Dücane CÜNDİOĞLU İle...

"Biz Nerede Hata Yaptık"

            Altınoluk: Bu dönemlerde “zor zamanlardan” geçiyoruz diye herkeste oluşan bir kanaat var. Nasıl bir12.jpg (14588 bytes) zamandan geçiyoruz? Zor zamanda müslümanların durumu nedir? Bunun bir değerlendirmesini yapabilir misiniz? 28 Şubat süreci “zor zaman” için bir başlangıç mıdır? Yoksa devam eden bir sürecin içerisinde herhangi bir kilometre taşı mıdır?
        Dücane CÜNDİOĞLU: Sizin bu “zor zaman” terkibini aynıyla alıyorum ve İsmet Özel’in “Zor Zamanda Konuşmak” kitabını hatırlatmak istiyorum. Hatırlayacaksınız bu kitap 12 Eylül ihtilalinden hemen sonra yayınlanmıştı.
Esas itibariyle bütün devreler için bu “zor zaman” sıfatını kullanabiliriz. Bütün zamanları müslümanlar için “zor zaman” olarak niteleyebiliriz. Mesela Peygamber efendimizin nübüvvetiyle alâkalı olarak 23 senelik bir zaman dilimi var. Genelde ilk 13 yıl Mekke dönemi, işkence dönemi, sıkıntı dönemi olarak kabul edilir. İkinci on yıl Medine dönemi, müslümanların hâkim oldukları, sıkıntıların önemli bir kısmından kurtuldukları bir dönem olarak addedilir. Bu tesbit kısmen doğrudur. Fakat iyi bir okumayla biz, Peygamber efendimizin nübüvvet hayatının 23 yılının da, zorluklarla dolu olduğunu görebiliriz. Yani sadece Mekke döneminde değil, Medine döneminde de büyük zorluklar, sıkıntılar vardı. Peygamber efendimizin vefatından sonra, müslümanlar fetihlere başladıklarında yine sıkıntılar oldu. Hz. Ömer’in taht-ı hilafetinde geçen o muhteşem yıllardan sonra, Hz Osman döneminde de fetih hareketleri ziyadesiyle büyüdü. Peygamber efendimizin irtihalinden sonra, Hulefa-i Raşidin dönemi diye bildiğimiz, dört halifenin devrine girildi. Bu dört halifeden üçü ecelleriyle vefat etmediler. Gerçi hepsi Cenab-ı Allah’ın eceliyle vefat ediyor ama, üçü şehit edildi. İkisi, Hz Osman ile Hz. Ali, müslümanlar tarafından, Hz. Ömer de bir İranlı tarafından şehit edildi.
        Daha sonra İslâm tarihine baktığımız zaman, bir yandan başarıların, diğer yandan mücadelenin sürdüğünü görüyoruz. Müslümanlar siyasî, askerî, maddî ve fikrî bakımdan ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar hep zorlukları oldu. Zorlukların sadece kisvesi değişti. Zorluklar esas itibariyle değişmedi. Aslında biraz daha geriye gidersek, Adem (a.s) zamanından beri, dünyaya geldiğimizden beri biz zorluklar içerisindeyiz. Müslümanlar genellikle kendi ahlaklarına uygun düşen tarzda karşı tarafa bir kudret atfetmeden, tarih boyunca edeben, “biz nerede hata yaptık” sualini sorarak, bu sıkıntıları, sorunları, zorlukları yorumlamışlardır. Yani müslümanlar tarih boyunca, çektikleri sıkıntılarda karşı tarafa bir kudret nisbet etmemişlerdir. Çünkü müslüman Allah’a dayanan, O’na tevekkül eden insan demektir. Allah’a dayanan, tevekkül eden bir insan bu kadar büyük bir güce yaslanan bir insan, aciz varlıklara kudret nisbet etmez. Cenab-ı Allah’a tevekkül etmiş olduğu halde, dayanmış olduğu halde, “niçin bu kadar sıkıntı var, niçin bu kadar aciziz?” dediğinde kimden şüphelenecek, dikkatini nereye çevirecektir? Elbette kendisine. Dolayısıyla burada “zor zaman” nitelemesi, “bu zor zamanı yaşamamıza yol açabilecek hangi hataları yaptık, nerede biz hata yaptık?” sualini sormakla, muhasebesini yapmakla yorumlanabilir, değerlendirilebilir.

        Yaşanan Sürecin Özelliği
        Altınoluk: 1998 zor zamanında müslümanların genel bir değerlendirmesini yapmadan önce bir de müslümanları karşılarına alanların değerlendirmesini yapsak. 28 Şubat süreci dediğimiz dönemde, müslümanlara karşı tavırları nasıl değerlendiriyorsunuz?
