Emin SARAÇ Hocaefendi İle...
        Sami Efendi, Abdurrahman Efendi ve Musa
        Efendi Hazretlerinin dost ikliminden...
        HATIRALAR GEÇİDİ
        
        Altınoluk: Hocam zatı âlinizin hem ilmi hayatınız
        hem de aile çevreniz dolayısıyla Sami Efendiyle, yakında kaybettiğimiz Musa Efendi ve
        özellikle Abdurrahman Hocaefendi ile teşriki mesaileriniz olurdu. Onların sizi
        etkileyen yönleri, hususiyetleri, hatıralarıyla ilgili bir sohbet yapmayı arzu ettik.
        Fakat önce ilim yolculuğunuzdan şöyle bir başlasak olur mu?
        
Emin SARAÇ: 1943’de
        İstanbul’a geldim. Babam bizi Çarşambalı Şeyh Ali Haydar Efendiye göndermişti.
        Altınoluk: Siz o zaman kaç
        yaşındaydınız?
        SARAÇ: Orası kalsın ama
        hafızlığımı bitirmiştim. Babamız bizi yani dört erkek bir de kız kardeşimizi
        öyle karanlık bir devirde hafız yaptı ki gayreti takdire değer. Babam, dedem Nakşi
        tarikatından Ali Haydar Efendi’nin şeyhi İsmet Efendi’nin Erbaa’daki
        hulefasından Bahrullah Efendi’ye müntesiplerdi. Dedem müderrislerdendi. Dedemin
        vefatı da ayrı bir hengamedir, onunla ilgili de bir-iki şey söyleyelim. Menemen
        hadisesi sırasında Türkiye’nin neresinde meşayihten bir zat varsa hapse
        atılmıştır. Mürettep bir hadise olduğu için bütün din adımları tehdit
        edilmiştir. Ahh... Çok hazin hikâyelerdir o tarafı. Babam da dedem de Menemen
        hadisesinde suçlanan zatları tanımadıkları, ilgileri olmadığı halde yine de
        6’şar ay hüküm giymişlerdi. Hakimin sonradan ifade ettiğine göre bu hüküm
        onların Çorum’daki İstiklal Mahkemesi’ne gitmelerine engel olmuş. Dedem o
        üzüntüyle hapisten çıktıktan 3 ay sonra vefat etti.
        Bizim evimiz tam bir Kur’an medresesi idi. Babam teheccüde
        kalkmanın bereketiyle soğuk kış gecelerinde dahi bütün aile efradını kaldırır,
        hepimize şefkatle davranır, o teheccüdünü kılarken biz abdestlerimizi alırız,
        sonra ders başlardı. Yazları evimizin arkasındaki bahçede Kur’an okuruz. Ortalık
        aydınlanırken bizim de gönlümüz aydınlanırdı. Seher vakitlerinden güneş
        doğuncaya kadar bütün aile Kur’an ile meşgul olurdu. Bir takım maddi sıkıntılar
        içinde yaşıyorduk fakat huzurluyduk.
        İstanbul’da bizleri bazen Ali Haydar Efendi bazen de Fatih Camii
        Baş İmamı Ömer Efendi okuturdu. Ömer Efendi de Kelâmî Dergâhı
        müntesiplerindendi. Hatta 1944 veya 45 senelerinde Sami Efendi’yi onun evinde
        görmüştüm; zayıfça, vakur, güzel simalı, siyah sakallı bir zattı. Adetleri
        üzere koltuğa hep diz üstü otururlardı. Ömer Efendi gayet celâlli, Hz. Ömer
        meşrepli bir zat olmasına rağmen Sami Efendi’ye gayet müeddebâne bir şekilde
        davranırdı. Halbuki Ömer Efendi oldukça yaşlı, Sami Efendi ona göre genç bir
        kimseydi.
        Ali Haydar Efendi ile Ömer Efendi’den başka Gümülcineli Mustafa
        Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi gibi zaatlardan da ders okumaya devam ediyorduk.
        Altınoluk: Derslerinizi camide
        mi okuyordunuz efendim?
        SARAÇ: Fatih camiinde de evlerde de
        okuyorduk. Fakat hepsi gizlice oluyordu. Aşikâr olarak okumamız ne mümkün. Bir
        müddet de Silistreli Süleyman Efendi’den okudum. Onu hayırla yâd etmek lâzım,
        çünkü mürtedlere karşı çok gayzı vardı. Gayreti diniyyesine şehadet ederiz.
        Altınoluk: Bu tedrisat ne kadar
        devam etti hocam?
