Ka'b bin Zuheyr
ve Kaside-i Bürde


Sezai KARAKOÇ

İslâmın, camdan geçen bir günışığı gibi, bütün yanlışlık,
kötülük ve çirkinlikleri yıkarak, mutlakın otağı insan yüre-
ğine, abstrenin ve reelin kaynaştığı Peygamber elinden fış-
kırmış mucizelerle yerleşmeğe başladığı, Arabistandan doğa-
rak batıya, kuzeye, doğuya, güneye doğru meşaleler sitesini
kura kura yol aldığı ilk günler, Arap şiirinin, edebiyat ta-
rihi bakımından dorukta olduğu halde, Kur'an karşısında
çırpınmaya başladığı o zarif vakitlerde, yarısı siyah, yarısı
ak bir zamanın ortasında yaşayan bir şairdi Kâab bin Zü-
heyr. Modern Çağın bütün problemlerinin çözüm ve metod-
larını taşıyan o büyük oluşta , gözlerinin ilk kamaşmasıyla,
şiiriyle, İslâmın çıkışına karşı durmuşlardan ve gıyabî ölüm
hükmü giymişlerdendi. Fakat bir süre geçince gerçeği derin
sezgisiyle yakalayan soylu şairlerdendi aynı zamanda. Ölü-
mü göze alarak «fillerin bile heybetinden titrediği» o maka-
ma doğru koşmuştu. Hakkında verilen ölüm cezası, islâmı
kabul etmeden önceki halini, sembolik olarak tesbitten baş-
ka bir şey değildi zaten. Pervanenin ışığa koşması gibi ölü-
mü hiiç düşünmeden gelmişti. Ölümün dirilmeye doğru ko-
şusuydu bu aslında. İlk direnişi Meryem bekaretinin
Cebraile ilk diretişi gibiydi. Fakat Cebrail yuvası Makama
gelip teslim olunca, mesihî bir şiir doğdu : Kaside-i Bürde.
Hakkın, riskin, samimiliğin ve kudretin bir araya gelip do-
nattığı bir şiir şöleninde O, sözün gerçek sahibinin elinden
hırkasını giydi. Cebrailin, kelâm meleğinin dokunduğu bir
hırka giydi. Peygamber, O'nun üstüne hırkasını atarak ko-
şuyu bitiren birinci atların üstüne atılan örtülerden bir örtü
atmış oldu bu fikir ve sanat koşucusunun üstüne. Ve O'nu,
bu örtü, Peygamberlik rahmetiyle, şefkatiyle, sevgisiyle bü-
rüdü. Ve Kâab bin Züheyr'in şahsında, kendini mutlak'a
adayanların bütününü bürüdü.

İslâmın bu çıkış günlerinde, bugünü andırır bir tarzda,
karşılıklı propaganda da müthiş bir silâh gibi önemli bir
rol oynuyordu. Kur'an'la boy ölçüşmeye cesaret edemeseler
de, putların kölesi şairler, gece gündüz, İslâma, O'nun Başlı
ca ileri gelenlerine geleneğin en büyük fikrî silâhı şiirle hü-
cum ediyorlardı. Bunlara, başlarında Hassan bin Sabit (r.a.)
Hazretleri olmak üzere birçok islâm şairi cevap veriyordu. İç
planda İslâm daima muzafferdi. Ama dış plânda dünya im-
tihanı gereği karşılıklı büyük bir savaş sürüyordu. Hz. Ömer
ve Hz. Halid'in islâma katılışı, Mekke'nin fethi nasıl, siyasî,
idari ve askerî planda kesin bir zaferi olduysa İslâmın, Kâab
bin Züheyr'in gelişi de, şiir ve sanat. propaganda savaşı ala-
nında başarının bir dikilitaşı oldu. Dönüm noktalarından biri
yani.