        Cündioğlu: Bu film aslında daha evvel defalarca sahneye kondu. O bakımdan özellikle yakın tarihi, cumhuriyet tarihini biraz bilenler, şu anda oynanmakta olan filmin daha evvel de oynandığını bilirler. Meselâ, 1920 ile 1924 arasını düşünelim, sonra bu ilk dört yılı, 1930 ile 1938, hatta biraz daha ileri gidersek 1946’lara, 1950’lere kadar olan dönemle mukayese edelim, o zaman göreceğiz ki siyasi merkez hep başından beri müslümanların pozisyonlarına uygun baskı teknikleri uygulamıştır.          1920’lerde İslâmlığın, müslümanlığın yanında yer alınması, vurgulanması gerekiyordu, fakat daha sonra siyasi merkez bu vurguya ihtiyaç duymadığı andan itibaren, İslâm ikinci plana itilen, zayıflatılan bir sürece sokuldu. 1930’dan sonra, burası çok önemli; reformsiyon çabalarından bile vazgeçildi. Yani 1934’te İslâm’ı reforme etmek isteyen, milli dinin inşası yolunda yazılmış metinler, bizatihi siyasi merkez tarafından muzır yayın kabul edilerek yasaklandı. Toplatılıp imha edildi. İnsanın aklına şu geliyor, “niçin birkaç sene evvel siyasi merkezin uyguladığı politikalar muvacehesinde yazılmış kitaplar yasaklandı? Birkaç senede ne değişti?” Ya da şöyle düşünelim, 1938’den 46’lara kadar baskı politikalarının çok yoğun olduğu bir dönem geçti. Çok partili hayata geçişle birlikte, özellikle 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, 10 yıllık fevkalâde etkileyici bir inkişaf sürecine girildi. 60’dan sonra tekrar bu tam tersi bir politikaya yerini bıraktı. 1980 sonrasını konuşacak olursak, 1980 ihtilaliyle birlikte, siyasi merkezin İslâm’a bakışı, İslâm’ı konumlandırışı müsbet oldu. Ki benim kanaatime göre bu Amerikan politikalarının sonucudur. Sonra hep birlikte Özal dönemini yaşadık. Özal’ın vefatıyla birlikte biraz kırılmalar olduysa bile, süreç bitmedi, bu sefer Refah Partisi dönemi yaşandı. Ve şimdi tekrar başa dönüldü. Dolayısıyla ben, burada tek başına 28 Şubat sonrasını zor dönem olarak nitelemenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Mesela Özal dönemi müslümanlar için daha zor bir dönemdi.          Menderes dönemi keza daha zor bir dönemdi. Ancak takdir edersiniz ki bu zorlukların niteliği farklıydı.
        Tekrar başa atıf yaparak söylüyorum, müslümanlar için esas itibarıyla bütün dönemlerde bir zorluk vardı. “Zor zaman” sıfatını atfedebileceğimiz bir durum hiç ortadan kalkmamıştır. Meselâ Nasr Sûresini hatırlayalım: “İzacâe nasrullahi velfeth...” Dikkat ederseniz orada “insanların akın akın Allah’ın dinine girdiği zaman, Allah’ın nusreti ve fevzi geldiği zaman”, Peygamber efendimiz, tevbeye ve secdeye davet ediliyor. Bu çok dikkat çekici bir husustur. Yani maddi başarılar itibariyle zirveye çıkıldığı an, secde hali, tevbe haline dikkat çekilmiştir.
        13.jpg (43931 bytes)Altınoluk: Mekke’nin fethi günü Peygamber efendimizin, devesinin üzerinde secdeye kapananarak Mekke’ye girmesi gibi.
        Cündioğlu: Evet burada nasr ve fethin geldiği zaman dahi bir zor zamandır. Yani müslümanların sadece Mekke’de işkenceye uğradığı, boykotlara uğradığı zamanların bir zorluğu var. Ancak İzacâe nasrullahi velfeth ayetinin tecelli ettiği o ihtişamlı zaman dilimi de bizatihi zor zamandır. Eğer ayak kayarsa, şeytan mü’minlerin ayaklarını kaydırır, gurura, kibire, tekebbüre, dünyaya, sefahate meylederlerse, o zafer bir hezimete dönüşür. O bakımdan belki “Velasr innel insane lefi husr” ayetlerini hatırlamak gerekir. Yani tarih şahittir ki, insanlık hep hüsran içerisinde olmuştur. Ancak iman eden, sâlih amel işleyen, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna. Dolayısıyla burada zamanın bütünü zor bir zamandır. Mü’minin maddi başarılarının olduğu dönemlerde de imtihan edildiği, imtihan salonundan çıkamadığı bir dönem hep olmuştur. Biz o bakımdan 28 Şubat sonrasını, bütün olumsuz şartlarını dikkate alarak söylüyorum, 28 Şubat öncesi için de nazarı itibare almalıyız. Çünkü meselâ Özal döneminde müslümanların kayıpları, kalbî irtifa kaybedişleri, 28 Şubat sonrasından daha az değildir.