        SARAÇ: 8 sene devam etti. Ali Haydar
        Efendi’nin teşviki ile Mısır’a gidinceye kadar. Kendisi Şifa-yı Şerifin zevkini
        bana aşılayan insandır. Ondan Şerhi Akâid, Usulu fıkıh, Mirat okudum. Meclisi
        dersten ibaretti; her an istifade edilirdi, müstesna bir insandı. (Emin Saraç
        Hocaefendi bu sırada kalkıyor “Size Ali Haydar Efendinin nasıl çalışkan bir insan
        olduğunu göstermek istiyorum” diyor ve Dürer kitabının yanına Ali Haydar
        Efendi’nin el yazısıyla aldığı son derece güzel bir hatla yazılmış Osmanlıca
        notlarını gösteriyor.) Şifa-yı Şerifi okurken gözlerinden yaşlar nasıl
        süzülürdü bir görseniz. Hem ders mütalaası hem de maneviyat dersleriyle
        mezcedilmişti.
        Sami Efendi Hazretleri kendisini ziyarete Çarşamba’ya geldikleri
        zaman ne kadar sevinçle karşılardı. İhtiram, muhabbet o kadar olurdu. Oturacağı
        yerleri düzeltir, hazırlanırdı. Kayınpederime de söylemiş ayrıca vasiyet de
        etmiştir; “Vefatımdan sonra evlatlarımı Sami Efendi’ye teslim edin”
        diye... Cenaze namazını da Sami Efendi kıldırmıştır.
        Mısır’a gittiğimiz zaman Mustafa Sabri Efendi,
        Zahidü’l-Kevseri, İhsan Efendi hayattaydılar. Rabbimiz nasib etti, İstanbul’daki
        güzel bir muhitten Mısır’daki güzel bir muhite intikal ettirdi. Ezher’in lisesini
        okuduktan sonra Şeriat fakültesini bitirdim. Sonra kadılık mastırının bir senesini
        okuduktan sonra Abdunnasır’ın zulmüyle bırakmak zorunda kaldık. Gittiğimiz zaman
        Bağdat Oteli’nin 7-8. katlarını Kral Faruk bizlere tahsis etmişti. Abdünnasır
        gelince çıkartıldık. Biraderim Osman da Mısır’da yanımdaydı. Sonra Süleyman
        Demirel’in ısrarı ile siyasete atıldı milletvekili filan oldu ama yazık oldu.
        Şimdi vefat etti. Allah öbür tarafta yardımcısı olsun.
        Altınoluk: Mısır’da sizin
        yetişmenize katkısı olan hoca efendilerden bahsetseniz.
        SARAÇ: Zahidü’l-Kevseri
        hocamızın izniyle cuma günleri gider kendisinden ders okurdum. Vefatından 20 gün
        evvel bana icazet verdi ki benim için Ezher diplomasından daha kıymetlidir. Çünkü
        Zahidü’l-Kevseri Fatih silsileyi ilmiyyesine müntesiptir. Düzceli’dir ve Fatih
        dersiâmlarındandır. Mustafa Sabri Efendi’nin meclislerinden de ilimlerinden de
        istifade ettik.
        Mısır’da 9 sene kaldık. Yaşadığımız bir “İlim hicreti”
        idi. Bu müddet zarfında İstanbul’a hiç gelmedik. Çünkü gelseydik dönemeyecektik.
        Şeriat Fakültesine başladığım 1954 yılında Mısır’a
        gittikten 4 yıl sonra İstanbul’dan bir mektup aldım. Ali Haydar Efendi’nin
        huzurunda ittifak ile Yekta Efendi’nin kerimesini bize Ali Haydar Efendinin torununu da
        biraderim Osman’a uygun görmüşler. Şahsen bu mektuba üzüldüm, çünkü ilmi
        yönden önümde daha kat edeceğim uzun bir mesafe vardı. Niye önümüze bunu
        çıkarttılar diye bir müddet cevap bile veremedim.
        Altınoluk: Orada geçiminizi
        nasıl temin ediyordunuz efendim?
        SARAÇ: İlk gittiğimiz zaman oradaki
        Türk vakıflarının tahsis ettiği burslar ile ihtiyacımızı karşılıyorduk.
        Ecdadımızın hayır eli orada da imdadımıza yetişmişti. Sonra General Abdünnasır
        bütün vakıfları kaldırdı, bizlere çok cüzî burslar bağladı ama onunla da
        geçinme imkânı yoktu. Mısır’a ailemizden para gelmesi de çok uzun zaman alıyordu.
        Bir hayli sıkıntılar çekildi. Oradaki unutmadığım tatlı hatıralarımızdan birisi
        de; yokluk sebebiyle sık sık oruç tutmak mecburiyetinde kalışımızdır. Ama hamdü
        senalar olsun ki bir defa bile tahsilimi yarıda bırakmayı düşünmedim. Allah Teâlâ
        bir azimet lutfetti.
        İstanbul’a geldikten bir müddet sonra düğünümüz oldu.
        Düğünümüzde çok muhterem zevât mevcuttu. Ömer Nasuhi Bilmen Efendi, Hulefai
        Esadiyye’den Sarıyerli Hacı Nuri ve Muhyiddin Efendiler, Topbaş ailesi varlardı. Şu
        anda Fatih meydanındaki Fatih heykelinin olduğu yerde kayınpederimin büyük bir evi
        vardı. Düğün oranın bahçesinde yapılmıştı.