Tarihi adıyla Kaside-i Bürde (Hırka kasidesi) , edebiyat
adıyla Kaside-i Banet Suat, bu Peygamber huzurunda oku-
narak şairini bağışlatan, hatta Peygamber tarafından hır-
kası armağan verilerek değerlendirilen Kaside, klâsik arap
kasideleri olan Muallaka kasideleri gibi, ilkin kabilenin gö-
cüşüyle başlıyor, sevgili anılıyor, arkasından her arap şairi-
nin kendi gücünü denediği, «deve» motifinde ölümsüz çizgi-
ler çekiliyor, sonra söz şairin kendisine getiriliyor ve ordan
Hz. Peygamberin, İslâmın ve sahabenin övgüsüne geçiliyor.
Belâgatın, icazın, imajın gerçeğin ve güzelliğin eşsiz sentezi.
Bir örnek olarak diyelim : Devenin yürüyüşünde ilk çocu-
ğunun kara haberini alan yaşlı bir annenin çırpınışlarını ve
ona bakıp da (kendi yavrularını da hatırlâyarak) göğüs dö-
ğen öbür annelerin çığlıkIarını gören ve bulan beytin çizdiği
tablo, bugün bile ne kadar modern. Yepyeni ve taptaze. Bir
beyitte öyle tablolar çiziliyor ki, orda içiçe tablolar saklı. Bir
annenin, hem de çocuğu ölmüş bir annenin, hem de ilk ço-
cuğu ölmüş bir annenin, hem de, yaşlı olduğu ilk günlerde-
ki halini, hem de yalnız bu annenin değil, ona bakıp ağla-
yan ve birlikte yas tutan kadınların da, hem de rasgele ka-
dınların da değil de çocuk kaybetmiş kadınların halini, bu
tek kadınla bu kadınlar korosunun birlikte kurduğu kompo-
zisyonu, bir devenin çırpınışlı yürüyüşünde görmenin şair-
lik kudreti. Aynı icazı, İmrülkays, meşhur bir beytinde gös-
termişti. Ancak, bu beyitte donjuanlığı anlatıyordu. Kâab
bin Züheyrin konusunda İmrülkays acaba nereye varabilir-
di? Sesler ve rezonanslar, çığlık ve yankılar, pencereler ve
pervazları, sütunlar ve tenazurlarıyla metafizik acıyı ebedi-
leştiren bu beytin yanında İmrülkaysınki çok düz, çok sığ
kalıyor. Hz. Kâabın beytindeki kader tabloları, bilinemez, bir
şairin gücüne mi yorulmalı, yoksa denk düştüğü mucize ça-
ğına mı?

Kasidenin bizim için bir başka önemi de. bizzat Peygam-
ber tarafından değerlendirilen bu şiirin gerisinde vatan, is-
lâmın şiir ve sanat anlayışı, şiir ve sanat karşısındaki tutu-
mu, şiir ve sanata tutulan ışık, ondan, aranınca. bulunacak
sanat prensipleridir. Peygamberin susuşu bile bizim için bir
prensip olduğuna göre, O'nun yürekleri kucakladığı ve be-
nimsediği bu şiirden, islâmın sanat perspektifini kavramak-
ta ilk çıkış noktasına aramak bizim için bir ödev ve onda
Peygamberin bize bir yardımı, el uzatışını bulmak. ilâhî lü-
tuf ve nîmeti görmektir: Bir ideoloji çağı olan bugün sanat
ve bağlantı üzerine bunca sözler edilirken, sanat eserindeki
en mutlu kaynaşmanın ölümsüz bir örneği olan bu tür gö-
zümüzün önünde mermerden, yıpranmaz bir anıt gibi dur-
maktadır. Hem de, zamanın kemirmesine imkan olmayan
bir örtüye, Peygamber örtüsüne bürünmüş olarak. Şüphe yok-
ki, Peygamber, onu, bize kadar gelsin ve bizden sonra da
ileriye doğru gitsin diye, ebedî örtüsüne sardı sarmaladı. Ka-
sideye bakan, onda, sanat ve şiirin, kendine mahsus mah-
remiyet ve keyfiyetinden bir şey kaybetmeksizin, hak bir ül-
küyü nasıl tutacağının, nereye kadar, neye ve nasıl angaje
olacağının bütün prensiplerini çıkarabilir. Sanki o, sanatın
bütün karanlıklarını aydınlatsın diye Peygamber eliyle yakıl-
mış ve ışıklandırılmış bir meşaledir.