EBU-L BEKA


ENDÜLÜS MERSİYESİ - ENDÜLÜSE AĞIT.

Çıkan iner,'kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu.
Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan insanoğlu.

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.
Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da.
Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik ,
kokusu.

Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür :
Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar iIeri
doğru işlemez oldu mu.

Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri
sultanların.

Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.

Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen'in?
De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?

Şeddad'ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sasanilerin ebedî sanılan devleti ne oldu?

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren
yurdu?

Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar. '
Bir masal oldu onlar. Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak bulutu.

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır' artık.
Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara'yı uçurdu bir
vuruşta ;

Sola döndü Kisrayı. Kisrayı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.

Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleymanın;
Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın
kurudu.

Zamanın fâciaları çeşit çeşit türlü türlüdür : O ne zengin fâcia
bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.

Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak
olabilir.
Ama İslâmın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne
unutturacak bir korku.

Endülüse öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.
Dehşetinden Medine'de Uhud, Neciddeki Şehlan dağları yerinden
oynadı, bir deprem ki yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâma göz değdi. Yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâmın ne namı var ne
nişanı! ; sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.

Belensiyeye bir sor, Mursiyenin hali nicedir?
Şatibenin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.
Bilginlerinin adı ta u2aklarda çınlayan Kurtubaya ne oldu?

Nerede Hıms'ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen
bahçeleri.
Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?

Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar.
Bu güzelim vatan köşeleri kül haline geldikten sonra yaşamak
boşun boşu, insan yaşamaya ne borçlu?

Yüce Şeriat, yârinden ayrılmış bir genç gibi.
Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.

İslâmdan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan
Endülüs için, Ulu Şeriat, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu.

Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı.
Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu...

Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere
dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek
uyku!

Ey göğsünü gererek "benim ülkem, saltanatım" diyen, kurumundan
geçilmiyenler!
Siz Hıms'ı gördünüz mü? Hıms'tan sonra hangi vatan verir insana
vatan fikrini, duygusunu?

Endülüsün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini
unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!

Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan.
Yay gibi gergin arap atlarının üstüne kurulu

Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!

Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz
bir ömür boyu!

Endülüsten, Endülüsün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz
kör, kalpleriniz mefluç mu?

Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden
İmdad ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?

Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,
Siz müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve
haz maymunu !

Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse
kalmadı mı yeryüzünde?
Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek
kişi yok mu?

Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yarabbi ne
kaderdir bu!

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka
acıyan yok mu?

Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.
Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları
korkulu.

Sen de şahit olsaydın benim gibi onların .
Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu.

O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.
Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu.

Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki.
Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu

İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip
götürdüler:

Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça,
babalarsa kan kustu.

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir, tanesi yeter
anlattıklarımın :

Eğer o yüreklerde İslâmdan ve imandan bir eser varsa elbet ey
Tanrı dostu !