        Hangi Noktada Yaralandık
        Altınoluk: O zaman 28 Şubat sürecinden önce ve sonra size göre müslümanlar hangi noktalarda yaralandılar? Genel bir muhasebe-i nefs te olmuş olur bu. Hem fert olarak hem toplum olarak. Aslında bu toplumsal gelişmeleri değerlendirirken daha ziyade ferde inebilsek.
        Cündioğlu: Haklısınız. Zaten müslümanlığın bu denli siyasallaşması, müslümanın ferdi şuurunu, bizzat şahsi muhasebesini hep ertelemesine ya da önemsememesine yol açtı. Bu hep böyle olmuştur. Çünkü siyasallaşma bir nevi toplumsallaşma demektir. İnsan toplumsallaştıkça bakışlarını, nazarını, kendisine değil dışarıya yöneltir. Nazar harice yöneldiğinde nefsin zaafları boş kalır. Bu tıpkı, savaş için yurdunuzdan dışarı çıktığınızda evi boş bırakmanın gibi birşeydir. O bakımdan aşırı, abartılı bir siyasallaşma bunun beraberinde aşırı bir toplumsallaşmanın oluşmasına yol açmıştır. Bu da müslümanın evini, kalbini biraz boş bırakmasına, ihmal etmesine, ertelemesine yol açmıştır. Yani “müslümanlar bir başarıya ulaşsınlar, biz bunları sonra hallederiz” gibi bir yanlış düşünce ortaya çıkmış, karşı tarafı, dışardaki düşmanı yenersek, içerideki düşmanı yenmek kolay olur zannetmişlerdir. Ama esas itibariyle bu doğru değildir, çünkü içerdeki düşman, evdeki düşman mağlub edilmedikçe, dışardaki düşmanını mağlub etmek mümkün değil. Çünkü bizim hariçteki zaferimiz dahildeki zafere bağlıdır. Kalplerinde, vicdanlarında, fikirlerinde, nefislerinde şeytanı yere yıkamayanlar, dışardaki şeytanları yıkabilirler mi? O bakımdan cihad-ı ekber / cihad-ı sağir meselesini hatırlayalım burada. Müslümanlar dışarıya karşı yıllardır, en azından bu yüzyılı nazarı itibara alarak söylüyorum, bir mücadele verdiler, bir mücadele veriyor göründüler. Fakat asıl düşmanı, kendi içlerindeki düşmanı ziyadesiyle ihmal ettiler.

        İslâm’ı İdeoloji Haline Getirmek
        Ben şimdi 80 sonrasında, bilhassa Özal döneminde müslümanların biraz şımardıklarını, ahireti, öte dünyayı, kendi nefislerini biraz ihmal ettiklerini ve belki de bundan dolayı şimdi bu sıkıntılarla başedebilecek gücü kendilerinde bulamadıklarını düşünüyorum. Biz eğer kendimizle mücadele edebilmeyi ihmal etmeseydik, dışardan gelecek sıkıntıların pek önemi olmazdı. Nitekim sadece Cumhuriyet tarihine bile baksak, o parlak sözler, büyük laflar, bunların hepsi saman alevi gibi sönüp gitmiştir. Ama derinden giden, uzun vadeli düşünen, muhasebe-yi nefsi ihmal etmeyen bir tarz, sürekli, kalıcı, istikbali etkileyici, kuşatıcı olmuştur. Ben bunu biraz da İslâm’ın aldığı modern formla, izah ediyorum. İslâm bir biçimde ideolojileştirildi. İslâm’ın ideolojileştirilmesi sözüyle şunu kastediyorum: 18 yaşla 30 yaş arasındaki insanlara hitap eden bir form öne çıktı. Belki buna kısa bir süre için ihtiyaç vardı denilebilir. Doğru. Fakat bu formdaki bir İslâm vurgusu, 30-40 yaşından sonraki insanlara hitap etmez oldu. Meselâ bakıyoruz üniversite yıllarında çok ateşli olan, çok heyecanlı olan, çok büyük laflar eden kimseler, (kendi nefsimizi de dahil ederek konuşmamız gerekir) evlendikten sonra, hayatın zorluklarıyla karşılaştıktan sonra, çocuklarını kucaklarına aldıklarında aynı söylemi sürdüremez hale geliyor. Bunun sebebi ideolojik formun sadece 