* Nükleer enerji -  Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre
milligazete - Eylül  - 2004  - Selami Çalışkan
Ahmet Yüksel Özemre
Nükleer enerjiye geçmemiz lâzım.

* Hocam, enerji nedir?

- Enerji, fiziksel bir sistemin etkileşimde bulunduğu başka bir sistemi değiştirme yeteneğini ölçen fiziksel bir büyüklüktür. Enerjinin mekanik, ısı, elektromagnetik, nükleer gibi türleri vardır. Bu çeşitli enerji türleri birbirlerine uygun araçlar vasıtasıyla da dönüştürülebilir. Son zamanlarda bazı kimselerin "Pozitif enerji – Negatif enerji" diye kendilerinden uydurdukları kavramlar da var ki, bunlar asılsızdır. Enerjinin pozitifi negatifi olmaz. Enerji, enerjidir.

* Kullanılabilir enerji üretmek için enerji santrallerinin tasnifini yapar mısınız?

- "Hidroelektrik santraller" barajlarda suların birikmesi ve bu suların kontrollü bir biçimde akıtılması ile turbojeneratör denilen makineler aracılığıyla elektrik üretirler. Petrol ürünlerinin ya da kömürün yanması ile elde edilen ısının gene turbojeneratörler aracılığıyla elektriğe dönüştürülmesi "termik santraller"in prensibidir. Rüzgâr santrallerinde ise rüzgârın pervaneli bir motoru döndürmesiyle elektrik üretilir. Nükleer santrallerde ise uranyum atomlarının kontrollü bir şekilde parçalanmasıyla ortaya çıkan ısı enerjisinin su, helyum gazı ya da eriyik metal gibi bir akışkanı yüksel sıcaklıklara taşıyıp bunun ısısını ısı eşanjörleriyle ikinci bir su devresine intikal ettirmek sûretiyle oluşan buharın turbojeneratörlerden geçirilmesiyle gene elektrik enerjisi üretilir. Muhtemelen 2050 yılında doğru "Füzyon santralleri" de ortaya çıkacaktır. Orada yine nükleer süreçler vâsıtasıyla enerji üretilebilecek.

* Bir de Güneş enerjisinden bahseder misiniz?

- Evet, Güneş enerjisi aslında elektromanyetik enerjisinin Dünyâ'da ısı enerjisi olarak algılanan şeklidir. Güneş enerjisinden iki türlü istifade edilebilir: 1) ya parabolik aynaların üzerine düşen güneş enerjisini tek ya da çizgisel bir odakta toplayıp bu düzen aracılığıyla çok yüksek sıcaklıkta buhar elde etmek ve bu buharı tekrar turbojeneratörler vâsıtasıyla elektrik enerjisine dönüştürmekle, yahut da 2) üzerine düşen güneş enerjisini doğrudan doğruya belirli bir oran dahilinde elektrik akımına çeviren "güneş panelleri" aracılığıyla. Burada dikkat edilmesi gereken şudur ki dünyamızda daha çok konvansiyonel enerji kaynakları, yâni: petrol ürünleri, kömür, odun, hidroelektrik ve nükleer kaynaklar egemendir. Bu konvansiyonel kaynaklardan istifa etmek sûretiyle elektrik üretmeye kalkacak olursanız bu elektriği, ister sanayii uygulamalarında ister domestik kullanımlarda olsun, 1) kontrollü bir şekilde, 2) istediğiniz düzeyde ve 3) istediğiniz zaman süresince üretilebilirsiniz. Bu tabii herkesin işini kolaylaştıran bir durumdur.

* Güneş enerjisinden hareket edilerek elektrik üretimi kontrol edilemez mi?

- Hayır, kontrol edilemez. Çünkü Güneş doğarken ve batarken güneşin ışınlarının etkisi daha azdır. Ancak Güneş zirvede iken, yani öğle vakti bu etki maksimumdur. O zaman biz güneş enerjisini kontrollü bir şekilde değil, âdetâ Güneş'in istediği şekilde üretebiliriz. Güneş batınca enerji üretimi de durur. Güneş enerjisinden geceleyin de yararlanmak istiyorsak, gündüzün üretilen enerjiyi akümülatörlere doldurmamız gerekir.

* Kamuoyunda güneş enerjisi en ucuz, hattâ bedâva enerji olarak biliniyor. Siz ne diyorsunuz?

