ropörtaj - Altınoluk
Aralık-2000

Altınoluk:
Etiyopya’ya gitme fikri nasıl oluştu?
Recep KOÇAK: 2000 yılının mart
ayında ajanslardan Etiyopya’da açlıktan topluca ölümler olduğu haberleri gelmeye
başladı. Kanal 7’nin Dış Haberler Müdürü arkadaşımız Safer Turan’ın bir
kameramanla haber yapmak için oraya gideceğini öğrenince Deniz Feneri Yardımlaşma ve
Dayanışma Derneği olarak biz de gitmeye karar verdik. Oradaki durumu araştırmak için
Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü olarak da bizi görevlendirdiler.
Etiyopya zihnimde Eritre ile yıllardır savaş halinde bir ülke olarak kalmış.
Etiyopya’da çalışkan gayretli, iyi niyetli bir Türkiye Büyükelçisi ile
karşılaştık. Murat Bilhan Bursa’lı Karacabey oğullarından gelme bir soya sahip.
Bize ülke ile ilgili bilgiler verdi. Etiyopya Afrika ülkeleri içinde stratejik önemi
olan bir ülke. Kısa bir süre öncesine kadar Kızıldenizin alt ucundaydı ve denize
açılıyordu. 93’de Eritre bağımsızlığını ilân edince Etiyopya şimdi bir kara
ülkesi oldu ve biraz boğazı sıkılmış bir duruma düştü. Denizle bağlantısını
Cibuti limanından sağlıyor, Cibuti 1.5 milyonluk bir komşu ülke. Bir de Somali
sınırları içindeki Berbera Limanın’dan bağlantılarını devam ettirebiliyor.
Etiyopya Çinliler gibi eski yazısını muhafaza edip, hâlâ kendi içinde 1292
yılını yaşayıp eski takvimini kullanıyor. Bizim açımızdan önemi ise oranın
Necaşi’nin ülkesi Habeşistan olması. Biliyorsunuz Peygamber Efendimizin etrafındaki
ilk Müslümanların ilk hicret ettikleri yerdir, Habeşistan. Necaşi Muhacire kucak
açmış, ev sahipliği yapmış ve sonra kendisi de müslüman olmuştur. Ülkenin
kuzeyinde Eritre sınırında çatışmaların olduğu ve şimdi tampon bölge olarak
kullanılan bölgede Negaş isimli bir köyde metfun. Ziyaret etmek istedik fakat ulaşmak
mümkün değildi.

Etiyopya’da dini, dili, ırkı ne olursa olsun insanlar ölüyorlardı bunun sebebini
anlamaya çalıştık. İlk görünen sebebi, Etiyopya’da yaklaşık 17 yılda bir
ülkenin güneydoğusunda kıtlık yaşanıyor. 2 yıl önce kuraklık başlayınca
Etiyopya yönetimi dünyaya çağrıda bulunmuş ama uluslarası bir destek gelmemiş.
2000 yılının başında açlıktan ölümler başlayınca dünyanın ilgisini o zaman
çekmiş. Bizim ilk gidişimiz Nisan ayındaydı.
Altınoluk: O günlerde günde kaç
kişi öldüğüne dair bilginiz var mı?
Recep KOÇAK: Etiyopya’nın Somalya
eyaletinde günde 380 ile 750 arasında ölüm vardı. Birleşmiş Milletlerin ve ülke
yönetiminin tesbitlerine göre günde ortalama 500 kişi açlıktan ölüyordu.
Etiyopya’nın 1 milyon 222 bin km2, yani Türkiye’nin iki katı kadar toprağı, 60
milyon, Türkiye’nin nüfusu kadar da nüfusu var. Felaket bölgesinde yaşayan nüfus
10 milyon civarında. Bunların önemli bir kısmı kuzeye, yağış alan bölgelere
doğru göçetmiş. Kuraklığın olduğu bölgenin tamamı geçimini hayvancılıkla
temin ediyor. Ot bitmeyince hayvan yaşamıyor ve kıtlık başlıyor. Yüzlerce
kilometrelik göç yolunda hayvanlar telef oluyor, çocuklar, yaşlılar ölüyorlar. Biz
gittiğimizde bir kısmı kuraklığın olmadığı kuzey kısmına yerleşmiş kalan
hayvanlarıyla ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Hayatta kalmış çocuklar zayıftı
ama televizyonlarda görüldüğü gibi derisi kemiğine yapışmış şekilde değildi. O
şekilde olanlar güneyde kalmış olup, göçetmeyenlerdi. Deniz Feneri ekibi olarak
ikinci gidişimizde 2 bin aileye bir ay yetecek kadar gıda yardımında bulunduk.
Aileleri 8 - 10 kişi kabul edersek insanımızın yardımı 15 - 20 bin kişiye ulaştı.
Çünkü aileler kalabalık, birden fazla evlilik ve çok çocuk var.

Altınoluk: Gıda yardımlarınızı
nereden temin ettiniz, nasıl ulaştırdınız?
