Prof.Dr. SABAHADDİN ZAİM ile mülakat.
ALTINOLUK DERGISI, SAYI: 167, OCAK 2000
YÜZYIL'IN MUHASEBESİ
Altınoluk: Amerika Devlet Başkanı Clinton’un geçtiğimiz aylarda “20. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile şekillendi. 21. Yüzyılın oluşumunda Türkiye’nin ortaya koyacağı tercih önemli rol oynayacaktır” şeklinde değerlendirmeleri oldu. Siz geçmiş dönemin bir değerlendirmesini yapabilir misiniz? Amerikan öngörüsü İslâm dünyası için ne ifade ediyor? İslâm coğrafyasının nerede durduğunun tesbitini yaparsak neler söylenebilir?

Prof. Dr. Sabahaddin ZAİM:
sabahattin Zaim Bismillahirrahmanîrrahîm. Elhamdülillahi rabbi’l-âlemin. Vessalatü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ alihî ve sahbihî ecmeîn.

Sualin hem tarihi perspektifi olan, hem günümüze, hem de geleceğe taalluk eden yönleri var. “Osmanlı’nın tasfiyesi meselesi bu günkü dünyamızı şekillendirmiştir” sözü tabiatıyla bir vakıa. Bu vakıanın da içinde; yine tarihi, siyasi ve fikri muhteva mevcut. Tarihi muhteva mevcut; Osmanlı Devleti yıkıldı. Siyasi muhteva mevcut; Osmanlı’nın yıkılmasıyla 30’a yakın yeni devlet ortaya çıktı. Demek ki Osmanlı sulh adası “Pakta Osmana” denilen bölgede sulh, barış havası kalmadı. Çatışmalar oldu. Bölgedeki toplumlar kendi bağımsızlıklarını ilan etti veya ettirildiler. O bölge halklarının talepleri değil bölgelere hakim güçlerin çizdiği haritalar meydana geldi. Fikri muhtevası var; Osmanlı Devleti son İslâm devletiydi. İslâm devletinin son bulmasıyla da siyasi manada dünyada İslâm devleti kalmadı. 20 milyon kilometrekareye sahip bir devletin ortadan kalkması dünyanın yeniden değişmesi ve düzenlenmesi manasına geliyordu.

Türkiye Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan 30’a yakın devletten bir tanesi, Osmanlı Devleti’nin mecburi vârisiydi. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devletini tanımadı, redd-i miras yaptı. Osmanlı’nın vârisi olmayı hukuken reddetti.

Altınoluk: Redd-i miras hakkına sahip miydi efendim?

ZAİM: Hukuken devlet Osmanlıyı reddederek işe başlamıştır ama işe başlarken Osmanlı’nın borçlarını kabul etmek zorunda kalmıştır. Demek ki bir yerde o hakka da sahip olamıyor.

Zaman içinde şartlar değiştikçe Osmanlı’nın mirası hep önümüze gelmiş bizi meşgul etmiştir. Balkanlar’da Ortadoğu’da, Ortaasya’da... “Türkiye redd-i miras ettiği Osmanlı ile karşı karşıya kalmıştır” değerlendirmeleri de son zamanlarda daha çok yapılır olmuştur. Bizim olan unsurlarımızdan, bizden kurtulmak mümkün mü? Kurtulma hareketi siyasi bir çıkıştı ama kurtulunmadı. Çünkü insan kendisinden kurtulamaz.

İstikbale tealluk eden yönü itibariyle önemli; Çünkü Osmanlı Devleti’nin çekilmesiyle kalan sahalarda boşluklar meydana geldi. O boşluklarda da krizler ortaya çıktı. Mesela Balkanlar’da 1. Dünya Harbi’nin galipleri yeni bir harita çizmişlerdi. Yugoslavya diyerek İngilizlerin politikasıyla Güney slavlarını birleştiren bir devlet kurmuşlardı. O da yıkıldı, yıkılışı harple oldu ve o bölge barışı kaybetti. Bölgedeki kavganın temelinde din unsuru vardı. Yugoslavya parçalanırken onu meydana getiren toplumlar kendi devletlerini kurdular. Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar, Sırplar, Boşnaklar kendi devletlerini kurdular. Fakat Boşnakların devleti halkın referandumu ile kurulmasına, Birleşmiş Milletler’e üye olmasına rağmen istila edildi ve dünya bunu seyretti. Aynı senaryo Kosova’da uygulanmak istendi. Yeni Yugoslavya’da Saraybosna’dan sonra Sancak, Kosova: Makedonya’ya gelen hat üzerinde müslümanlar yaşıyordu. Yani Osmanlı Devletinin müslüman unsurları yaşıyordu. Osmanlı haritasına göre de Türk unsurları idi. Çünkü Osmanlı’da millet kavramı iki türlü ifade edilirdi. Müslim ve gayri müslim şeklinde. Osmanlı bakiyesindeki müslim unsur ortadan kaldırılmak isteniyordu. Müslüman unsurlar da bizim insanımızdı çünkü o insanlar oradan güç etmek istediği zaman geldikleri yer Türkiye oluyordu. Öyleyse bizim onları reddetme durumumuzun olmaması lazım gelir. Kısacası Balkanlardaki bir harita değişikliği Türkiye’yi ilgilendiriyor çünkü Türkiye’nin insanları oradan atılmak isteniyor.