- Kamuoyunun bu kanaati yanlıştır. Çünkü güneş enerjisini, eğer geceleyin de kullanmak istiyorsak, depolamak gerekir. Oysa bu enerji bugünkü teknolojik imkânlarla ancak akümülatörler aracılığıyla depolanabilir. Akümülatör sanayii ise hem asit sülfürik sanayiine hem de kurşun sanayiine dayanır. Asit sülfürik ve kurşun sanayiileri ise bugün çevreyi en fazla kirleten sanayi türleridir. Binaenaleyh; güneş enerjisi vehmedilmekte olduğu gibi hiç de çevre dostu bir enerji türü değildir.

* Ya rüzgâr enerjisi?

-Bu konuda da kamuoyunu yanıltılmaktdır. Rüzgâr enerjisi de güneş enerjisi de, enerji kaynakları olarak, bugünkü konvansiyonel enerji kaynaklarının yerini asla tutamazlar. Hiç kuşkusuz bunlardan da yararlanmak lâzımdır. Ama büyük bir ütopyaya kapılıp da güneş ya da rüzgâr enerjisinden bütün dünyanın elektrik enerjisi ihtiyacının sağlanabileceğini ummak yalnızca safdilliktir.

* Bir misâl verir misiniz?

- Türkiye yaklaşık 8800 km.lik bir kıyı şeridine sâhip olup rüzgarın da, enerji üretiminde, en verimli olduğu yerler kıyı şerididir. Şimdi kıyı şeridinde her kilometrede bir, 600 kilovatlık nominal bir güce sâhip bir rüzgâr santralı kurarsanız, bunların bugünkü geçerli toplam mâliyeti yaklaşık 5,5 milyar dolar eder. Fakat rüzgâr santrallerinin, rüzgârın bir yerde hep aynı şiddette ve sürekli esmemesinden ötürü, ancak yüzde yirmi civârında bir verimleri vardır. Yâni 600 kilovatlık bir nominal güce sâhip olan bir rüzgâr santralı aslında sürekli çalışan 120 kilovatlık bir motora eşdeğerdir. Buna göre 8800 rüzgâr santralinin bir yılda üretebileceği elektrik ancak 1056 megavat-elektrik'lik bir nükleer santralin bir yılda üreteceği elektrik kadardır. Halbuki 1000-1100 megavatlık-elektrik gücündeki bir nükleer santral en fazla 3 milyar dolardır. Yâni rüzgâr santralleri nükleer santrallerle karşılaştırıldığında yatırım bakımdan hiç de kârlı değildirler. Bir nükleer santral devamlı şekilde, senenin her günü ve aynı tempo ile çalışır. Rüzgâr santralı öyle değil. Rüzgarın şiddetine göre bir azalır, bir çoğalır. Bir rüzgâr santralinin ömrü 20 senedir, bir nükleer santralin ömrü ise 40 senedir. Bütün bunlar hesaba katıldığı takdirde gerek rüzgar enerjisinden ve gerekse güneş enerjisinden elektrik üretmeye yönelik santrallerin muhakkak kullanılmaları gerektiği, fakat bunların hiçbir zaman çok çevre dostu olmadığı gibi aynı zamanda hiçbir konvansiyonel enerji kaynağının yerini tutamayacağı da aşikârdır. Kamuoyu bunu bilmemektedir. Özellikle nükleer enerjiye karşı olanlar ve işin kendilerine kazandıracağı parayı düşünenler, hükümetleri kafese koymak için devamlı sûretle güneş ve rüzgâr enerjileri hakkında propaganda yapmaktadırlar. Bunlara karşı hükümetlerin de kamuoyunun da dikkatli ve bilinçli olmaları elzemdir.

* Nükleer santralleri savunanlar, hidroelektrik santrallerini yererken, barajlar yüzünden geniş arazi kesimlerinin su altında kaldığını iddia ediyorlar. Siz bu fikre katılıyor musunuz?