        Altınoluk: Ali Yekta Efendiyi Mısır’a
        gitmeden önce tanır mıydınız?
        SARAÇ: Daima Ali Haydar Efendiye
        geldiği için tanırdım. Ali Haydar Efendi Yekta Efendi’ye “sağ gözüm”
        derdi. Kayınpederim Ali Yekta Efendi İstanbul müftü muaviniydi. Esad Erbili
        Hazretlerinin icazetli hülefasındandı. Bizim bundan haberimiz olmadığı gibi
        zevcesinin de haberi yoktu. Bir gün kitaplarını karıştırırken bu icazetini
        gördüm, kendisine sordum, bana: “O vazifenin sahibi Sami Efendi’dir, icazet o
        kitabın içinde öylece kalsın” dedi.
        Türkiye’ye döndükten 6 gün sonra İsmail Ağa Camii’ndeki Cuma
        namazının akabinde Ali Rıza Sağman yanıma geldi ve yandaki şahsa “İşte
        aradığın genç budur, Ezher mezunudur” diyerek bizi anlattı. Meğer İmam Hatip
        Mektebi’nin bânîsi meşhur Celal Hocası imiş, etrafına “Ben artık Medine’ye
        gitmek istiyorum, yerime birisini bulun” diyormuş. Bana “Yarın İmam Hatip
        Mektebine gelebilir misin?” dediler. O zaman Cumartesi günleri de tedrisat vardı.
        Gidince Celal Hoca kendisine Hasan el Benna’nın damadı Said Ramazan Bey’den gelmiş
        bir mektup çıkardı ve okumamı istedi. Okuduk, sohbet edip ayrıldık. Ertesi gün
        Celal Hoca’nın sınıflarını bize verdiler. Bu gönlüme büyük bir teselli oldu. 60
        ihtilaline kadar 3 yıl muallimlik yaptık. Askerliği ikmal ettikten sonra bizi Ankara
        Evkaf Müdürlüğü’nde bir imtihana tabi tuttular. Arapça ve Osmanlıca’yı rahat
        okuyacak kimseye ihtiyaçları varmış, herhalde nerede ne var tespit edip daha çabuk
        yok etmek için. Birkaç saat içerisinde Evkaf Müdürlüğüne tayinimizi
        çıkarttılar. Fakat ben burada çalışmaktan müteessir olmaya başladım. O kadar
        ağırıma gidiyordu ki ağlıyordum. Babam bizi karanlık gecelerde Kur’an-ı Kerim
        okuttu, şu kadar senedir gurbetlerde tahsil yaptım ki hepsi dine hizmet etmem içindi.
        Şimdi bu mahzenlerde haramilere malzeme hazırlamak için mi çalışacağım şeklinde
        düşüncelerle muzdarib oluyordum.
        Hacı Bayram Camii’nde bir öğle namazında Mehmet Akif Aydın
        Bey’in babası hemşehrimiz Bedreddin beylerle karşılaştık. Bana “Biz hacca
        gidiyoruz hadi seni de götürelim” dediler. Birden kararımı verdim hacca
        gidecektim, işimi de bırakacaktım. Muameleleri başlattık. Diyanetteki arkadaşlar
        bana “Biz Müşavere Kurulunda 500 lira maaşla çalışıyoruz sen 900 lira
        alıyorsun” tarzındaki sözlerle beni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Bu minval
        üzere belki bir saat mücadele ettik. Sonunda içlerinden söze karışmayan birisi dedi
        ki “Arkadaşlar hac kapısı bir tanedir rızk kapısı bin tanedir, kardeşimiz
        gönlünü hacca hazırlamış, bırakınız” Bu söz bana o kadar tatlı geldi ki,
        Evkaf’taki işi öylece bırakıp yola çıktık. Yol boyunca, Medine-i Münevvere’de,
        Mekke-i Mükerreme’de, Arafat’ta hep dilimde şu dua vardı; “Ya Rabbi, hükümet
        tasallutundan uzak ulûmu şer’iyyeye hizmet etmek kapısını bana fetheyle”
        Elhamdülillah o hac başka bir hac oldu. Döndükten hemen sonra İlim Yayma
        Cemiyeti’nin Yüksek İslâm Enstitüsü talebeleri için ilk defa açtıkları yaz
        kursunda Ahmed Davudoğlu Hocayla birlikte tedrise başladık. Sonra İlim Yayma
        Cemiyeti’nde İsmail Niyazi Bey (Numan Kurtulmuş’un babası) bana bu tedrisi devamlı
        yapmamı teklif etti. Ve o günden bugüne kadar hayatım ilim tedrisi ile geçti
        elhamdülillah. Allah Teâlâ o yönden kapımızı açtı. Fatih medreseleri ulumu
        diniyye merkeziydi. Fatih’e kadar dayanan köklü bir geleneği vardı. Biz o derin
        alimlerin güzel insanların sonuncularına yetişebildik. Şimdi o hocalarımın
        vazifelerini uhdeme tayin edilmiş birisi olarak görüyorum. Yalnız başına olsam da
        ilim halkasını kurup tedrise devam ediyorum.