Aynı şey Ortaasya, Kafkaslar için sözkonusu. Kafkasya’da da harita değiştirilmek istendiği zaman Çeçen-İnguşistan hadisesinde olduğu gibi oradan kaçan insanlar yine Türkiye’ye geliyorlar. Yani Müslüman unsur bugünkü etnik kavramlarla örtüşmüyor, Osmanlı’daki o İslâm milleti unsuru ma’şeri vicdanda ve tatbikatta adeta devam ediyor.

Ortaasya’da Türk dünyası olarak ifade edilen grupların istikbali bizi ilgilendiriyor. Onlar da soy, dil, din, tarih itibariyle aynı câmianın unsurları oluyorlar. O bakımdan Türkiye’nin buralara bîgane kalması hem mümkün değil, hem de doğru değildir. Mümkün değil çünkü biz bîgane kalsak da hadiseler bizi zorlayacaktır tıpkı Balkanlar’da ve Kafkasya’da zorladığı gibi. Doğru değil; çünkü o insanlar bizim kardeşlerimiz sayılır, onların maruz kalacağı kayıplar potansiyel olarak bizim de kaybımız olur. Onlarla işbirliği imkanları gelişirse Türkiye’nin bundan menfaatleri olur. İşbirliğinin gelişebilmesinin bu bölgelerde barış havasının oluşmasına katkısı olur, insanların refah seviyesi artar ve insanlık camiası bakımından da bir gelişme söz konusu olur.

Altınoluk: Türkiye’nin tercihi bu yönde mi efendim?

ZAİM: Türkiye’de siyasî elit içinde ama güç merkezleriyle içli dışlı azınlık bir grup nezdinde bu düşünceler fazla makes bulmamıştır. Dünyayı yöneten bir süper gücün başkanının ifade ettiği şeyler elit zümre tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. İstikbal için de bir ümidi takviye etmiştir. Dünyayı yöneten kadroların bakış tarzı bizim bakış tarzımızla örtüşüyorsa o zaman bunun gerçekleşme ihtimali daha fazla olacaktır düşüncesiyle...

Bizler ise Türk dünyası, İslâm dünyası çerçevesi içindeki toplumların işbirliği fikriyatını öteden beri ele aldığımıza göre bu bizim özlemimiz. Biz bu bölgenin gelişmesi, aralarındaki işbirliğinin artmasını istiyoruz. Türkiye’nin önemini de önemsiyoruz. Türkiye’nin uluslararası camianın önemli bir unsuru olduğu inanç ve iddiasındayız. Clinton’un takviye edici bu sözleri bizim için sevindiricidir.

Altınoluk: Efendim “21. Yüzyılı Türkiye’nin tercihleri belirleyecek” denirken bu öngörü İslâm dünyası, Türk dünyası ile belli mutabakatların kurulacağını mı ifade ediyor yoksa daha farklı bir yöneliş talebinin îmasında mı bulunuyor?

ZAİM: Onu kesin hatları ile bilmemiz mümkün değil. Batının stratejisi nedir? O strateji içinde İslâm-Türk dünyasına nasıl yer veriliyor? Amerika Başkanı’nın sözleri önemlidir ama dünyayı yöneten bu ülkelerin bir zahiri politikaları vardır, bir de onların derin devletlerinin politikaları vardır. Kendi iktisadi mehafillerinin politikaları vardır. Bugün batı dünyasını yöneten ana muharrik unsur iktisadî faktörlerdir. İktisadi faktörlerin başında da; Amerika’nın menfaatleri diye ifade edilen unsurlar gelir. Ortaasya ve Kafkaslardaki Amerikan politikasının en önemli faktörü enerji politikasıdır. Bu ülkelerdeki petrol ve doğalgaz kaynaklarıdır.