20-30 yaş arasındakilerin kullanabileceği ölçülerde üretilmiş olmasından kaynaklanıyor. Oysa İslâm dini beşikten mezara niteleyebileceğimiz kocaman bir zaman diliminde, asırlarca, müslümanların bütün dönemlerinde onlara hitap etti. Beş yaşındaki çocuğun da dinle irtibat kurabileceği bir dili oldu. 20 yaşındaki bir gencin de, 70 yaşında yaşlı bir ihtiyarın da dinle irtibatını kurabileceği bir form oldu. Belki de biz müslümanlar kendi yaşadığımız dönemi, kendi yaş durumumuzu o kadar çok merkeze aldık ki, öyle bir islâmcılık dili ürettik ki bu dilin müşterileri, alıcıları sadece üniversite öğrencileri oldu. Ama üniversiteden sonra, iş hayatına atıldığımızda, yaşlandığımızda, bu kadar dışa yönelik, bu kadar hep başkalarını hesap ederek bir dil oluşturmak, bizim kendimizi fark etmemizi, kendimizi hesaba çekmemizi engelledi. Takdir edersiniz ki bu da bizi güçsüz düşürdü. Şu anda dışardan gelen saldırılara karşı koyabilecek bir halet-i ruhiye, bir iman gücü, bir ahlak gücü ne yazık ki pek yok. Çünkü hep başkalarını dikkate alarak bir dil oluşturduk. Fakat akşam kendi kendimizle başbaşa kaldığımızda bizzatihi kendimizle nasıl konuşacağımızı bilemez bir duruma düştük. Bugün 20-25 yaşındaki bir genç, meydanlarda bağırabilir, sloganlar atabilir, ateşli şiirler yazabilir. Bu onun hakkıdır. Bunu yapması da gerekir, genç adama öfke yakışır. Ama diyelim ki bu gencin 35-40 yaşına geldiği zamanki durumuna baktığımızda, kendisiyle başbaşa kaldığında sürekli kendisini başkalarına cevap yetiştirmek üzere yetiştirmiş bir bilinç durumu, bir kalp durumu, kendisiyle başbaşa kalan bu genci güçsüz bırakacaktır. Meselâ Ramazanların tadının kaçması hep bundan değil midir?

            Hayatımızda Laikleşme
Altınoluk:
İsterseniz onu daha sonra değerlendirelim. Şimdi bir İslâm insanının inşaası noktasında zaafları belirttiniz teorik olarak. Biz bunu bir farklı sayımızda “Kendi İktidar Alanını İslâmlaştırmak” diye vurgulamıştık. Yani hep iktidara talip olma var. Ancak insanın da mutlaka, en azından kendi vücud ülkesinde, hâkim olduğu bir iktidar alanı var. Onu ne kadar islâmlaştırabiliyoruz? Onu tartışmıştık o sayımızda. Siz de bu noktada önemli şeyler söylüyorsunuz. Bunun için daha müşahhas hangi örnekler verilebilir? Şu son dönemlerde tavizler noktasında, müslümanların stratejilerinde, üslup hataları noktasında ...
        Cündioğlu: Bu sıkıntıların en büyük müsebbibi olarak, bir arada yaşamak, medine vesikası, çok hukukluluk gibi parlak lafların edilmesini bu günlerin yaşanmasında en büyük etkenlerden biri olarak görüyorum.
        Başörtüsü mücadelesinin içinde bulunduğu sıkıntıları ele alalım. Bugün başörtüsü bir insan hakları sorunu haline gelmiştir.         Bugün başörtüsü eylemlerinin dinî niteliği hemen hemen hiç kalmamıştır. O bakımdan halkın başörtüsü olaylarının yanında yer alması tamamen seküler bir zeminde cereyan etmektedir. “Yaa ayıp oluyor, hiç yakışmıyor” türünden bir noktaya gelinmiştir. Oysa başörtüsü dini bir meseledir, bir inanç meselesidir, bir ahlâk meselesidir. Bu mevzi terkedildi. Karşı tarafın istediği mevzide konumlanıldı. O mevzi de, bu meselenin insan hakları sorunu olarak tanımlanmasıydı. “İnsan hakları sorunu” olarak tanımlandığı an, biz bu dâvâyı kaybettik.
