İZ'LER

Akif EMRE

İSTANBUL, 2002

     Akif Emre, kitabını “Her kitabın bir serüveni var. Bu serüven, önce bizzat yazarın yaşadığı, sonra okuruyla paylaştığı bir kaderdir aslında.” sözleriyle tanıtıyor. ‘İzler’i okurken gerçekten de her anıyla yaşamaya dokunan, nefes almaya hiç de uzak olmayan bir duruşa tanıklık ediyorsunuz.

Yazar, geniş bir coğrafyaya yayılan yaklaşık yirmi yıllık gezi izlenim ve birikimlerini aktarıyormuş görünümü veriyor. Böyle bir cümle kullanma ihtiyacı hissettim; çünkü ‘İzler’ bir seyahat kitabı değil. Aslında kitabın türü hakkında yorum yapıp, bir karara ermek oldukça zor. Yine de ‘İzler’in bir seyahatname olmadığını iddia etmek hiç de zor değil; çünkü yazarın dört kıtada geçen yolculuklarını bizlerle paylaşmasının nedeni, bizi sadece mekanlar arası bir yolculuğa çıkarmak değil, bizi özellikle tarihi kavrayış ve zihni işleyiş kavramları üzerinde bir yolculuğa çıkarmak denilebilir.

Kendimizi tarih bilinci ve hiç de öyle günümüz meseleleri olmayan günümüz meselelerini değerlendiriş açısından tartma eğilimine girersek, yazarın kitabı oluşturma kaygısına katılmamak mümkün değildir. Daha güzel bir ifadeyle denilebilir ki, kitabı okudukça kendinizi eleştirme ve yazarı takdir etme miktarımızda ciddi bir artış oluşuyor. Mesela ben kendi adıma Cuma namazı için Mescid-i Aksa’ya polis kontrolü altında girmenin nasıl bir duygu olabileceğini hiç düşünmemiştim. Anlatmak istediğim şey, bu duygunun tam olarak hissedilebilmesi değil; böyle bir şey elbet mümkün değildir, yaşamayan bilemez. Benim üzerinde durmak istediğim konu, bu duyguyu hissetmeyi, şimdiye kadar bir problem haline getirememiş olmaktan ibaret.

İşte bu noktada yazarın bize bahsettiklerinin yaşanmışlığı ve bu yaşanmışlığın sahici ve etkileyici anlatımı devreye giriyor. Bu anlatım tarzı, bizi yazarın yolculuklarının ve hafızasının bir takipçisi olmaktan ziyade, bu yolculukların, daha iyi bir ifadeyle bu yaşanmışlıkların, yaşayıcısı konumuna yükseltiyor.Yani yaşamış olmak elbet mümkün olmuyor ama bu, yaşamış gibi olmaya engel teşkil etmiyor. Bu nedenle, Cuma namazına hem de Mescid-i Aksa’da polis kontrolü altında girmenin nasıl bir duygu olduğunu anlayabiliyoruz. Anlayamadığımız kısım, yani yaşamamışlığımız bizi anlamaya götürüyor.

Yazar, kitabının, evrensel mekan duygusunun yerelle kesiştiği, geçmişin bugünle hatta gelecekle buluştuğu bir süreci yakalama bilincinin ürünü olarak ortaya çıktığını belirtiyor. Bu ifadenin çizdiği çerçevede, buraları anlamanın, bizim olsun ya da olmasın oraları da anlamaktan geçtiğini söyleyebiliriz. Şimdiye dair hakiki bilgiler elde etmenin geçmişle sıkı sıkıya alakalı olduğunun altını kitap boyunca çizen yazar, şimdinin nasıllığının geçmişin nasıllığıyla ya da geçmişin nasıl algılandığıyla belirlenebileceğini düşünüyor olmalı. Bu iki önermeden hareketle, zamanla ilgili olan geçmiş, şimdi ve gelecek ile; mekanla ilgili olan orası ve burası kavramlarının sentezinin nasıl yapıldığı, bizim nasıl olduğumuz sorusuna cevap verecektir.

Yazar, tarihimizle ilgili resmi yalanların ( Arapların bizi arkadan vurmuşluğu, Balkan Müslümanlarının Osmanlı himayesinden kurtulma istekleri, başarısız Osmanlı yönetimi...) yalanlığını, Balkanlar’dan, Filistin’den, Kırım’dan topladığı yaşam izleriyle ispatlıyor. Hafızamızı tazelememize yardımcı oluyor.

‘İzler’i ilginç kılan bir diğer özellik ise kitabın birçok farklı ilgi alanına malzeme sunabilecek bir hipermarket görünümünde olması. Gerçekten de ‘İzler’, bir sosyologa, bir mimara, bir müzisyene, bir gezgine ve daha birçok farklı gruba ilginç malzemeler sunabilecek bir potansiyele sahip. Örneğin Wittgenstein’ın dil felsefesine günlük hayattan bir örnek bulabiliyorsunuz. Necip Fazıl’dan, Barış Manço’dan, Akif İnam’dan, Delibasiç’ten, Bilge Kral’dan ve daha birçok şahıs ve olaydan hiç düşünmediğimiz şekillerde bahsediyor ‘İzler’, zihnimize yeni değerlendirmeler ekliyor.