Türkiye’nin yıllardır Bakü-Ceyhan boru hattı ile Kafkas petrollerinin üretim ve dağıtımlarıyla ilgilendiğini herkes biliyor. Ortaasya ve Kafkaslar’da Türkiye’nin menfaatleri ile Amerikan menfaatleri örtüşürse Türkiye için de faydalı olur. Ortaasya ve Kafkaslarda bir buçuk asırdır Sovyetler hakimdi ve oranın bütün kaynaklarını da istismar ediyorlardı. Sovyetler yıkılıp orada 6 Cumhuriyet kurulunca bunların bağımsız olmasının önemi ortaya çıktı ama bugüne kadar fiilen gerçekleşmedi. Çünkü Kızılordu, Azerbeycan dışındaki 5 devlette etkili ve yetkili durumda bulunuyor. İktisadi bakımdan bu ülkeler Moskova ile bağlantılarını muhafaza etmek mecburiyetinde bulunuyorlar. Bu ülkelerin tabi kaynaklarının istifadesinden Rusya tamamen vazgeçmiş değil. Türkiye bu kardeş ülkelerde yatırım yaparak işbirliği hareketlerine giriştikçe Rusya tedirgin oluyor. Türkiye’nin bu bölgelerde iktisadi faaliyette bulunması için oradaki durumu dikkate alması gerekiyor. Rusya’yı bu bölgeden atmaya çalışalım ama bizim ona gücümüz tek başına yetmez. Bizim buradaki iktisadi kaynakları harekete geçirecek iktisadi güçümüz de yok. Dolayısıyla hem Rusya’yı dengelemek için hem de oradaki kaynakların harekete geçirilmesini sağlamak için, batı kaynaklarının da devreye girmesi gerekiyor. Batı kaynaklarının tamamen hakim olması da doğru değil. O zaman Rusya’nın yerine bir başka güç ikâme edilmiş olur. Öyle tavır alınmalıdır ki Rusya bölgeden tam çıkmasa bile batılılar da tam girmese bile bizim de ağırlığımızın olduğu ve mahalli halkın refahını sağlayacak şekilde bir denge politikasının kurulması gerekiyor. Makul olan fikir olarak bu ileri sürülüyordu. Clinton’un sözleri bu fikrin realize edilmesine imkan sağlar diye düşünülebilir. Kaldı ki Ortaasya ve Kafkaslar’da Batı da mütecanis, yekpare değildir. Avrupa ile Amerika da bir pay mücadelesi yapıyorlar.

Türkiye bunların hesabını yapmak durumunda bulunuyor. Bir yandan AB’ye girmek suretiyle Avrupalılarla dirsek temasını muhafaza etmek, onlarla bu bölgelerde işbirliği yapmak düşüncesi söz konusu. Veya AB Türkiye’yi o şekilde kullanmak istiyor. Diğer yandan Amerika ile işbirliği yaparak bu gölgelerdeki dengelerini korumak istiyorlar. Avrupa ile Amerika arasında bir uyum olduğu zaman problem olmaz ama uyum olmadığı zaman Türkiye bazı tercihler yapmak mecburiyetinde kalacaktır. Clinton’un bu sözleri Türkiye’nin önemini ortaya çıkarıyor. Her zaman söylenen bir söz vardır: “Türkiye kendi gücünün farkında değildir” şeklinde. Ama dünya bu gücün farkındadır bu sözler bunun ifadesi telakkî edilebilir.

Altınoluk: Bu değerlendirmeleri yaparken hep Amerika’nın belirleyiciliğinden batının belirleyiciliğinden bahsediyoruz. Dünya stratejilerinin oluşumunda, son yıllarda İslâm Konferansı, D 8’ler, İSEDAK, ECO gibi İslâm ülkelerinin uluslararası kuruluşları oluştu. Sizlerin bunların teşekkülünde, taazzuvunda emekleriniz geçti. Bu tür stratejilerde İslâm dünyasının veya bu kuruluşların hiç mi belirleyiciliği yoktur? Bu kuruluşları kurarken daha mı ümitliydiniz? Şimdi içini boşalmış gibi mi görünüyorsunuz? Bu kuruluşların, İslâm dünyasının bazı belirleyici roller üstlenebileceğinden hâlâ ümitli misiniz?