Recep KOÇAK: Büyükelçimizle ve
Etiyopya yönetimiyle görüştük. Onlara sorduk; En acil ihtiyaçlar neler, nerelerden
temin edelim ve nerelere dağıtalım, diye. Hatta bizim listemiz uzundu, pirinç, şeker
gibi gıda maddeleri vardı. Yetkililer “bunlara gerek yok, bunlar buranın şartlarına
göre lüks, siz bu kalemleri azaltın daha çok kimseye ulaşın, meselâ pirinci
kaldırın, çünkü buralarda pirinç bilinmez” dediler. Onların isteğiyle o
coğrafyada yetişen “sorgum” isimli bizdeki darıya benzeyen bir maddenin çok
tüketildiğini söylediler. Biz yine de sorgum, süttozu, şeker, yağ, mısır şeklinde
5 kalem yiyecekte karar kıldık.
Altınoluk:: Etiyopya’nın oldukça
geniş bir yüzölçümü var. Kuzey bölgelerinden güneydekilere yardım yapılmıyor
mu?
Recep KOÇAK: Ülkenin genel ekonomik
durumu çok kötü. Kişi başına düşen milli gelir 110 dolar gibi çok düşük bir
rakam. Etiyopya dünyanın en fakir ülkelerinden. Diğer bölgelerde açlığa bağlı
ölüm yok fakat fakir bir halk var. Topraklarını işleyebiliyorlar fakat aletleri çok
ilkel, hatta bizdeki sabandan bile daha kötü malzemelerle bir - iki demir çumukla
çalışıyorlar. Toprakları çok verimli değil hasılı karınlarını zor
doyuruyorlar. Savaş ekonomisi de ülkeyi felç etmiş.

Felaketin yaşandığı güneydoğu bölgesinin tamamı müslüman. Etiyopya nüfusunun da
% 45’i müslüman. Bir o kadar hristiyan az sayıda da Falaşa diye bilinen siyah derili
yahudiler var. İsrail 83’lerde Falaşalardan yüzbin kadarını İsrail’e götürüp
yerleştirmişti. Etiyopya’nın 12 kişilik bakanlar kurulunun 7’si hristiyan 5’i
müslüman. En dikkat çekici olan çeşitli dinlerden insanlar burada çok barışık
yaşıyorlar bir din çatışması yok. Birbirlerinin bayramlarını tebrik ediyorlar.
Altınoluk: 10 Kasımda Etiyopya’ya
tekrar gidiyorsunuz. Neleri hedef alıyorsunuz?
Recep KOÇAK: İkinci gidişimizde
toplam 193 ton gibi cüzi bir miktar dağıtabilmiştik. Bizimki bir provaydı, bir
gönül dayanışmasıydı. Çünkü bölgenin acilen 100 bin ton erzaka ihtiyacı olduğu
tesbit edilmiş. Üçüncü ve bu gidişimizde hedefimiz 1 milyon dolar nakit toplayıp
erzak almaktı. Hamdolsun 1 milyon dolara yaklaştık. Şimdi bu meblağ ilgili devlet
bakanının izniyle ve banka vasıtasıyla biz gidinceye kadar Etiyopya’daki
büyükelçilik hesabına ulaşmış olacak. Biz de diğer bölgelere mesela ihtiyacın
had safhada olduğu güneydoğu bölgesine de yardımları ulaştıracağız inşaallah.
İkinci gidişimizde ölümlerin günde 90’a kadar düştüğü söyleniyordu. Ümid
ederiz ki bu gidişimizde ölümlerin çok daha aşağı düştüğünü görebilelim.
Zaten son aylarda bölge yavaş yavaş yağış almaya başladı. Ama bu yağışların
faydası 1 yıl sonra olabilecek.
Altınoluk: Yardımı
ulaştırdığınızda nelerle karşılaşıyordunuz?
Recep KOÇAK: Müthiş seviniyorlar.
Gözlerinden okuyorsunuz bunu. Çok mûnis insanlar, şurada otur dediğiniz yerde
saatlerce oturuyorlar, erzak alımında hepsi sıraya geçiyorlar kavga gürültü olmadan
erzakını alan çekiliyor.
Gençlerden birisiyle sohbet ederken bize şunları söyledi; Terkettiğimiz bölgede
bizim medresevarî Îslamî ilimlerin okutulduğu 500 talebesi olan bir müessesemiz
vardı. Şimdi bu dağlarda oradan bazı arkadaşlarla beraberiz. Dün kendi aramızda
şöyle konuşmuştuk; “Biz bir felaket, olağanüstü bir dönem yaşıyoruz. Hadi
insanlığı bir tarafa bırakalım ama müslümanlar nerede, bizim burada bu durumda
olduğumuzu bilmiyorlar mı? Ertesi gün sizler geldiniz. Sizin getirdiklerinizden daha
önemlisi Türkiye’den kardeşlerimizin bizi düşünmüş olmasıdır” diye
hissiyatını anlattı.