        Altınoluk: Her gün ders
        okutuyor musunuz?
        SARAÇ: Haftada 7 gün dersim var.
        Bazı günler sabah ve akşam bazı günler de sadece sabahları okuyoruz. Perşembe
        günleri halk günü herkese açık ders yapıyoruz.
        Altınoluk: Hangi dersleri
        okutuyorsunuz hocam?
        SARAÇ: Tefsir, hadis, fıkıh, usul,
        bu 4 ders bizim ana derslerimiz. Hadiste Meram’dan başlayıp Tâc, Süneni Ebi Davud,
        Süneni Tirmizi, Sahihi Müslim, İbni Mace, Muvatta’yı Arapça metinlerinden
        talebelerimle okumak suretiyle bitirdik. Şimdi Nesih’deyiz. Ayrıca 12 ciltlik
        Buhari’yi kelime kelime 4 meraci ile okumak suretiyle bitirdik. Şifa-yı Şerif’i
        bitirir tekrar başlarız, şimdi yedinci defa okuyoruz. Tefsirden Celaleyn, Tefsiri İbn
        Kesir, fıkıhdan Kuduri, İhtiyar, Hidaye, Ahkamül Hadis hep okunmuştur. Allah’a
        şükürler olsun.
        Altınoluk: Sizin ders
        halkanızdan bir talebeniz “ilim tedrisinden aldığım zevki başka hiç bir şeyden
        almıyorum” diyordu hocam.
        SARAÇ: Elhamdülillah. Allah kabul
        etsin. Tabiî bu bir aşk işi.
        Altınoluk: Geçen ay
        kaybettiğimiz Abdurrahman Gürses Hocaefendi’yle hukukunuzun olduğunu biliyoruz. Bize
        ondan bahseder misiniz?
        SARAÇ: Abdurrahman Efendiyi 1950’ye
        kadar Beyazıd Camiinde herkes gibi hayranlıkla dinlerdik. Ara sıra görüştüğümüz
        olurdu ama aramızda yaş farkı vardı. 1954 yılında oğlu Adnan’ı ilim tahsili
        için Mısır’a getirdiği zaman samimiyetimiz oluştu. Mısır’da kendisini oranın
        meşhur huffazı ile görüştürdüm.
        Abdurrahman Hocaefendi ile yirmiye yakın kez hacca birlikte gittik.
        Yol boyunca hoca efendinin hususiyetlerini, meziyetlerini çok yakından tanıma fırsatı
        buldum. Bir kere gönlü Kur’an-ı Kerim’e ihtiramla dolu bir kişi idi. Bütün
        gününü Kur’an-ı Kerim ile geçirirdi... Haremi Şerif’deki hal ve hareketleri hep
        edep üzereydi. Bu konuda çok hassastı... Arafat’dan dönüşlerimiz hep yürüyerek
        olurdu...
        Önceleri Haremi Şerif’te namazdan önce özellikle Mısır’dan
        gelen hafızlara Kur’an-ı Kerim okutturulurdu. Şimdilerde bu geleneği kaldırdılar.
        Mustafa İsmail, Huserî, Abdussamet gibi hafızlar umumi mikrofondan bütün huccaca
        Kur’an ziyafeti verirlerdi. Türkiye’den ileri gelen birkaç kişi hocaefendinin de
        okuması için Kral’a müracaatta bulunmak istemişler ama o kesinlikle buna müsaade
        etmeyeceğini ve “biz buraya arzu hal etmeye geldik, arzu endam etmeye gelmedik”
        diyerek bu yöndeki tüm ısrarları geri çevirmişti. 
        “Ehlül Kur’an olan kimse Allah’ın has kullarıdır”
        hadisi şerifi her hatırıma geldiğinde Abdurrahman Efendi gözümün önüne gelir.
        Çünkü bu hadisi şerif hoca efendinin haline son derece mutabıktır. 
        Abdurrahman Efendi’nın hacda gösterdiği tevazularından bir
        diğerine değinmeden geçemeyeceğim. Hocaefendi Hicaz’a gitti mi kendisini tamamen
        siliyordu. Orada hep sıradan, sade bir kul olmak isterdi. Bir gün meşhur zenginlerden
        İbrahim Şakir Bey’in ziyafetine davet edilmiştik. Bana “Emin efendi siz davete
        icabet ediniz ben gelemeyeceğim” dedi. “Hayırdır efendim neden
        gelemeyeceksiniz” deyince, oraya gidince kendisine haddinden fazla ilgi alâka
        gösterileceğini bundan da rahatsız olacağını söylemişti. 