ZAİM: Çok güzel bir sual efendim. Şimdi bu bahis buyurduğunuz teşkilatlar İslâm dünyasının kalkınma sürecindeki taazzuv, yapılaşma hareketleriydi. Osmanlı Devleti’nden sonra İslâm dünyasının siyaset sahnesinde bir boşluk meydana geldi, 1930’lu yıllarda siyasi bakımdan bağımsız olan 3 devlet kalmıştı: Türkiye, İran, Afganistan. Onun dışındakilerin hepsi müstemleke olmuşlardı. Hukuken ve siyasi bakımdan yabancı devletlerin işgali altındalardı. Öyleyse İslâm dünyası bitmişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Komünizmin ortaya çıktığı dönemlerde İslâm dünyası kuruluş hamlesine başladı. O üç devlet bugün 55 devlet haline geldi. 1969 yılında İsrail’in Kudüs’e karşı olan tecavüzü neticesinde İslâm dünyasında bir galeyan husûle geldi. Fas Kralı 2. Hasan’ın teşebbüsüyle İslâm ülkeleri bir konferansa davet edildi. Yani Osmanlı Devletinden sonra ilk defa müslüman devletler İslâm Konferansı Teşkilatı etrafında toplandılar. İslâm ülkelerini zaruretler bir araya getirmeye zorlamıştı ve bir uyanışın da emâreleriydi. Hukuken bağımsızlıklarının yanında iktisaden bağımsızlık ta arıyorlardı. Çünkü herbirisi dünya arenasında varlıklarını devam ettirebilmek için çarpışan iki ideolojiden birine yakın durmak lüzumunu hissediyorlardı. Veya ikisi arasında tarafsız, eklektik bir politikayı yürütmek durumunda kalıyorlardı. Fakat bu siyasi hareketler sonucunda görüldü ki hangi blokta yer alırlarsa alsınlar çok da başarılı bir sonuca ulaşmadılar. Bu durum İslâm münevverlerini de düşünmeye sevketti; “Neden muvaffak olmuyoruz” diye. Gerek Marksist gerekse kapitalist sistem batı dünyasının inanç ve fikir perspektifinde ortaya çıkmış ideolojilerdir. Bunların temelinde o toplumların kültürel yapıları bulunmaktadır. Bu üst yapıyı aynen kabul eden İslâm ülkelerinde ise alt yapı aynı unsurlardan oluşmuyor, onun için de tutmuyordu. Madem ki biz müslümanız, müslüman toplumlarının yapısı nasıl olmalıdır, iktisadi ve sosyal politikası var mıdır, Kapitalist ve Komünist ideolojiler karşısında İslâm’ın bir kendi görüşü var mıdır sualleri de ortaya atıldı.

İslâm Konferansı Teşkilatları siyasi sahada kurulurken fikri sahada da ilim adamları bu fikirleri geliştirmeye çalıştılar. “İslâm iktisadı nedir?” sualine cevap olarak milletlerarası konferanslar tertip edildi. Milletlerarası İslâm iktisadı cemiyetleri kuruldu. Üniversitelerde bu mevzular için kürsüler oluşturuldu. İslâm Kalkınma Bankası kuruldu. İslâm Konferansı’nın yan kuruluşları olarak yirmiye yakın kuruluş kuruldu. Eğitim, ticaret, fıkıh, teknoloji, medya, tarih araştırmaları, istatistik sahalarında gibi... Fakat bu uyanış hareketine rağmen en büyük problem İslâm ülkelerinin kendisindeydi. Mütecanis bir yapı arzetmiyorlardı. İslâm ülkelerinin hepsinde devlet ile millet arasında bir uyum eksikliği görülüyordu. Türkiye’nin de ana meselesi hâlâ budur. Millet ile devlet uyuşmayınca o zaman bir ahenk meydana gelemiyordu. Devlet kendi milleti ile mücadele durumuna düşüyordu. İslâm cemiyetlerinin istikrarını da bozuyordu. Bu istikrarsızlık ise toplumun her alanına yansıyor, kalkınmasını engelliyordu. İslâm dünyasının bu problemleri milletlerarası kuruluşlarına da yansıyordu. Çünkü bu kuruluşlara katılan yöneticiler devlet bürokrasisinin adamları oluyordu. Her zaman temsil ettikleri milletin düşünceleri ile uyum içinde olmayabiliyorlardı. Dolayısıyla söylenenler fiiliyata intikal edemiyordu. Niyetlerdeki ihlassızlık başarılı olmaya mani oluyordu.