Altınoluk: Türkiye’yi tanıyorlar
mı?
Recep KOÇAK: Eğitim seviyesi çok
düşük. Ama eğitimli olanlar Türkleri tanıyorlar. Osmanlıya karşı da büyük
sevgileri var. Meselâ Harrar diye şehir var. Osmanlı’dan tüccar olarak veya tebliğ
için gelip oraya yerleşenler olmuş. Harrar halkının çoğu siyah derili olmalarına
rağmen kendilerini Osmanlı torunları olarak takdim ediyorlar. Harrar vilayeti valiliğe
birçok büyükelçiyi bir toplantı için çağırmışlar. Bizim büyükelçimizin
anlattığına göre, toplantı masasında diğer sandayelerin yanına oturaklı bir
koltuk koymuşlar ve büyükelçimizin oturmasını istemişler. Büyükelçimiz böyle
bir koltuğa oturmak istemeyeceğini söylemesi üzerine sizin bizim gönlümüzde apayrı
bir yeriniz var sizin yeriniz orasıdır diyerek zorla oturtmuşlar.
Altınoluk: Sizi etkileyen şeyler
olmuştur herhalde
Recep KOÇAK: Halk’da bir beyaz
korkusu var. Bir şehirlerarası yolda mola vermiştik. Hayvanlarını otlatan 10 - 12
yaşındaki bir çocuğu kendisine birşeyler vermek için çağırdık. Çocuk ağlayarak
bizden kaçtı. Sonra beyazlara güvenememe veya korkma halinin halkın bir kısmında
olduğunu öğrendik. Bir keresinde de tipik Afrika evlerinden oluşan bir köyde
oturuyoruz. Üzerimde kısa kollu bir gömlek var. Birkaç çocuk yanımıza geldi bize
bakıyorlar, içlerinden birisi korkarak yaklaştı, benim tebessüm ettiğimi görünce
parmaklarını koluma dokundurdu, inceledi ve gitti. Zannediyorum ilk defa bir beyaza
dokunuyordu.
Kamışlardan yapılmış o evlerin dekorunu tasvir etmek istiyorum size. O kübik
küçücük evlerde 10 - 12 insan yaşıyor. O kulübelerde bırakın o kadar insanı 5
çocuk bile yanyana yatsa yer kalmaz. İçinde bir-iki post ve birkaç tencereden başka
hiçbir eşya yok. Nasıl yaşıyorlar, nasıl yatıp kalkıyorlar, nasıl yemek yiyorlar,
nasıl temizleniyorlar anlamak mümkün değil. Bu insanların üzerlerindeki elbiselerden
başka dünyaya dair birşeyleri yok. Dağıtım yaptığımız yerlerin tamamı
müslüman. Kadınların tamamının başları örtülü. Bir elbiseleri var,
üzerlerindeki o elbiseyi değiştirme imkanları yok. Hayatlarını o elbiselerle devam
ettirmeye mecburlar. Elbiselerinin renkleri de çok çeşitli olduğu için ortaya
rengarenk bir tablo çıkıyor. Fakat dikkatimi çeken birşey aşağı yukarı hepsinin
yüzünde hüzünlü, ürkek ama sıcak bir gülümseme var. Bir müslüman temizliği,
saffeti, munisliği var. Sağda solda abdest alan insanlar görüyorsunuz.
Müslümanların geneli Şafiî Mezhebindenler. Türkiye’deki hayat standardından gidip
oradakilerin yaşantısını anlamanın mümkün olmadığı kanaatine vardım.
Ciddi anlamda su sıkıntıları da var. Çamur gibi suları içen insanlar gördük
orada. İnşallah bu gidişimizde bazı yerlere kuyu açtırma projemizi devreye
sokacağız. Yönetim bize kuyu açtırmak için göstereceği yerin çalışmasını
yapıyor. Oraya öyle kalıcı bir hizmet te bırakabileceğiz. Gittiğimizde bize uyarı
olarak “burada dünya üzerinde bulunan bütün hastalıklar mevcut, çoğunun da
kaynağı burasıdır, ona göre dikkatli olun, kaldığınız otelin şehir suyuyla bile
dişleriniz’i fırçalamayın” dediler. 5 - 6 çeşit aşı yaptırdık. Oradakilerin
vücutları bazı hastalıklara bağışıklık kazanmış ama dışarıdan gelen bir
yabancı için tehlikeli olabiliyor.
Biz ülke olarak büyük zorluklar yaşıyoruz belki ama hayat standardı açısından
oradaki insanla aranızdaki uçurumu bariz bir şekilde görüyorsunuz. Sahip olduğunuz
nimetler için çok çok şükür borcumuz olduğunu düşünüyorum. Bu şükrün sadece
halimize şükretmekle de içini dolduramayız. Şükrün tamam olabilmesi için oradaki
kardeşlerimizi de görmemiz lâzımdır.
.
|