- Bana göre hidroelektrik santrallerden de nükleer santrallerden de istifade etmeliyiz. Hemen şunu da belirteyim ki barajların ömrü de nâmütenahî değildir. Büyük barajlar ortalama 40-50 sene dayanmaktadırlar. Barajlara sularla birlikte gelen kum ve çakıllar, barajların dolmasına ve kullanılamaz hale gelmesine vesile olurlar. Türkiye’de daha akarsulardan istifade edebilmemiz için 20-25 bin megavatlık bir hidrolik potansiyelimiz var. Fakat bu bugünden yarına hemen gerçekleşebilecek, kuvveden fiile çıkacak bir imkân değildir. Bu potansiyelin tümü, gerek finansman gerekse diğer teknik zorluklardan ötürü, ancak en aşağı bir 20-30 sene sonra gerçekleşebilecektir. Akarsular Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacının tümünü karşılayabilecek bir kaynak değildir. Bunun muhakkak başka enerji kaynaklarıyla takviye edilmesi lazım.

* Türkiye’de ne kadar toryum var?

-Türkiye’de tesbit edilmiş 380 bin ton toryum rezervi var. Fakat Türkiye’deki toryum cevheri, ilerde bize toryumu da kullanabileceğimiz nükleer reaktörler yapabilme imkânını verecektir. Ama o bugünden yarına olacak bir iş değildir. Hindistan bu işe 50 senesini yatırmıştır ve başarılı olmak üzeredir.

* 380 bin ton toryum, nükleer reaktörlerde kullanılsa, ülkemizin kaç yıllık elektrik ihtiyacını karşılayabilir?

-Türkiye’deki sadece bugün tesbit edilmiş 380 bin ton toryum rezervi, bizce Türkiye’nin 400-500 senelik elektrik ihtiyacını temin edebilecek büyüklüktedir. Türkiye’de halihazırda tesbit edilmiş 10 bin ton Uranyum vardır. Ama şurasını da söyleyeyim ki bu tesbitler çok sistematik bir araştırmaya dayanan tesbitler değil, tesadüfen bulunmuş tesbitlerdir. Benim kanaatimce Türkiye sathî ve derinliğine doğru taransa Türkiye’de en az 1 milyon ton toryum ve 1 milyon toryumun bulunduğu yerde de en az 150-200 bin ton Uranyum cevheri bulunacaktır.

* Bu rakamlar neyi gösterir?

- Bu rakamlar bize Türkiye’nin nükleer enerji kaynağı bakımından çok müsait bir ülke olduğunun ilk belirtileridir. Dolayısıyla hükümetin 1) bunun üzerine gitmesi, 2) gerek toryum, gerekse uranyumun çok geniş bir şekilde araştırılmasının sağlanması ve 3) Türkiye’nin kendisine mahsus uzun vâdeli bir nükleer enerji politikasının tesbit edilmesi gerekir.

* Şimdiye kadar Türkiye’nin nükleer enerji politikası tespit edilmemiş mi?

- Şimdiye kadar böyle bir politika için Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nin eski Nükleer Enerji Enstitüsü tarafından geliştirilmiş teklifler var ama hükümetler tarafından alınmış bir prensip ve strateji kararı yok. Sâdece Yüksek Bilim Şurası, 1993 senesinde Demirel-İnönü koalisyonu zamanında nükleer enerjinin geliştirilmesini 4. sırada bir öncelik verilmiştir. Proje olarak kabul edilmiştir ama bunun peşinden koşan kimse olmamıştır.

* Türkiye’nin enerji ihtiyacı yerinde mi sayıyor?

- Tam tersine. Türkiye genç bir nüfusa sahip, dinamik ve durmadan sanayileşen ve de doğurgan bir ülke. Nüfusumuz her yıl % 1,7 civârında artmaktadır. Bu sanayileşme sürecinde elektrik enerjisine çok ihtiyacımız var. Her sene bizim elektrik enerjisi ihtiyacımız bir önceki yıla oranla yüzde 6 ile yüzde 14 oranında artıyor. Bu artış her sene yüzde on oranında artsa, yedi sene sonra bizim elektrik enerjisi ihtiyacımız ikiye katlanmış olacaktır. Bugün Türkiye'nin kurulu elektrik gücü 28 bin megavat kadardır.. Eğer yıllık ihtiyâcımız her yıl yüzde on artarsa 7 yıl sonra yâni 2011 yılında kurulu gücümüzün 56 bin megavat olması gerekecektir.

* Gelişmiş Batı ülkelerinin elektrik ihtiyacı artmıyor mu?

- Amerika, Kanada, Japonya, İngiltere ve Avrupa’daki diğer ülkelerin ihtiyaçları bizim kadar fazla artmıyor.

* Niçin artmıyor?