Bir toplum güzel insanlardan müteşekkil ise o toplum nasıl iyi bir toplum oluyorsa İslâm Konferansı Teşkilatı üye ülkelerinin herbirinin iç istikrarı iyi olursa, milleti ile devleti bütünleşirse milletlerarası teşkilatlar da sonuç verir, başarıya ulaşılır.

Tabi realist olmak gerekir. Şu anda İslâm dünyası da Türk dünyası da dünyanın politikasının tekevvününde belirleyici bir durumda değildir. B.M.’de belirleyici değillerdir. Güvenlik Konseyi’nde de yoklardır.

İslâm dünyasının zaafının iki vechesi var; Fakirlik ve cehalet. İktisadi ve bilgi bakımından fakiriz. Fakir ve bilgisiz toplumların başarılı olması mümkün değildir. Bu sahalarda hamle yapılmadı mı? Yapıldı. Bir uyanış yok mu? Var.

İslâm’ın iman ve muamelat cephelerini ele alırsak; İslâm dünyasında iman cephesinde bir gelişme var. Dünyada Marksizm’in yıkılışından, dine ve inanca dönme temayülünden sonra herkes kendi kaynaklarına dönüyor. Müslümanlar kimliklerinin farkına varıyorlar ve İslâmî şuur kuvvetlenmeye başlıyor. Muamelat noktasına gelirsek; yani inandığı fikirleri hayata geçirip toplum münasebetlerinde bunları hakim kılma noktasında zayıflar. Çünkü bütün İslâm ülkeleri ya kapitalist ya sosyalist sistem üzerine kurulmuşlardı. Toplum yapıları buna göre organize olmuştu. İşte 70’lerden sonra başlayan uyanışta “Biz neyiz, İslâm’ın bu husustaki prensipleri nelerdir, İslâm ekonomisi olabilir mi?” arayışlarıyla İslâm ülkeleri kendi dünya görüşlerini geliştirmeye başladılar. Henüz bu oluşum noktasındadır. Muamelat sahasında İslâmi prensiplere göre oluşmuş bir yapı mevcut değildir. İslâm Bankaları, Zekat uygulamaları gibi bir takım münferit teşebbüsler var ama İslâm’a göre organize edilmiş bir toplum yapısı oluşmuş değil.

Globalizasyon devri başlarken yani, çok kutuplu bir dünyadan Amerikan hakimiyetindeki bir dünyaya geçilirken Amerika’nın İslâm ülkelerine bir bakış tarzı sözkonusu oldu. Batıda İslâm’ı negatif bir şekilde algılayıcı bazı hareketler geliştirildi. Şeytan Ayetleri’yle başlayıp devam eden sonra İslâm’ı terörizmle birlikte ele alan bir çarpık imaj meydana getirmeye çalışıldı. Nato’nun yeşil kuşağı tehdit kabul etmesi gibi. Bütün bu hareketler dünyayı yöneten mehafiller tarafından İslâm dünyası hakkında negatif bir imaj oluşturdu. İran’ın Amerika’yı büyük şeytan ilan etmesi, İran’ın İslâm dünyasını temsil etmemesine rağmen temsil ediyor gösterilmesi bu görüntüyü destekledi.

Burada gözden kaçmaması gereken, nokta; Batı ve Amerika’nın bütün dünyaya yaklaşımının ideolojik olmaktan çok pragmatik, menfaatlere dayanan bir yaklaşım olduğudur. İktisadi menfaatleri uyum halinde olan yerlerde ideolojileri hiç görmüyorlardı. Mesela Suudi Arabistan ile Amerikalıların hiçbir ihtilafı olmamıştır. Batının ifade ettiği insan hakları, demokrasi, hukuk devleti prensipleri kendilerine hiç uymadığı halde hiç gündem maddesi yapılmamıştır. Ama Cezayir’de hadiseler demokrasi lehine gelişirken demokratik cepheye karşı olan güçler Fransızlar tarafından desteklenmiş, Amerika da buna pek ses çıkarmamıştır. Bu çifte standartların temelinde şunu görmemiz lazım; Batı iktisadi menfaatleri açısından politikasını düzenliyor. İngiltere Avam Kamarasında bir yazı vardır: “İngiltere’nin dostu yoktur, menfaatleri vardır”

