SON İYİ ŞEYLER (ÖYKÜ)

AHMET KEKEÇ
PERŞEMBE KİTAPLARI

İSTANBUL, 2001

     Öykücü kimliğini bildiğimiz ama uzun zamandır öykülerini göremediğimiz, daha çok fıkra muharrirliği ve yakın tarih çalışmalarına şahit olduğumuz Ahmet Kekeç’in ilk göz ağrısı Son İyi Şeyler, 16 yıl aradan sonra yeniden basıldı. Perşembe Kitapları arasında 2. baskısını yapan kitap ilk defa 1985 yılında basılmış. Basıldığı yıllarda epeyce konuşulan kitapta Kekeç’in 1981’den itibaren yazdığı üç öykü ve iki prologa yer verilmiş. Öykülerin farklı dizilişi ve imla kurallarını yer yer hiçe sayışı dikkati çeken ilk noktalar.
     A. Kekeç’in öykücülüğü daha ilk öyküsü yayınlandıktan sonra konuşulmaya başlanmıştı. Farklı bir üslubu, zengin bir kelime haznesi vardı ve özgündü. ‘Kurgusal kimi eksikliklerine rağmen müthiş şiirsel ve yeni denemeler’1 olarak görülüyor ve dikkatleri çekiyordu. Öykülerini yayınladıkça bu farkı belirginleşiyor ve Son İyi Şeyler ile artık bir Ahmet Kekeç öyküsünden sözedilir olmuştu.
     Kitap ilk yayınlandığında çok dikkat çekici bulunmuş ve önemli değerlendirmelere tabi tutulmuş. ‘Öyküsünü ideolojik doğruların ilgililerine iletilmesinde araç olarak kullanmadığı’2 yani öykülerinde bir ideolojinin propagandasını yapmadığı için övülmüş ve ciddi bir sanat eseri olarak takdir toplamış. Dikkat çekici bir başka değerlendirme ise; ‘Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu ve Yaşar Kaplan’ın temsil ettikleri kollardan sonra Kekeç’in öykücülüğünün bir dördüncü kol olarak belirginleştiği’3 saptaması. Bu yargı, çok fazla iddialı olmakla beraber, Kekeç’in öykülerindeki orjinaliteye işaret etmesi bakımından önemli. Çünkü öyküleri üslubtan konuya, örgüden dile ve kelime seçimine kadar tamamen yeni ve yayınlandığı 1980’li yıllar için bu tarzın neredeyse tek temsilcisi...
     Kekeç’in öykücülüğüne tekrar dönmek kaydıyla Son İyi Şeyler’e dair bazı notlar alalım. Kitabın başında bir prolog var, okuma parçası olarak da görebilirsiniz. Kitabın ilk öyküsü olan Korkulan, şair ve evli olan bir adamın gündelik hayatını irdeliyor. Şuuraltını kurcalama tekniğinin yoğunlaştığı öyküde, şairin, evliliğinden dolayı karşılaştıklarını edebi ve felsefi bir anlatımla aktarır. 1981 yılında ilk kez yayınlanan ve politik göndermeler de içeren öykü bir hayli grift.
     1982 yılında yayınlanan kitabın ikinci öyküsü Atlas özgün ve üzerinde durulması gereken bir metin. Kronolojik bir sıranın gözetilmediği öyküde muğlaklık had safhada. Yer yer anlamayı zorlaştıran bir anlatım var. Yalnız öykü bitirildiğinde çok derinlerde bir etki bıraktığı hissedilir. Anneyi kaybetmenin hüznü, Hüsam, Kerem, Sinço iti, sert mizaçlı baba, derinlerde ama zaman zaman ayyuka çıkan bir aşk, kasabadan kaçış, büyük şehre sığınış, ardında bıraktıklarına özlem, ve yağmur... Bütün bunlar çok büyük bir ustalıkla öykünün muhtelif yerlerine serpiştirilmiş. Serpiştirme gelişigüzel değil, yerli yerinde. Konusu hakkında net bir şey söylenemeyeceği gibi, Atlas, klasik ve bildik öykülerden da çok farklı. Dizilişinden kelime seçmedeki titizliğe dilin kullanımındaki ustalıktan noktalama işaretlerine kadar tamamen farklı ve yeni bir anlatım.
     Aradaki kısa metinle biraz soluklandıktan sonra üçüncü öyküye geçebiliriz: Bir Gecenin Öyküsü. Bu öyküde muayyen bir zaman ve mekan mefhumunun dışında bir anlatıma başvurulmuş. Beyinaltının dışa vurumu ile oluşan öyküde, yoğun soyut belirlemeler yapılmış. Bir iç sayıklama ya da içe sayıklama olarak da ifade edebileceğimiz öyküde içsel gel-gitler bariz olarak okunabiliyor. Öyküde kronolojik bir dizayn gözetilmediği için bölümlerin başında hiç beklenmeyen ve umulmayan metinler gelebiliyor.