- Çünkü onların nüfusu bizim gibi artmıyor. Ayrıca bu ülkelerde endüstriyel gelişme hemen hemen satürasyona yaklaşmış bulunmakta. Onlarda elektrik enerjisi ihtiyacı seneden seneye yüzde 0,5 ilâ 1,5 arasında değişiyor. Bundan dolayı Türkiye’den çok farklı ülkeler. 1972 senesinde ilk defa Türkiye Atom Enerjisi Kurumu tarafından neşredilen bu raporda Türkiye’nin 2000 senelerini de kapsayan bir enerji ihtiyacı prospeksiyonu yapıldı. Bu raporu rahmetli Profesör Nejat Aybers, Profesör Sadık Kakaç ve bendeniz hazırlamıştık. Bu rapora göre 2000-2010 senesi arasında Türkiye büyük bir enerji darboğazına girecekti ve dışa bağımlılığımız da müthiş bir şekilde artacaktı.

* Raporunuzdaki öngörüler gerçekleşti mi?

- Evet, hakikaten de öyle oldu. Son değerlendirmelere göre de daha 2010 senesi hâlâ kritik bir senedir. Binaenaleyh 2010 senesine kadar hükümetin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi lâzımdır. Bunların başında da nükleer enerji gelmektedir. İş nükleer enerjiye geldiği takdirde şurasına dikkatinizi çekmem lazım ki: Dünya Petrol Karteli (yâni petrol kaynaklarını elinde tutan Batılı Petrol Şirketleri) bırakınız henüz Türkiye gibi nükleer enerjiye geçmemiş ülkeleri, nükleer enerjiye Avusturya gibi geçme aşamasında olan ya da Almanya, İsveç, İtalya gibi nükleer enerjiye geçmiş ülkelerin dahi nükleer enerjiden uzaklaşmaları için ellerinden gelen her türlü imkânı kullanmaktadırlar. Dünyâ Petrol Karteli ile bunun maşalarının sâyesinde Avusturya nükleer enerji üretemeden 700 megavat-elektrik gücündeki ilk ve son nükleer santralini kapatmış; İsveç moratoryum ilân etmiş; İtalya bütün nükleer santrallerini kapatmış ve Almanya da koalisyon ortağı Yeşiller Partisi'nin icbâr etmesiyle aşamalı bir şekilde nükleer santrallerinin kapanması için bir prensip kararı almıştır.

* Türkiye nükleer enerjiye teşebbüs etti mi? Ettiyse ne oldu?

- Evet, Türkiye nükleer enerjiye geçmek için üç kere teşebbüs etmiş, ancak bu üç teşebbüsü de iç ve dış muhalefet yüzünden akim kalmıştır. Türkiye’nin muhakkak surette nükleer enerjiye geçmesi lâzımdır. Bugün isâbetli bir stratejiyle kullanıldığı takdirde nükleer enerji çevre dostu bir enerjidir. Termik enerji santrallerinin aksine nükleer santraller, atmosfere, sera etkisine katkıda bulunan karbondioksit gazı ya da asit yağmurlarına yol açan sülfüroksit ya da azotoksit gazları salgılamazlar. "Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini"ne uygun olarak inşâ edilen nükleer santrallerde, Allah korusun, Çernobil kazâsı gibi bir kazâ olsa dahi çevre radyoaktif kirlenmeye mâruz kalmaz. 1979 yılında Chicago'daki Three Miles Island nükleer reaktörü bu doktrine uygun olarak ve bütün reaktör 1-1,5 metre kalınlığında betonarme bir koruma kabının içinde olacak şekilde inşâ edilmiş olduğundan vuku bulan Çernobil tipi bir kazâda personelin bu koruyucu kabın dışına çıkıp kapısını kapatmasıya bütün radyasyon bu koruma kabının içinde ilânihâye hapsedilmiş ve kimse de radyasyon dolayısıyla ölmemiştir. Çernobil reaktöründe ise böyle koruyucu bir kap olmadığı için radyasyon çok geniş alanlara yayılabilmiştir. Hemen şunu da söyleyeyim ki Türkiye'nin her üç teşebbüsünde de teklif veren firmalardan söz konusu doktrine uygun teklifler istenmiştir. Verilen teklifler de hep bu şarta uymuşlardır.

* Nükleer atıklar halkı ürkütüyor. Nükleer atıkları ne yapacağız?