Materyalist bir dünya düzeni var maalesef. Batılı yöneticilerin ne kadar adil davrandıkları sorgulanabilir. Adil davrandıkları ölçüde dünya düzeni başarılı olur çünkü meşhur kelâmdır: “Bir yönetim küfr ile batmayabilir, adil olduğu sürece, ama zulüm üzere olursa batmaya mahkumdur.” Zulüm devam ederse başarılı olmayacaklardır, ama adil olabilirlerse ehli küfr olmalarına rağmen başarılı olabilirler.

Bunun bir örneğini Türkiye’de görüyoruz. AB’ne girme hareketini muhafazakar kesimler teşvik eder hale düştüler. Niçin? AB’ne girilirse insan haklarına, fikir hürriyetine, inanç hürriyetine daha çok riayet edilir de buradaki zulümden kurtulmuş oluruz düşüncesiyle. Ülkemizdeki yönetim tarzına dıştakini tercih eder bir temâyül oluştu.

Batılı ülkeler hakikaten insan haklarına, demokrasiye, inanca saygıya İslâm ülkelerinden daha fazla riayet ediyorlarsa onların daha başarılı olmalarının hikmeti de ortaya çıkıyor demektir. İslâm ülkelerinin de niçin başarısız olduklarının sebebi ortaya çıkıyor demektir. Zaten İslâm ülkelerindeki devlet ile milletin uyuşamama sebebi de buradan kaynaklanıyor. Halkının sesini, dinlemiyor, halka söz vermiyor, veriyorsa riayet etmiyor, onların insan olarak tabii haklarına riayet etmiyor, hakları düzenlerken hukuki prensiplere uymuyor. İslâm ülkelerinin belirleyici olamamasının sebebi de burada yatıyor. Kurdukları milletler arası teşekküllerin başarılı olamayışının sebebi de.

Amerika Irak harbi koptuğu zaman İslâm konferansı Kahire’de toplantı halindeydi. Hiçbirşey yapamadan dağıldı. Bir İslâm ülkesi harbe girdi İslâm Konferansı toplantı halindeyken bu işe va’ziyet edip çözüm tarzı bulmak yerine bulamadan dağıldı. İran-Irak harbi ortaya çıktığında kendi üyesi iki ülkenin harbini engelleyemedi. Libya’daki, Cezayir’deki, Saraybosna’daki, Kosova’daki, Kafkasya’daki, Çeçenistan’daki, Keşmir’deki, milletlerarası ihtilaflara çözüm üretemediler. Dünya’da hep müslüman kanı akmaya devam ediyor. Bırakınız yabancı ülkelerle ihtilafı kendi içlerindeki problemlerde müessiriyet sağlayamadılar. Bu milletlerarası İslâm kuruluşları ümitlerle kurulmuştu ama güçleri test edilmemişti. Görüldü ki dünya arenasında İslâm ülkeleri müessiriyete muktedir değildir. Bu ümitleri biraz kırdı. Çeşitli ülkelerde zaaflar meydana geldi. Bu zaafları da batı dünyası körükledi. Cezayir’deki şuurlu İslâmi kitlelerin demokrasi hareketi ordu tarafından bastırıldı. Tunus’ta İslâm’a karşı olan güçler devlet tarafından desteklendi, halkın demokratik temayülleri bastırıldı. Libya’da zaten oteriter bir rejim söz konusu. Mısır’da Ihvan-ı Müslümîn’in temsil ettiği İslâmî hareket ile devlet arasında çatışma sözkonusu. Irakta, Suriye’de otorîter rejimler sözkonusu, halkın İslâmî taleplerde bulunması yasak. Körfez ülkelerinde şeyhliklerde batının elindeki kukla hükümetler hakim.

Suudi Arabistan öyle. Bu ülkelerin kurdukları bütün ordular kendi halklarına karşı kurulmuş vaziyette. Kuveyt uçak, tank için hayli masraf etmişti, Irak savaşı çıkınca hiçbirşey yapamadı. İran, Pakistan’da istikrarsızlıklar var. Hindistan’da müslümanlar baskı altında. Bangladeş’te demokratik rejim yıkıldı askeri ihtilaller devam ediyor. Endonezya’da askeri rejim yıkıldı. Endonezya’nın parçalanma süreci teşvik ediliyor. Malezya iktisadının istikrarlı giden bir yapısı vardı. Soros hareketinden sonra finansal operasyonlarla bu ülke yapısı zedelendi. Yani İslâm dünyasında bir tereddi ve çalkantı var. Genel olarak 1990 lar sonrası bir geriye gidiş, siyasi istikrarın bozulması, askeri rejimlere dayalı direkt veya dolaylı diktatörlükler kendisini gösteriyor.