        Altınoluk: Fikri anlamda böyle bir yanlışlık var. Peki hayatı tanzimde, özel hayatlarında müslümanların hiç laiklik yok mu?
        Cündioğlu: Bu nasıl olmaz? Yani zihnindeki dünya ile yaşadığı dünya arasında sürekli çatışan bir bilinç durumu içindeyiz. Ve müslümanların zihinlerinde muhafaza ettikleri bir İslâm var, bir hayat, bir dünya var. Bir de bizatihi içinde oldukları bir dünya var. Ve dünyayla, zihinlerindeki dünya sürekli, hem de çok şiddetli bir biçimde çatışıyor. Bütün dönemler zor dönemdir dememin sebebi şu; insanoğlu var olduğundan beri, muvahhid insanların, mü’min insanların zihinlerindeki dünya ile yaşadıkları dünya arasında hep bir çatışma oldu. Bu çatışmanın olması gayet tabii. Zaten mü’min olmak bu çatışmayı mevcut yaşanan dünya lehine değil, zihinde yaşatılan dünya lehine bir tercih yapmakla ortaya çıkıyor. Bugün de aynı çatışma var. Bugün müslümanın zihninde bir dünya var, bir de yaşadığı bir dünya var. Müslüman bu dünyaları mümkün mertebe bir birine değmeyecek bir şekilde biçimlendirmeye çalıştı. İki dünya çatıştığında tercihini gittikçe yaşadığı dünya lehine koyuyor. O yüzden, müslümanın zihnindeki dünyanın çapı, hacmi sürekli küçülürken, daha az yer kaplarken, içinde yaşadığı dünyanın alanı, çapı gittikçe büyüyor. İşte laiklik dediğimiz, sekülerizm dediğimiz şey bu. Yani din mü’minin hayatında gittikçe daha az yer kaplarken, dünya ve dünyevi olan daha geniş bir yer kaplamaya başlıyor.
        Altınoluk: O zaman muhasebe-yi nefs noktasında müslümanların sistemin laiklik uygulamalarına karşı bazı eleştirileri ve talepleri oluyor. Bunu ne derece haklı buluyorsunuz?
        Cündioğlu: Ben bunları hep tebessümle seyrettim. Yani karşımızda bizimle pazarlık yapmayı kabul edecek bir muhatap bulunduğunu sanıyoruz, ya da daha doğrusu şöyle söyleyelim, bizi pazarlık yapılabilecek bir muhatap kabul eden bir taraf olduğunu düşünüyoruz. Ve öne bazı şeyler sürüyoruz. “Şunları isteriz, bunları istemeyiz” gibi. Böyle bir şey olmadı. Bu böyle pazarlık yapabilecek iki tarafın olduğunun zannedilmesinden çıkarları olan kesimlerce hep böyle gösterildi. Niçin acaba ortada pazarlık yapabilecek iki taraf olmadığı halde, iki taraf varmış gibi görünüyor. Çünkü müslümanlara hep bir mevzi kazanabilecekleri telkiniyle, ellerindekinin bazılarından vazgeçmeleri istendi. Yani meselâ müslümanlar başörtülü olarak okullara girmek karşılığında, “başkaları isterlerse çırılçıplak dolaşsın, plajlarda istediklerini yapsınlar bizi ilgilendirmez” dediler.          Dememeleri gereken, yapmamaları gereken bir şeyi yaptılar ve münkere, fahşaya ilgisiz kalacaklarını beyan ettiler. Oysa “emri bil ma’ruf - nehyi anil münker” vazifesiyle mükellef bir mü’minin, münkeri ve fahşayı tebcil etmesi, onu görmezlikten geleceğim deme şansı, hakkı yoktu.
        Altınoluk: Peki başörtüsü problemiyle karşılaşan bir müslüman kızın duruşunun nasıl olması gerektiğini düşünüyorsunuz?