- Nükleer atıklar halli olmayan bir mesele değildir. Bunlar reaktörün de bulunduğu koruma kabının içindeki büyük havuzlarda muhafaza edilebilir. Son yapılan nükleer santral ihâlesinde bu teklif şart olarak vardı. Yâni nükleer santralden çıkan bütün atıkları 40 sene müddetle havuzlar içinde muhafaza edecek tesisat da nükleer santralle birlikte verilecekti. Nükleer santral ömrünü doldurduktan sonra da bu atıklar gene koruma kabının içindeki bu havuzlarda muhafaza edilecektir.

* Diyelim ki Türkiye iç ve dış muhalefete rağmen nükleer enerjiye geçti. İşte o zaman nelere dikkat etmeliyiz?

- Türkiye nükleer enerjiye geçtiğinde iki şeye dikkat etmesi lazım. Birincisi alacağınız nükleer santralin Türkiye’nin menfaatine uygun olmasıdır. Yâni kısa bir süre sonra Türk mühendislerin bu santralin önemli bir bölümünü kendilerinin yapabilmesini sağlayacak reaktör tipini seçmemiz lâzım. Dikkat edilmesi gereken ikinci husus ise Türkiye’nin Toryum rezervinin de nükleer santrallerde kıllanılabilir olasıdır.

* Yeni hükümete bu konuda bir teklif götürdünüz mü?

- Benim hiçbir yere hiçbir teklif götürme yetkim yok evlâdım. Ben haddini bilen bir insanım. Şimdiki hükümetin enerji bakanı bu işe aklı yatan çok değerli bir mühendistir. Bir "Toryum Araştırma Enstitüsü"nün kurulması için bazı teşebbüslerin Enerji Bakanlığı tarafından yapıldığını duyduk. Bu iyi bir havâdis.

* Bizim nükleer santral yapmamıza niçin müsaade etmiyorlar?

- Bunun başlıca görünür sebebi hükûmetlerin mütereddid olmaları ve bu işe ömrünü vermiş olan bilim adamlarına itibar etmemeleridir. Türkiye, 1974’te bu işe soyundu ama başarılı olunamadı. 1982-1983 senesinde bu işe soyunuldu, başarılı olunamadı. 1998-2000’de tekrar bu işe soyunuldu, fakat başarılı olunamadı. Bu dönemlerde niçin başarılı olamadıklarının araştırılması lazım. Bunun için de bu işi bilen adamlarla hükümetin bir araya gelip, bu işin arkasında hükûmetin bilemeyeceği ne türlü oyunların oynandığını hükümetin öğrenmesi lâzım. Hükümetler ilim adamlarına pek destek olmazlar. İlim adamlarının söyledikleri sözlere de pek aldırmazlar. Çünkü ilim adamları hükümetlerin istediği şeyi söylemezler. Onlar ilmin gereğini söylerler. Ben şu ana kadar 40 sene vatana-millete-devlete hizmet ettim. Hasbelkader Türkiye’nin ilk Atom Mühendisi'yim. 1958 senesinde Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Milli Enstitüsü’nden mezun oldum. Bu konuda istek üzerine ve görevlerim gereği 2000 sayfadan fazla rapor yazdım. Bu raporların bir cümlesine bile itibar edilmedi. En son nükleer santral ihâlesinde Enerji Bakanlığının Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü'ydüm. Enerji Bakanı'nın bilim adamlarını dinleyeceği yerde kendi bürokratlarını dinlemesi üzerine ikrâh edip bu görevden istifâ ettim. Sonra 1998-2000 arasında TEAŞ'ın Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi'nde Başdanışmanı oldum. Orada bir sürü rapor yazdım. En sonunda, o zaman Enerji Bakanı'nın danışmanı olan Prof.Dr. Ahmet Bayülken ile birlikte, ihâleye giren üç firmanın tekliflerini en ince ayrıntısına kadar inceleyen 221 sayfalık analitik bir rapor yazdık. Ama ortada muazzam bir rüşvetin dönmekte olduğu apaşikârdı.

* O zamanki hükümet ne yaptı?

- Ne yapacak, bizim rapora itibar edeceği yerde "Aman büyük bir skandal çıkmasın ve kabinenin istikrarı bozulmasın!" diye projeyi 25 Temmuz 2000'de iptal etti.