Yalnız bütün bu saydığımız negatif perspektifi İslâm ülkelerindeki devlet halk çatışmalarının, istikrarsızlıkların asıl sebebi; “dinin yerine oturtulamayışı”ndandır. Öyleyse İslâmi şuurlanmasındaki güçlenme o ülkelerdeki devlet ile millet çatışmasını arttırıyor. O zaman toplumdaki gelişmeyi müsbet telakki edebiliriz. Toplumlar kendilerini ifade edecek güce ulaşmaya çalışırken bu hattı fasıl içinde ara rejimler, askerî rejimler devreye giriyor. Böyle devlet yapıları ile batı uyumlu çalışarak İslâmiyeti radikalizm, köktendicilik, terörizm ile ilgilendirerek mücadeleyi terörizm ile mücadele olarak gösteriyor. Ama batı demokrasi fikrini savundukça ergeç halkın temayülünü desteklemek zorunda kalacaktır. Gelecek, İslâm toplumlarındaki şuurlanmadadır. Güzel insan modellerinin çoğalmasındandır. Güzel toplum modellerinin çizilmesindedir. O zaman istikbal ümitli görülmelidir ve kanaatimce de bu yöndedir. İslâm toplumlarındaki elitler sahip oldukları imtiyazları ellerinden bırakmak istemeseler de...

Altınoluk: Son olarak Türkiye yüzyılın başında bir tercihde bulundu. Muasır medeniyet seviyesi dendi ama bu batılılaşma idi. Şimdi bunun sonuçları alınıyor mu? AB’ne aday olunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’ye neler getirir neler götürür?

ZAİM: Aslında geniş bir sual. Şu yönüyle ilgili bir kaç şey söyleyeyim. Türkiye bulunduğu konum itibariyle çok yönlü bir politika takip etmelidir kanaatimce. İlk önce komşularıyla iyi geçinmesi lazımdır. İnsanlar için de böyledir; komşularıyla ihtilaf halinde olan bir kimsenin huzuru bulması mümkün değildir. İkincisi; inanç birliği yaptığı ülkelerle münasebetini geliştirmesi lazım. Onda menfaatimiz olduğunu Turgut Bey zamanında gördük. 1980’lerde İslâm ülkeleriyle yaptığımız ticari münasebet toplam dış ticaretin yüzde onuydu, şimdi de yüzde onu. Bunun artması gerekirdi. Üçüncüsü; soy, dil birliği olan Türk dünyası ile işbirliğinin artması lazım. Öyleyse gerek İslâm Konferansı gerek ECO içindeki münasebetleri takviye etmek lazımdır. Dördüncüsü: Karadeniz, İşbirliği Teşkilatı dediğimiz yukarı komşularla yani Azerbaycan’dan Bulgaristan’dan Arnavutluk’a kadarki ülkelerle münasebetimizi geliştirmemiz lazım. Bu şimdi Balkan politikası haline de dönüşüyor. Avrupa ile zaten asırlardan beri içiçeyiz, istesek de istemesek de içindeyiz, o birliğin içine hukuken de girme kararını verdiğimize göre onlarla da iktisadi menfaatlerimizi savunacak ve dengeleyecek bir politika takip etmek gerekir. Türkiye’nin bundan böyle batılılardaki gibi hükmi şahsiyetlerle münasebetlerinde dost mefhumunu terketmesi devletin menfaati mefhumunu öne koyması lazımdır. Çünkü dostluk insanlar, kalbi, ruhu olan varlıklar arasında olur. Tüzel kişilikler, hükmi şahsiyetler arasında dostluk olmaz. Tüzel kişilikler menfaat için kurulur. Devlet, milletin menfaati için vardır. Türkiye’de saydığım ülkelerle milletin menfaatini en iyi şekilde savunacak, koruyacak biçimde münasebetlerini düzenlemelidir.

Altınoluk: Teşekkür ederiz efendim.

ZAİM: Estağfirullah, şeref saadetle efendim.