        Yine bir gün dışarıda kalacağını söyledi. “Nereye
        gideceksiniz efendim?” diye sorunca . “Kendimi biraz hesaba çekeceğim, bu
        geceyi ‘Kadem-i Saadette’ geçireceğim” dedi. Nitekim dediğini yaptı
        ve o geceyi dışarıda geçirdi. Ertesi gün baktım biraz üşütmüş. Ben de kendisine
        “Hocaefendi keşke bu azîmeti yapmasaydınız da bu rahatsızlığa
        yakalanmasaydınız” dedim. O da “Hangisinde hayır olduğunu biliyor
        musunuz?” diye karşılık vermişti. 
        Hocaefendinin oralardaki hususiyetlerinden bir başkası da Mekke’den
        Medine’ye gidişlerinde hep taksiyi tercih etmeleriydi. Taksiye binildiği zaman
        şoförler radyoyu açmak isterler, hocaefendi de “Biraz Kur’an-ı Kerim okuyalım
        da radyoyu öyle açarsınız” der ve okumaya başlardı. Aşk ile okudukça şoför
        de memnun kalır “Şeyh ente tekrau cemil, ikra, ikra” (şeyh efendi güzel
        okuyorsun, devam et) derdi. 
        Hoca efendi belli etmezdi ama gözü çok yaşlı bir zattı.
        Medine’de kaldığımız süre boyunca gizli gizli çok yaş dökerdi. 
        Ne denli ince düşünceli bir yapıya sahip olduğunu vurgulamak için
        bir başka hususiyetini daha arz etmek isterim. Hocaefendi de bendeniz de hacca vekil
        olarak giderdik. Hac için kendisine tahsis edilen paraların tamamını “Bu paralar
        buralarda harcanmak için tahsis edilmiştir” diyerek kullanırdı. Malumunuz hac
        vazifesi yerine getirildikten sonra umre yapılır. Umre yapacağımız zaman hac için
        alınan ihramı çıkartır, Harem-i Şerif’in etrafındaki fakirlere verir, ondan sonra
        “Şimdiki amel kendimiz için” der ve kendi parası ile yeni bir ihram alır,
        umreyi de onunla yapardı.
        Hocaefendi dünyaya rağbet etmeyen çok zahit bir kimse idi. “Her
        kim Kur’an-ı Kerim ehli olup da kendisini herkesten müstağni saymazsa o kimse
        Kur’an-ı Kerim’e hürmet etmemiş” olur meâlindeki hadise uygun hareket
        ederdi. Hiçbir zaman kimseye zengin diye iltifat etmemiştir... Hocaefendi “Kifafı
        nefs” ile yaşamıştır. Parasının ancak geçinecek kadarını tutar, gerisini hep
        infakta kullanırdı. 
        Kendisi anlatırdı: Esad Efendi bizzat hoca efendiye “La talebe
        velâ redde velâ iddehare” yani “istemek yok, geleni red etmek yok, para yığmak
        ta yok” diye nasihatte bulunmuş. Hoca efendi de ömrü boyunca bu nasihatı unutmamış
        ve aynıyla tatbik etmiştir. 
        Bundan beş-altı sene önceydi. Merhum Musa Topbaş üstadımız
        âdeti olduğu üzere her Mevlit kandilinde bendenize, bir tanesi fakire diğeri
        Abdurrahman Efendi’ye ulaştırılmak üzere iki zarf gönderirdi. Ben de bu emaneti
        hocaefendiye münasip bir ortamda iletirdim. Hocaefendi zarfın içine hiç bakmaz öylece
        cebine koyardı. Bir keresinde üstadımızdan gelen zarfı baş başa kaldığımız bir
        zamanda kendilerine takdim ettim. Bu sefer zarfı şöyle bir açıp kapattıktan sonra
        “Süphanallah... sübhanallah...” diye hayretini dile getirerek “Dün üç
        aylığımı almıştım. Eczaneye, manava olan borçlarımı ödedim. Fakat bakkala olan
        borcumu ödeyemedim, param yetişmemişti. Bu yüzden çok daralmıştım. Fakat bugün bu
        zarf imdadımıza yetişti. İşte bu ehlullahın amelidir, onların halleri böyledir.
        Allah onlara kullarının sıkıntılarını ilham eder” dedi. 
        Menemen hadisesini hiç unutamazdı, hemen her fırsatta öfkesine de
        hakim olamayarak etrafında bulunanlara anlatırdı. O devirlerde o denli sıkıntı
        çekmiş ki “otuz sene hüküm verseler bana müjde gelecekti” derdi. Fakat bir
        sene hüküm vermişlerdi. 