‘İzler’in kitabı gerçekten de çok farklı kılan bir formatı var; kitap, söyledikleriniz kadar nasıl söylediğinizin de ne kadar önemli olduğuna çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Farklı ve kronolojik olmayan zaman dilimlerinde, farklı mekanlarda geçen olayların, edinilen bilgilerin, varılan sonuçların, okunulan ya da duyulan bir sözün arka arkaya getirilmesi ile oluşturulmuş bütünlük, yazmaya ya da okumaya meraklı bir kişiyi hayreti düşürmeyecek gibi değil. Böylesine bir format daha önce denenmiş mi bilmiyorum; ama çoğumuzun böyle bir tarz ile bir tane bile yazı çıkaramayacağından eminim. İşte size bir örnek: 1998’in mart ayında yapılan bir toplantı, 1998 yazında televizyonda izlenilen bir program, 18 Mart 1999’da incelenen bir belgesel, 1990’larda Londra’da izlenilen bir film ve tekrar 18 Mart 1999’da varılan sonuç. Böyle bir gezintideki zaman ve mekanlar açıklanmasa, bu farklı yer ve tarihleri anlamak imkansız. Dehşetengiz bir kurgulama; üstelik böyle bir kurgulama endişesinin çok da taşınmadığını hissettirerek. Zaten günlük bir gazetede köşe yazısı olarak çıkan yazılarınızı kurgulamak için ne kadar vakit ayırabilirsiniz ki?

Kim iyi yazardır? sorusuna benim vereceğim cevap şu olabilir: Eğer bir gazetede köşe yazarlığı yapıyorsa, bu yazılardan iyi bir kitap çıkarabilmelidir. Yani günlük yazarken günceli aşmayı başarabilmelidir. Benim bu değerlendirmem çerçevesinde, Akif Emre’nin yazarlığın hakkını verdiğine iyi bir kanıttır ‘İzler’.

Kitapta beni çok etkileyen bazı yerleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Mostar müftüsünün Bosna savaşından sonra minaresi yıkılmış bir Osmanlı camisinin avlusunda söylediği şu sözler unutulacak gibi değil: “Biz artık geleceğe güvenle bakıyoruz. Çünkü Müslüman mezarlıklarının park yapıldığı dönemden sonra, parkların bile şehitlik yapıldığı bir savaş verdik.

Akif Emre, Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde yaşanılanlardan sonra şu sarsıcı tespitte bulunuyor: “Sadece, 160 yıldır kavanozun camını yalayarak aldatılan bir toplumun kendi akide şekerlerini istemek gibi bir hakkının olduğunu belirtmekle yetinelim.” Ve ekliyor yazar: “ Ve Avrupa Birliği’ne (hala) adayız.”

“Bugün de bile ezanı susturmuyorlar,biraz saygı gösterseler.” 2000 yılının Kudüs’teki Noel kutlamalarındaki konser esnasında, yatsı ezanını duyan batılı bir gazetecinin bu yorumu, batılıların bize hümanizm, hoşgörü falan diye yutturmaya çalıştıkları safsataların çalışma mekanizmasının ‘hep bana, hep bana’ mantığından hareket ettiğini kanıtlıyor.

Kitabın beni en çok etkileyen kısımlarından birisi ise şöyle: Yazar Filistin’de bir taksi şoförüyle yaptığı konuşmada, şoför şu tespitte bulunuyor: “Buralarda insanlar hala Türkleri bekliyorlar.” Yazar,bu sözlerin üzerine daha sonra şu saptamayı yapıyor: “Bir tarafta Türkleri bekleyenler, diğer tarafta AB’yi bekleyen Türkler...”

Bu son alıntıdan hareketle, belki de kitap hakkında söylenebilecek tek şey, kitabın, bekleyenlerimizi hayal kırıklığına uğratmamak için gerekli ipuçlarını bize sunmaya çalıştığından ibarettir.

İşte tam bu noktada Murat Menteş’in bir sözü aklıma geliyor: “Gerçek ümit, tam bir ümitsizlikten doğar.” İzler, bizi tam bir ümitsizliğe davet ediyor.

Yazar, kitap boyunca hafızalarımıza dokunarak, beyin kıvrımlarımızı kımıldatarak ve zihnimizde kasırgalar estirerek, unutmanın güneş görmeyen penceresiz mahzenlerinden, hatırlamaya yani güneşin kendisine yollandırıyor bizi.

Kitaptaki ‘Kudüs Ey Kudüs, Dünyanın En Yahşi Çocukları, Fikir Öfkesi, Üniformalı Medyatörler, Bilge Kral’la Bir Saat’ başlıklı yazılar bence kesinlikle okunması gereken yazılar olarak kendilerini gösteriyorlar. Fakat diğer yazılara da bakılırsa, aslında böyle bir sınırlamanın gereksiz olduğunu anlamak hiç de zor olmayacaktır.

“İzler”, baskısından kaynaklanan ve ara sıra okuma akışınızı sekteye uğratan imla yanlışlıklarını saymazsak okumanın hakkını size teslim edecek bir kitap.

Size sesleniyorum tam bir ümitsizlik talipleri, gerçek ümit arayıcıları: Haydi, buyrun ‘İzler’i takip etmeye!

Haz : Mehmet BATAR

mico_tasarım