        Cündioğlu: Önce bir şikayetimi dile getireyim. Bunu yazmıştım da zaten. Bazı gruplarla olan temas sonucunda, ki ben bunların siyasi merkezin yönlendirmesiyle olduğunu düşünüyorum, müslüman kızlar ve delikanlılar ellerinde gitar şarkı söyleyip oynadılar. Özgürlük şarkıları söylediler. Fakat bu eylemin mahiyeti, niteliği üzerinde durmadılar, düşünmediler. O yüzden Fakülte avlusunda gitar çalıp şarkı söyleyeceklerine, keşke o kardeşlerimiz, bir kaç adım ileride duran Şah Sultan Mescidi’nin haziresine gidip Lâmekani Hazretlerini ziyaret edip bir fatiha okusalardı demiştim. Bu çok kişiyi kızdırdı. Çünkü bu karşı tarafın öfkesini celbedebilecek kadar keskin dinî bir tutumdu da ondan. Gerçi bazıları buna hurafe gibi şeylerle tepki koydular ama bunu ben tercüme ettiğimde eylemlerimizin, tavrımızın dini vasıflarını öne çıkarmamız halinde karşı tarafı kızdıracağımız düşünüldü. Sürekli taviz verildi. Şahsî kişisel tavizler değildi bu. İnandığımız ilkeler zayıflatıldı, sulandırıldı. Bunun karşılığında da karşı tarafın bize bazı şeyleri lutfedeceği umuldu. Ama böyle olmadı. Tam tersine biz hep verdiklerimizle kaldık. Bu arada bizi güçlü kılan haysiyetimizi, bizi dirençli kılan inançlarımızı terketmiş demeyelim ama zayıflatmış olduk.

        Başörtüsü Üzerine...
        Altınoluk: Üniversite hocalarından bazılarının başörtüsü konusunda kız öğrencileri hep tavize yönlendirdiklerini duyuyoruz. Okula devam edip etmeme noktasındaki tercihte bazı çevrelerde bu tavır hâkim. Siz ne tavsiye edersiniz?
        Cündioğlu: Maalesef ortadaki problem iki türlüydü. Biri, bir farzı terketme problemi vardı. Şimdi bazı hocaefendilerin gayretleriyle, bazı görevlilerin gayretleriyle, başörtüsü meselesi, farz olup olmadığı ihtilaflı bir mesele haline dönüştürüldü. İkinci bir husus, başka bir hata yapıldı ve hâlâ yapılıyor, zaten baskı altında kalan bu kız öğrencilerin danıştığı bir kısım hocalar eğitim için bu farzı terkedebilecekleri fetvasını veriyorlar ve biz askerde sakalımızı kestik türünden ucuz gerekçeler öne sürüyorlar. Oysa insan hayatında bir kaç yılın hiçbir önemi yok. Hepimiz hayatımızda bir şekilde birçok yılı ziyan edebiliriz. Bu pek önemli değildir. Çünkü insan şahsiyetini, haysiyetini muhafaza ettiği sürece bu tür zararlar telafi edilebilir. Ama insan haysiyetini kaybettiğiinde, kendisini kendisi yapan unsurlardan vazgeçtiği takdirde geleceğe umutla bakma şansını da aynı zamanda kaybeder. O bakımdan benim başörtüsü mağduru olan, bu zulümden gerekli payı alan kardeşlerime tavsiyem hep şu olmuştur; üzülmeyin insan hayatında birkaç yılın önemi yoktur. Diplomanızı alamayabilirsiniz, ama gelecekte çocuklarınıza belki okuldan mezun olamamış ama haysiyetini muhafaza etmiş birer mü’mine anne olarak dirençli olmalarını söyleyebilir, bu gücü kendinizde bulursunuz. Aksi takdirde diplomasını almış, ama bunun karşılığında şahsiyetini, inancını vermiş, mahcup, geçmişinden utanan insanlar haline gelirsiniz ki, Allah sizleri bunlardan korusun diyorum. O bakımdan insanın bir-iki yılını kaybetmesi, hatta daha ileri gidelim okulunu kaybetmesi dahi çok önemli değildir. Bazı şeyleri açıkça konuşmalıyız. Meselâ başörtüsü olayında o kadar büyük haksızlıklar, zulümlerle karşı karşıyayız ki bazı konuları konuşma şansı bulamıyoruz. Düşünelim bakalım bu kızlarımız nereye koşuyor? Ne okumak için çabalıyorlar? Sosyolojiye gittiklerinde, arkeoloji okuduklarında, biyoloji, kimya, fizik...          okuduklarında, okudukları onların ne işlerine yarıyor? Niçin oraya koşuyorlar? Şimdi bu işin sancılı kısmı, zor konuşulan kısmı. Niçin başlarını açmak gibi bir ihtimali, hiç değilse bazıları, akıllarına getiriyor? Ne adına? Filan okuldan mezun olma adına. Şimdi biz bunları tartışabiliyor muyuz? Okuduğunuz okuldaki derslerin mahiyetini de, bu sizin ahlâkınızı, ruh durumunuzu, karakterinizi, ahiret selâmetinizi, dünya selâmetinizi ne kadar etkiliyor? Bunları konuşabiliyor muyuz?