        Bu bir senelik mahkumiyetinin bir kısmını Manisa’da bir kısmını
        da Adapazarı’nda çekmiştir. Manisa’daki hapishane arkadaşlarından birisi de
        Şerafettin Efendi idi. Kendisi Nakşi olup Yalova eşrafından bir zatmış. O da Menemen
        hadisesi yüzünden içeri alınan yüzlerce din adamından birisiydi. Malumunuz Menemen
        hadisesi sonrası tüm ülke genelinde yapılan tutuklamalar neticesinde 500 tane
        hocaefendi hapse atılmıştı. Bunlardan 32 kişi idam edilmiştir. Hatta idam edilenler
        arasında baba-oğul da bulunuyordu. Tutukluluk süresince ayrı ayrı tutulan
        baba-oğuldan, oğul idam edileceği zaman yürümekten âciz yaşlı baba sürüklene
        sürüklene götürülmüş ve oğlunun idam edilişi seyrettirilmiştir. Abdurrahman
        Efendi bu hadiseyi sürekli anlatırdı... Esad Efendi’yi çok hürmetle anardı. “şeyhim,
        efendim” gibi içten ifadelerle muhabbetini sıklıkla izhar ederdi. Şu beyti
        sürekli söylerdi;
        Ne yerden kârbâr-ı gam göçer olsa konar bende
        Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil oldum ben
        Arkasından da “ben eslafın yetimiyim, yetimiyim” derdi...
        Abdurrahman Efendi gibi ilim irfan sahibi insanlar gerçekten kolay yetişmiyor. Onların
        nasıl yetiştiklerini anlatmakta insan zorluk çekiyor. Başta da söylediğim gibi
        hocaefendi gönlü kırık yaşamıştır...Kur’an-ı Kerim’e hizmet babında
        yetiştirdiği talebeleri de şahittir, son nefesine kadar hizmete gayret etmiştir. 
        Musa Efendi’nin kolaylıkla mı oraya çıktığını
        zannediyorsunuz? “Zenginlik insana bir tuğyan sebebidir” buyuruyor yüce
        Mevlâmız. Gerçekten de zenginlik imtihanı fakirlik imtihanından zordur. Musa Efendi o
        zenginlik içinde yükselmeyi başarabilmiştir. Ben Musa Efendi’nin vaktiyle Sami
        Efendiye nasıl hizmet ettiğini biliyorum. O derece dikkat, tevazu, mahviyet.. Gerek
        buradaki ve gerekse hac mevsimindeki hizmetleri anlatmak mümkün değil. İçinde
        bulunduğu zenginliğe rağmen Sami Efendi’nin misafirlerine son derece büyük
        hizmetkârlık yapardı. Bizzat kendi elleriyle ikramlarda bulunurdu. Bu hizmetlerinin
        hepsi onun o kemale erişmesine neden olmuştur. Bu yüzden ehli iman ve ehli irfan olarak
        ahirete göçmüştür. Bu makamlara ulaşmak kolay olmuyor. Maddeten ve manen büyük
        fedakârlıklar gerekiyor. 
        Altınoluk: Abdurrahman
        Efendi’nin Esad Efendi ile hukukunun nasıl oluştuğunu biliyor musunuz hocam?
        SARAÇ: Esad Efendi’nin Adapazarı
        ve Hendek’te bir hayli ihvanı bulunuyordu. O yüzden kendileri sıklıkla buralara
        gelip giderdi. Bu esnada hukukları oluşmuş. Vefatından öncesi son iki senesinde
        Abdurrahman Efendi Ramazanlarda teravih namazlarını kıldırmış. Son derece
        enteresandır: Menemen hadisesinden sonra “Sen Esad Efendi’ye teravih namazını
        kıldıran kişisin, dolayısıyla onunla bir ilgin vardır” gerekçesiyle
        Abdurrahman Efendi’yi de mahkûm etmişler. Sekiz sene devlet memurluğundan mahrum
        bırakılmış. Uzun süre de takip altında bulundurulmuş. Bu dönemde geçimini
        mukabelelerle sağlarmış.
        Abdurrahman Efendi’nin Fehim adında bir hocası varmış. Kendisi
        İstanbul Selimiye camiinin imamlığında bulunmuş. 35-40 sene kadar imamlık yapmış.
        Esad Efendi bir gün Abdurrahman hocaya Kur’an tahsilini kimden aldığını sormuş.
        “Fehim Efendi”den deyince Esat Efendi bir hayli şaşırmış ve “Fehim Efendi
        ehli Kur’an imiş ama bize infakda bulunmamış” diyerek sitemini ifade etmiş. 
        Esad Efendi Kelâmî Dergâhı kapanınca bir müddet Erenköy’deki
        Rıza Paşa Konağı’nda kalmış. Yerleşmeden evvel konak bir tamirattan geçmiş.
        Abdurrahman Efendi de bu tamirat işinde bizzat çalışmış. Bu çalışmalar esnasında
        bir gün Esad Efendi konağa gelmiş. Güneşli bir hava imiş Abdurrahman Efendi ve
        diğer orada çalışanlarla bir müddet sohbet etmiş. Gerek çalışma ve gerekse
        güneşin bizzat onların üzerine vurması sebebiyle Abdurrahman Efendi’nin alnında
        şıpır şıpır ter akıyormuş. Hocaefendi alnındaki teri eliyle silmeye çalışınca
        terinin çok güzel koktuğunun farkına varmış. Bu koku birkaç sene boyunca hiç
        gitmemiş. Bunu Muhittin Efendi’ye söyleyince; “Ona nisbet-il manevi kokusu
        derler. O koku efendinin kokusudur” demiş. Bunu Muhittin Efendi’ye anlattıktan
        sonra o kokuyu bir daha duymadığını anlatırdı...