Doğrusu, çok indi bir belirleme olacak belki ama, Kekeç, Bir Gecenin Öyküsü dışında öykü yayınlamasaydı, yine de ustalığı bu öykü sayesinde teslim edilecekti. Bu yargı, diğer öykülerini önemsememek anlamında değil, bu öyküdeki ustalığın ve sanatçılığın bariz ve açık oluşundan. 1983 yılına ait olan öyküde aslında yeni bir deneme yapılmış. Dilin imkanları son sınırına kadar kullanılmış, başka bir tabirle dil ile oynanan bir anlatım yeğlenmiş. Bir Gecenin Öyküsünü okurken yer yer Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak’ını okur hissine kapılıyorsunuz, yer yer Nuri Pakdil’in kelimelerle oyununa benzer dil kullanımlarına rastlar gibi oluyorsunuz. Ama her halükarda Kekeç üslubu ağır basıyor.
     Son İyi Şeyler’e dair bu kısa saptamalardan sonra Kekeç’in öykücülüğüne tekrar dönebiliriz. Bütün öykülerinde gözlemlenen şu ki; Kekeç öykülerinde yeni denemeler peşindedir. Dile aşırı derecede yoğunlaştığı için bazen konu bırakılır, konunun aktarış biçimi ön plana çıkar. Zaten çoğunlukla konu, yer ve zaman derinlerde gizlenir. Olayı somutlaştırmamak için ciddi gayret sarfeder. Bu kasıtlı anlatımın nedeni, yazarın, hikayelerine hayatından bazı kesitler koyması ve bunun bilinmesini istememesi olabilir. İhtimal. Üzerinde çok çalıştığı dikkatlerden kaçmayan ve zor anlaşılan bir dili var. Ayrıca soyut betimlemelere sıkça başvurur.
     Kekeç’in öykülerinin dikkat çeken bir başka noktası ise, giriş-gelişme-sonuç gibi klasik hikayecilikte başvurulan kronolojik bir sıranın olmaması. Genellikle bölümlere ayrılan öykülerde, bölümleri tek başına okumak da mümkün. İmge yoğunluğuyla göze çarpan öykülerin satıraralarında, büyük şehirde tutunmaya, bir iş, bir statü, bir çevre edinmeye çalışan taşralı gençlere sıkça rastlanır. Bir diğer tespit şu olabilir: Popülist kaygılar güdülmüyor öykülerinde. Çok kimse tarafından okunup anlaşılsın diye bir derdi yok. Zaten üslubun ağır ve özel olması da öykülerinin popülist olmasına engeldir. Son iyi Şeylerin 2.baskısının ilk yayınlanışının üzerinden 16 yıl geçtikten sonra, yapılması da bunu gösteriyor.
Yağmur, Kekeç üslubunda çok sık kullanılan bir motif. Yağmuru da genellikle hüzne ve acıya tekabül eden bir anlamda kullanır. Öyle ki, yağmur geçeceği yerde siz, içinizde derin bir acı hissedersiniz. Son romanına isim yapacak kadar yağmurla içli dışlıdır yazar.
     Hüznü bırakmadan devam edelim. Kekeç’in öykülerinde acı eksik olmuyor. Öyküler okunduktan sonra beynimizde net bir fotoğraf kalmasa da yüreğimizin bir yerinde öykü boyunca büyüyen kocaman bir hüzün bulutunun kaldığını farkediyoruz. Öykülerindeki bir başka husus da muğlaklık ve kapalılık. Bu anlatım biçimine yazarımız çok sıkça başvurur. Bir isim verir, bir olayı deşeler, bir işaret, bir rumuz...Bunlar kendi özel hayatına bir atıf mı, çok ince bir mesaj mı, belli olmuyor.
     Ahmet Kekeç’in öykülerinde şiirsel bir tat var. Sanki iyi ve büyük bir şiir için toplamış materyallerini. Kelimelerini titizlik ve ustalıkla seçmiş, mecrasını belirlemiş, sonra bilinmez bir nedenle şiir yazmaktan vazgeçip öyküde karar kılmış. Bu, öykülerin okuyucu üzerinde bıraktığı etkiden de anlaşılıyor. Soy bir şiir okuyucu üzerinde nasıl bir tesir bırakıyorsa Kekeç’in öyküleri de aynı tesiri bırakıyor.
     Son olarak; Ahmet Kekeç öyküye dönmeli, fıkra muharrirliğini başarı ile yürütmesine rağmen, bizi o şiir tadındaki öykülerinden mahrum bırakmamalı. Yağmurdan Sonra ile iyi şeylerin sonunun gelmediği, kökünün kazınmadığını gördük. Ama o, yağmurdan önce de çok iyi şeyler yazmış. Ve dileriz, Yağmurdan Sonra’da iyi şeyler yazmaya devam eder.
1) Necati Polat, Aylıkdergi, Ocak 1981
2) Necip Tosun, Mavera, Mart 1986
Naim Ulvi Seliçi, Suffe Kültür-Sanat Yıllığı 1985-86, sayfa (SAADETTİN ACAR/ AHMET KEKEÇ’TEN SON İYİ ŞEYLER/ MİLLİ GAZETE/ 14 AĞUSTOS 2001)



mico_tasarım