        Yıllardır İmam Hatiplerin kapanıp kapanmaması meselesini tartışıyoruz. Ama İmam Hatiplerdeki müfredatı, verilen eğitimi, aksaklıkları konuşma şansımız oldu mu? Olmadı. Niye? Çünkü karşı taraf saldırıyor. Bunlar açık kalsın, sonra hallederiz dedik. Ama muhtevayı tartışamadık. Hep şekil üzerinde, kabuk üzerinde kaldık. Bugün de aynı şey var. Başörtüsü zulmü var, çocuklarımızın insafsızca okumalarına mâni oluyorlar, ama bu arada bizim bir soruyu ertelememize çalışıyorlar. O da şu; bu çocuklara buralarda ne öğretiliyor? Bu çocuklar buralarda ne tür alışkanlıklar kazanıyor? Bugün müslüman kızlar için iyi bir anne olma, iyi bir eş olma, hatta bir çoğunu kızdıracağım ama, iyi bir ev hanımı olma düşünülmesi gereken en son şey halini aldı. Şimdi insanın aklına şu geliyor, hatta geliyor değil biraz da böyle, bu kızların önemli bir kısmı anneleri gibi olmamak için, ev kadını olmamak için, sokağa çıkmak için bu kavgayı veriyorlar. Çünkü bu okullara giremedikleri takdirde eve dönecekler. Hiç kimse eve dönmek istemiyor. İstanbul’a, büyük şehirlere gelenler memleketlerine dönmek istemiyorlar. Metropolde tutunmak istiyor ve bunun ancak üniversite eğitimiyle mümkün olacağını bir şekilde hissediyorlar. Bu işin bir tarafı ve biz bunu şimdi konuşma şansına sahip değiliz. Çünkü dışardan gelen baskıların yüzünden çocuklarla bu hususları konuşamıyoruz.

       Allah’a Yönelmek
        Altınoluk: Dışardan baskı gelmeyecek konularda var. Son zamanlarda müslümanlar defileler düzenlemeye başladılar. 5 yıldızlı oteller açıldı. Yani toplum olarak, birer fert olarak bir tevbe yenilenmesine ihtiyaç duyarsak eğer, hangi hususları öne almalıyız?
        Cündioğlu: Bu güzel bir soru. Demin dedik ki, bütün dönemler zor dönemlerdir. Zafere erişildiği anlar daha zor dönemlerdir. İnsanın yüzünü sürekli dışarıya, dünyaya dönmesi kalbini, içini, nefsini ihmal etmesi onu güçten düşürür. Sorunuzdaki ‘tevbe yenilenmesi’ tabirini pek uygun bulmuyorum. Çünkü bu beyaz sayfa açmak gibi bir şey. Zaten bir mü’minin sürekli tevbe halinde olması lâzım. Tevvab olan Allah’ın kulları sürekli münib olmalı, O’na yönelmeli. Biliyorsunuz mü’minlerin sıfatı da tevvabtır, Cenab-ı Allah’ın da sıfatı tevvabtır. Yani tevvab sürekli Allah’a yönelen demektir. Biz yüzümüzü dünyaya çok fazlasıyla yönelttik ve Allah’ı ihmal ettik, terkettik. Bu Kur’anî bir tabirdir. Allah’ı unutmayın Allah da sizi unutmasın denir. Âlimlerimiz unutmanın terketmek mânâsında olduğunu söylerler. Bir şeyi terk ederseniz onu unutmuş olursunuz.
Kur’an’ı biraz okuduğumuzda hemen bunu göreceğiz, Kur’an mü’minin yüzünün sürekli Allah’a yönelik olmasını teklif eder. Bizse yüzümüzü geçici olana, akmakta olana fazlasıyla çevirdik. Sabit olana çevirmedik. O yüzden bizim yönelmemiz gereken kıbleyi unuttuğumuz için, tabir ağır olur mu bilmiyorum ama, Allah’ı unuttuğumuz için, Allah da bizi unuttu ve sadece dünyevi güçlerimizle zelil hale geliyoruz. Mânevi güçlerimizden soyutlanmış durumdayız, onunla mücehhez değiliz. Peki insan kalbini nasıl imar eder? Bu elbette ibadetle olur. İnsanın kendisiyle başbaşa kalmasıyla mümkün olur. Tezekkürle, tefekkürle mümkün olur. Ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikretmekle olur. İslâm’ın en büyük rahmet tarafı da buradadır, birçok imkan var. Meselâ üç aylar çok büyük bir imkandır.