        Kendileri Üstadımız Musa Efendi’nin de katıldığı talebesi
        Mehmet Çevik Bey’in cenazesinde “Her insan dünyaya masum gelir ama masum gitmek o
        kadar kolay değildir. Ben acizâne kendi şehâdetimi ve kanaatimi söylüyorum Mehmet
        Çevik hoca masum gelmiş masum göçmüştür” demişti. Ben de şimdi gerçi bizim
        şehâdetimiz bir şey ifade etmez ama gerçekten de Abdurrahman Efendi bu dünyaya masum
        geldiği gibi masum, fazilet ve kemâl sahibi olaraktan ahirete göçmüştür. Allah
        Teâlâ ona da Musa Efendimize de gani gani rahmet eylesin, yerlerini boş bırakmasın...
        Abdurrahman Efendi gerçekten de derdini, kederini gizleyen, kimselere
        sıkıntısını anlatmayan son derece ketum bir şahsiyetti. Bu hususiyetini hoca ile
        birlikte, nakledildikten üç ay sonra Menderes’in kabrini ziyaret ettiğimiz bir
        sırada anlattığı bir hadiseden sonra bir kez daha anladım. Adnan Menderes başvekil
        olduktan sonra şimdi ismini hatırlayamayacağım emniyet genel müdürünü Abdurrahman
        Efendi’ye göndermiş. Emniyet müdürü Adnan Menderes Bey’in selamlarını,
        hürmetlerini getirdiğini, kendisinin hocaefendi ile bizzat görüşmeyi çok arzu
        ettiğini, ancak ülkenin içinde bulunduğu nazik ortam nedeniyle bunun şimdilik
        mümkün olmadığını belirtmiş. Başvekil ayrıca Hocaefendiden kendisi ve ülkemiz
        için “yüce mihraptan” dua etmesini istemiş. Ardından da emniyet müdürü
        Hocaefendiye bir zarf takdim ederek “Başvekilimiz bunu kabul etmenizi istirham
        ediyor” demiş. Hoca efendi zarfı açıp bir bakmış tam 500 lira. O zaman için
        çok kıymetli bir miktar. Bu paranın aylarca yettiğini söylerdi... O kadar uzun süre
        beraber olmamıza rağmen Hocaefendi bu hadiseyi bizlere anlatmamıştı. Bu arada Adnan
        Menderes Bey hocaefendiye önemli bir mesaj daha göndermiş. Ezanın aslına rücû
        ettirilmesinden dolayı halkın büyük teveccüh gösterdiğini oysa daha “Kabe-i
        Muazzama’dan düşürülen yüzlerce taştan bir taneciğini yerine koyabildik, daha
        çok işimiz var” tarzında sözleri de iletilmiş. Hoca Efendi bu tanımlamayı
        hatırlatıp “bunu düşünmek bir mümin işidir” deyip Adnan Bey’in
        bu konudaki hassasiyetinden duyduğu memnuniyetini ifade ederdi. 
        Altınoluk : Musa Efendi ile
        hukukunuz ne zaman başladı efendim?
        SARAÇ : Mısır’da okuduğumuz
        sıralarda Musa Efendi’nin babası Nuri bey ve Hulusi bey hacca Mısır üzerinden
        giderlerdi. Mısır’a geldikleri zaman Türk öğrencilerin kaldığı yurdu ziyaret
        ederler, onlara maddi yardımlarda bulunurlardı. Nuri ve Hulusi bey bizim de
        odalarımıza gelir, hal ve hatırlarımızı sorar, hediyelerini bırakırlardı. İşte
        Topbaş ailesi ile o günlerde başlayan hukukumuz Türkiye’ye dönünce de devam etti.
        Türkiye’ye dönünce bir de baktım ki kayınpederimin de dostları, onu da sıklıkla
        ziyaret ediyorlardı. Bizim evi bir çok kez ziyaret etmişlerdir. Sami Efendi hazretleri
        de kayınpederinizi ziyaret ederlerdi.
        Burada Sami Efendi’nin hususiyetleri hakkında da birkaç söz
        söylemek isterim. Sami Efendi son derece tevazu sahibi idi. Arafat’taki vazifemizi
        tamamladıktan sonra Sami Efendi hazretlerinin bulunduğu çadırı ziyarete gitmiştik.
        Çadırlarına girdiğimizde Musa Efendimiz orada bulunan misafirlere şerbet
        dağıtıyordu. Sami Efendi bizim geldiğimizi görünce fakiri yanına çağırdı ve “Geçenlerde
        hac ile ilgili bir meseleyi sordular ama halledemedik, ne iyi oldu geldiğiniz, Allah
        gönderdi sizi” deyip merak ettikleri meseleyi sordular. Benim yanımda da bir hac
        rehberi kitabı vardı. Açıp baktık ve mesele ile ilgili detaylı bir malumat edindik.