* Bu raporu yazmak için ne kadar evrak okudunuz?

- Bu raporu yazmak için 25 bin sayfalık ihâle dökümanı tetkik ettik. Bunun neticesinde teklif veren üç firmadan ikisinin nâmuslu tekliflerine karşılık üçüncü bir firmanın teklifinin ise son derece hilelerle dolu olduğunu ortaya koyduk. Bu 221 sayfalık rapor; o firmanın iç yüzünü ortaya koyan bir rapordur. Fakat buna mukabil TEAŞ’ın idâresi, zamanın Enerji Bakanı'na rağmen, her nedense o üç kağıtçı firmaya bunu ihâle etmeye karar vermiş gözüküyordu. Bu firma daha evvel Arjantin’deki kazandığı bir ihâlede Atucha-II nükleer santralin inşâsını 25 senedir hâlâ bitirmemiş bulunmaktadır; Brezilya’daki Angra-II nükleer santralini ise ancak 24,5 senede bitirebildi. Hâlbuki bir reaktörün inşası en fazla 6,5 sene sürer. Eğer ihâle o firmaya verilseydi Türkiye en az 20-25 senelik bir mâceraya atılacaktı ve en aşağı 40 milyar dolar zarara girecekti. Çünkü bu firma bize teklif ettiği reaktörün projesini bile daha kağıt üzerinde tamamlayabilmiş değildi. Yâni bütün projenin kâğıt üzerinde tamamlanmasının masraflarını bile Türkiye'nin sırtından çıkarmak istiyordu.

* Bu firmanın ismi nedir?

- İsmini telâffuz etmek istemem. Herkes biliyor zâten. Yabancı bir Alman-Fransız konsorsiyumu. Biz Türkiye’ye lâyık olduğu nükleer santralleri kazandırmaya çalışırken, bütün çabalarımıza rağmen muvaffak olamadık ama en azından söz konusu konsorsiyumun Türkiye’ye 25 senesini kaybettirmesinin ve 40 milyar dolar da zarar vermesinin önüne geçtik.

* Hakkınızda açılan davâlar bu nükleer santral ihâlesi yüzünden mi?

- Hayır nükleer santral yüzünden değil. Daha önceki bir döneme ait. Benim Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olduğum sırada Rusya’da vuku bulan Çernobil kazâsından 6 sene sonra 1992-1993 senesinde Süleyman Demirel-Erdal İnönü koalisyonu, siyasî bir manevra olarak Turgut Özal’ı Çankaya’dan indirmek için, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki çocukların Çernobil kazâsından ötürü kanser olduğu şâyiasını yaydı ve bunda da benim, görevimi savsaklamam dolayısıyla, suçum olduğunu iftirâsını attı. Zamanında ve yeterli tedbir almadığım iddiasıyla savcılıklara 400'den fazla da suç duyurusunda bulundular. Bu suç duyurularını hepsi de SHP kanadından neşet etmekte ve 40 yıl hapsimi ve 40 milyar da para cezâsına çarptırılmam taleb ediyordu. Hattâ Süleyman Demirel Başbakan, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı, Yıldırım Aktuna Sağlık Bakanı olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na benim hakkımda şahsen suç duyurusunda bulundular. Bu suç duyurularının hepsinden beraat ettim. Bu yetmedi. Bu sefer de TBMM’de 12 milletvekilinden oluşan bir "Araştırma Komisyonu" kuruldu. "Çernobil Kazası’nın Türkiye Üzerindeki Etkileri ve Görevini Savsaklamış ya da Gerekli Tedbirleri Almamış Kimseler" hakkında soruşturma açıldı. Dokuz buçuk ay süren bu soruşturmanın sonunda Komisyon'un 103 sayfalık raporu Resmi Gazete’de neşredild. Bu rapor TBMM’nin bir toplantısında ittifakla kabul edildi ve ben diğer sanıklarla birlikte ibrâ edildim Ama. bu iddialar şimdi gene hortlamış vaziyette. "Çernobil Kazası"nın üzerinden 18 sene geçtikten sonra iki kişi İstanbul Adliyesi’nde, biri bu kazâ dolayısıyla, ailesinden 8 kişinin ölümüne sebep olduğum ve bir diğeri de ailesinden 5 kişinin ölümüne sebep olduğum iddiasıyla hakkımda tazminat ve cezâ dâvası açtılar. Ayrıca 94 AKP Milletvekili de bu konuda tekrar bir Meclis Soruşturması açılması için 3 Haziran 2004 tarihinde Meclis Başkanlığı’na dilekçe verdiler. Yine Trabzon Esnaf ve Sanatkârlar Birliği Başkanı da benim aleyhimde bir cezâ ve tazminat davası açtı. Bakalım ne olacak?