        Ramazan’a Doğru
        Altınoluk: Yeri gelmişken şunu da sormak istiyoruz. Bir Ramazan iklimine giriyoruz. Bu çerçevede bir Ramazan nasıl değerlendirilmelidir?
        Cündioğlu: Ramazan ayı bizim nesil için -şu yedi-sekiz yıldır- hep tatsızlaştı. Acaba niçin? Niçin Ramazanların tadı, bereketi kalmadı. Bunun sebebi itikaf gibi Kur’ani bir kavramın gündemimizden çıkmasıyla alâkalı. Kendimize yönelme alışkanlıklarımızı kaybetmemizle alâkalı. Şimdi Ramazan geliyor. Bakalım siyasi merkez ne tür promosyonlar hazırladı. Dahe evvel Ali Kalkancı Fadime Şahin masallarıyla Ramazanı zehir etmişlerdi. Geçen Ramazanı Türkçe ibadetle zehir ettiler. Bunu kasdi olarak yapıyorlar. Müslümanların burada çok uyanık olmaları lâzım. Çünkü biliyorlar ki müslümanlar kendilerini farkederlerse, asıl güçlü oldukları alanı farkederlerse müslümanlarla başa çıkmak zor. Onun için müslümanları daha fazla dünyevileştirmek, onların kendilerini farketmelerini, kendilerine dönmelerini, mânevi bakımdan güçlenmelerini imkansız kılmak için, bu konuda en büyük imkanlarımızdan biri olan Ramazan ayını boğuntuya getiriyorlar. Yani bizi Ramazan ayında kendimizle başbaşa bırakmıyorlar. Bu tamamen seküler bir baskıdır. Dünyevileşmenin 12 ayda bir aya bile tahammül edememesiyle alâkalı birşeydir. O bakımdan mü’min Rabbine yöneleceği, kendini farkedebileceği imkanları en sonuna kadar kullanmak zorundadır.
        Altınoluk: Meselâ ne gibi imkanları kullanabilir?
        Cündioğlu: Meselâ Kur’an-ı Kerim Ramazan ayında mübarek bir gecede nazil olmuştur. O geceyi Kur’an-ı Kerim Kadir gecesi olarak niteler. Yani âlem Ramazan ayında Kur’an-ı Kerim’in nuzülü ile şereflenmiştir. O yüzden Kur’an-ı Kerim’in nuzülü şerefine Cenab-ı Allah Ramazan ayını oruç ayı kılmıştır. Ben bunu hep söylerim, Ramazan ayı esas itibariyle Kur’an ayıdır. Ve bu ay şerefine biz, yemek, içmek ve cinsi münasebetten belli bir süre kendimizi uzak tutarak, yani oruç tutarak, Cenab-ı Allah’a ibadet ediyoruz. Dualarımızı, ibadetlerimizi daha fazla arttırmaya çalışıyoruz. Bu bence dünyevileşmede, siyasallaşmada, dünya gailelerinden zihnimizi uzak tutmak için güzel bir fırsattır. Bu tıpkı şuna benzer; televizyonun zihinlerimizi, ilişkilerimizi bozmasına nasıl sohbetle karşı koyuyorsak, bir kaç müslüman kendi aramızda sohbet ettiğimizde televizyonu kapatabiliyorsak, o çirkinliklerden belli bir süre uzak kalabiliyorsak, ibadet ettiğimiz zamanlarda da, bu sıkıntılardan, bu münkerden küçük bir zaman dilimi için bile olsa kendimizi uzak tutma imkanı elde ederiz.
        Burada bir noktanın yanlış anlaşılmaması gerekir: Dünyadan uzaklaşmaktan, dünyayı terketmekten söz etmiyorum. Dünyanın içine daldığımızda muhasebeyi nefs yapmamız gerektiğini hatırlayamıyoruz. Bunu dünya gailelerinden uzak durmak, yalnız başına bir yere çekilmek anlamında kullanmıyorum. Tam tersine bu gailelerden kısa bir süre için bile olsa uzak durmayı becerebildiğimiz an muhasebeyi nefs ile meşgul olabileceğimizi fark ederiz. Yani muhasebeyi nefs yapmak için değil, çünkü muhasebeyi nefsi hayatımızın bütün zamanında yapmak zorundayız, nefis muhasebesi yapmamız gerektiğini hatırlamamız için bu mübarek zamanları unutmamak gerekir. Ramazan ayları zor zamanlara da denk gelebilir.

Altınloluk: Efendim teşekkür ederiz.