kapalı olması mahzurludur. Bir yerel alan olacak, bir taban. Bu eğitim tabanını oluşturmak için hepimiz seferber olacağız. Bu öyle bir taban olacak ki insanlarda aynı zamanda bir miyar, bir mihenk, bir ölçüt oluşturacak. Ondan sonra dar okul, cemaat eğitimleri bu baz, temel üzerine bina edilecek. Bu temel sıhhatin, sağlıklı İslâm’ın garantisi olacak. İşte biz bu taban eğitimini vermekte büyük ihmalde bulunduk.
Bizler evimizde oturmayı, üç buçuk satır birşeyler yapmayı, yüz sene sonra lazım olur, bilimsel olanı budur diye altına elli tane kaynak yazmak için elli tane kitap açıp bol dipnotlu birşeyler yazmayı tercih etmişizdir. Bu konuşmamı okuyanlar “vay ilim karşıtı” diyebilirler. Desinler.

    – Bunları ilmi yapan birisi olarak Hayrettin Karaman’ın söylemesi önemli. Allah razı olsun.
    Karaman: Yani herkes kendine göre bir meşrulaştırma mekanizması kullanmıştır. Kimisi ‘Ben şu anda çoluk çocuğumla oturuyorsam Allah’ın rızası budur’ demiştir. Kimisi şu yazdıklarımda, kimisi şu dinlediğim musikidedir demiştir. Gidip piknik yapıyorsa ‘nefsin de üzerimizde hakkı var’ diye hadisi şerife dayanmıştır. Hâsılı ihmal edilen alana sıra gelmeden ömürler geçmiştir.
    Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama Hindistan’daki Cemaat üt Tebliğ’in zihniyeti bizde olsaydı çok şey değişirdi. Kimse eğlenmesin, ailesiyle ilgilenmesin demiyorum. Ama siz günlük hayatınızdan haftalık, yıllık hayatınızdan bölümler ayırsaydınız... Bunu Allah rızası için, imanınızın gereği olarak bir köyde, bir fakir mahalesinde, Türkiye’nin bir ucunda size muhtaç olan insanlarla birlikte geçirseydiniz biz bugün bu tartışmalardan korkmazdık. Bize güç verirdi. Oturur, hokkabaz seyreder gibi seyrederdik. Ama şimdi acaba adamlar insanımızı etkiler mi, bizde aşınma meydana getirir mi diye korkuyoruz. Niye korkuyoruz?
    Cinden kim korkar? Bu soruyla bitirmek istiyorum.

    – Hocam gazeteci gibi bir soru ilâve etmek istiyorum. Vaktiyle Hayrettin Karaman için modernist şeklinde yazılar yazıldı, kitaplara geçti v.s. Hakikaten Karaman o zaman modernistti de değişti mi, yoksa Karaman’ı tanımayanlar bir önyargıyla mı böyle değerlendirdiler?
    Karaman: Modern oldum, bu anlamda siz de modernsiniz. Fakat hiç modernist olmadım.
Kökü mazide olan âti, kökü mazide olan hal olmanın lüzumuna kanîyim. Maziden kopmayacağım ama 7. y.y. da da yaşamayacağım. İlmimle, fikriyatımla, ürünlerimle de orada yaşamayacağım. Ama oradan alacağım çok şey var. İslâm ilminin değişmezleri var. İslâm kültür ve medeniyetinin değişmezleri var. Onlar benim canım gibi değerlidir, onları koruyacağım. Fakat bir tecdit mükellefiyeti de var. Bendeniz modernizmin İslâm Dünyasını etkilemeye başladığında alem-i İslâm’da okur yazarların bundan etkilenerek ortaya koydukları gruplaşmadan bahsetmiştim. Orada bir orta çizgi vardı. Ben bu, ortanın mukallidi değil devamı olmaya çalıştım. Onu da değerlendirip aşmaya çalıştım.
   – Efendim bu sohbetin mesajları için teşekkür ediyoruz.