Ben ise Çernobil kazâsı ile ilgili olarak Türkiye'nin ve bendenizin çilesini ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun almış olduğu bütün tedbirleri 1993 tarihli 280 sayfalık “Türkiye’nin Çernobil Çilesi” ve Nisan 2004 tarihli 340 sayfalık “Çernobil Komplosu” isimli kitaplarımda ayrıntılarıyla kamuoyuna takdîm etmiş bulunmaktayım.

* Türkiye elektrik enerjisi ihtiyacının şu anda ne kadarını dışardan satın alıyor?

- Yüzde 70 kadarını. Yâni biz ancak yüzde 30’unu üretiyoruz.

* Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacı her yıl artıyor mu azalıyor mu?

-Tabii ki nüfus artışıyla birlikte elektrik enerjisi ihtiyacımız da artıyor. Nüfusumuz her yıl % 1,7 oranında artıyor. Dünyada en hızlı artan nüfusa sahip 3-5 ülkeden biriyiz. Öte yandan sürekli bir biçimde sanayileşiyoruz. Bütün bunlar daha çok enerji tüketimi demek. Her sene bir önceki yıla oranla enerji ihtiyacımız da yüzde 6 ilâ yüzde 14 oranında artıyor.

* Enerji açığını kapatmak için ne yapmalı?

-Enerji açığını kapatmak, hükümetlerin sapmadan uygulayacağı bir plânla mümkün olur. 1946’da General de Gaulle’ün tesbit ettiği ve o târihden bu yana gelip geçmiş bütün Fransız hükümetlerinin de sapmadan uyguladıkları bir plân sâyesinde nükleer enerjiden elektrik üretiminde en ileri devlet Fransa olmuştur. Fransa elektrik enerjisinin yüzde 76’sını nükleer santrallerden sağlıyor. Bu iş için sâdece ve sâdece siyasî irâde lâzımdır. Bilim adamları kendi başlarına hiçbir şey yapamazlar.

* Çernobil Santrali patlayınca Türkiye Atom Enerjisi Kurumu olarak ne yaptınız?

-Türkiye Atom Enerjisi Kurumu olarak her yerde radyasyon ölçümü yaptık. “Bu radyasyon halkımıza zararlı olur mu olmaz mı?” onu tesbit ettik. Gördük ki zararlı değil. Onun ötesinde çay, tütün, fındık gibi stratejik maddelerimizde radyasyon oranını ölçtük. Gördük ki bu maddelerdeki radyasyon oranları da zararlı değil. Yâni Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi’nin bilimsel olarak tesbit etmiş olduğu uluslararası normlara göre kabûl edilebilir radyasyon değerleri düzeylerinde oldukları yâni zararsız oldukları ortaya çıktı. Ondan sonra biz çayı kontrollü olarak piyasaya sürdük. TAEK ve ÇAYKUR anlaşarak yaptık.

* Bir insan ne kadar radyasyonlu çay içerse veya fındık yerse bundan kötü etkilenir?

-Bir insanın TAEK'in kontrolü altında piyasaya vermiş olduğu çaydan etkilenmesi için senenin 365 günü her gün 8 gaz tenekesinden yâni 136 litreden fazla çay demi içmesi lâzım. Ya da gene bir sene boyunca fındığın en radyasyonlu kısmından 950 kilogram fındık yemesi lâzım. Hâlbuki o zaman ülkemizde vatandaşların ortalama yıllık fındık tüketimi adam başına ancak 100 gramı buluyordu. Temelleri uluslararası normlara dayanan bu ilme göre biz TAEK olarak her türlü tedbirimizi aldık. TBMM Araştırma Komisyonu da yaptığı araştırmada bunların eksiksiz yapıldığına kanaat getirdi. Hamdolsun ben vicdânen müsterihim. Allah’a hamd olsun, vicdânımda, bana "Ah keşke şunu şöyle yapsaydım" dedirtecek hiçbir endîşe yok.


mico_tasarım