        Sonra “Elhamdulillah sıkıntımızı giderdiniz” diyerek teşekkür ettiler.
        Bakınız bu mübarek insan o kadar insan içinde dini bir meseleyi sormaktan ve tavzih
        edilmesinden çekinmiyor. Bunu yapabilmek bugün herkes için o kadar kolay değil.
        Etrafımız “her şeyi ben bilirim” diyenlerle dolu. Bu tavır kendilerinin ne denli
        tevazu, ne denli gösterişten uzak ve alçak gönüllü olduklarının bir başka
        göstergesidir. 
        Sami Efendi hazretlerinin ne denli tevazu ve kemal sahibi olduklarına
        dikkat çekmek için kendileriyle ilgili bir başka hatıramı anlatmak isterim. Yine bir
        umre seyahati öncesi idi, hem izin hem dualarını almak maksadıyla kendilerini ziyarete
        gitmiştim. Devlethanelerine gittiğimde ikinci katta bulunuyorlardı. Fakirin umreye
        gitmek için istizan etmeye geldiği haberini kendilerine ulaştırdılar. Bir müddet
        sonra mübarek, Musa Efendimiz ile merdivenlerden inerek geldiler. Hemen yanlarına koşup
        öpmek için ellerine uzandım. Mübarek narin yapılı oldukları için mümkün mertebe
        ellerini incitmemek için hafifçe tutmuştum. Fakat kendileri benim elimi kuvvetle tuttu
        ve öpmeye çalıştılar. Umreye giden birisi olmam hasebiyle fakire hürmet göstermeye
        çalışmışlardı. 
        Altınoluk : Hocam milletimizi
        derinden etkileyen büyük bir felaket yaşadık. Bu hususta da bir şeyler söylemek
        ister misiniz?
        SARAÇ: Evet gerçekten herkesi
        derinden etkileyen bir âfâtla karşılaştık. Benim kanaatime göre bu bir musibettir,
        masiyetimizin cezasıdır. Musa aleyhisselam “İçimizdeki sefillerin yüzünden bizi
        helak etme” diyor. 
        Bu son felakette üç âfât var. Ateş, gark ve harap... Üç müsibet
        birden aynı noktada toplandı. Neydi bu? Nasıl izah edeceksiniz bunu? Son derece muhkem
        binalar bile yerle bir oldu. 
        “Söyle habibim O, size üstünüzden veya ayaklarınızın
        altından bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıp bazınızın hıncını
        bazınıza tattırmaya güçlü olandır.” Biz yirmi senedir birbirimizi
        katlediyoruz. 80 önsesi sağcı-solcu kavgası vardı, şimdi başka kavgalar... Asırlar
        boyu kardeş kardeş yaşayan bizlere ne oldu da birbirimize girdik? İşte bu musibettir.
        Bir masiyetin cezasıdır. Din kardeşliğini bırakacaksın da ondan sonra rahat
        edeceksin, bu mümkün değildir...
        Bu dönemlerde Resulullah Efendimizin siretini çok okumalıyız.
        Ashabı Kiram’ın müşrikler karşısındaki sabru sebatından dersler almalıyız. Din
        kardeşliğimizi yeniden ihya edip istikametlerimizi düzeltmeliyiz. Yeniden mü’min
        olmaya, islâmiyetimizi ihyaya mecburuz.
        Altınoluk : Yeniden mü’min
        olmak için neler tavsiye edersiniz?
        SARAÇ : “Bir kimse bildikleri
        ile amel ederse Allah Teâlâ bilmediklerinin önünü açar” buyuruyor
        peygamberimiz. Öncelikle bildiklerimizle hakkıyla amel etmeliyiz. Yine peygamberimiz “Size
        iki şey bırakıyorum, bunlara yapıştığınız müddetçe dalalete düşmezsiniz,
        sapmazsınız, o iki şey sünnetim ve kitabullahtır” diyor. Kitabımıza ve
        Peygamberimizin sünnetine sarılacağız. Fasık ve facirlerin muhabbetiyle onların
        sözleriyle yolumuzu şaşırmayacağız. 
        Ayeti kerimede Allah Teâlâ “Ey iman edenler Allah’dan korkun ve
        sadıklarla beraber olun” buyuruyor. Allah Teâlâ bu ayette iman edenleri takvaya
        çağırıyor. Namazlarımıza dikkat etmeliyiz, Kur’an tilaveti başta olmak üzere
        zikrullaha çokça devam etmeliyiz. Üç tane zikir faslı vardır Kur’an, evrad ve dua,
        bunlara dikkat etmeliyiz. Tabii sadece bunlar kafi değil aynı zamanda sadık kimselerle
        beraber olmaya azami gayret edeceğiz. Bunları yerine getiren kimse Allah’ın izniyle
        selamete çıkmış olur. 
        Altınoluk : Efendim değerli
        vakitlerinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz.