Makamat

      
                              Hariri
                              
Mütercim:
Sabri SEVSEVİL
                                 MEB , Ankara 1991

     Hariri: (Muhammed Kasım ibni Ali ibni Muhammed İbni Osman El-Hariri El-Basri, El-Harami) Adı (Osman), künyesi (Ebu Muhammed), lâkabı (Harirî) dir. Arap edebiyatının en mümtaz simalarından biri olan Harîrî, (1054 - 446) senesinde Basrada dogmuştur, (Harîrî) lâkabını
alması ipekçilikle uğraşmasından, (Harami) denilmesi de Basranın (Benî Haram) sokağında oturmasındandır. Asıl vatanının Basra köylerinden (Meşan) olduğunu ve kendisinin o köyde sakin (Rebîatülferes) kabîlesine mensup bulundugunu kayda alınmış kaynaklardan öğreniyoruz.

Harîrî yüksek istidadına, harikulade zekâsına
elverişli bir muhit bulduğu için az zamanda ken-
disini gösterdi, daha talebelik hayatında iken istik-
balin bir kıymeti olacağını ispat etti.
Basra, o zamanlar ilmin ve edebiyatın en meş-
hur merkezlerinden biri olduğu için Harîrî, devrin
büyük üstadlarından okumak fırsatını bulabilmişti. En
çok istifade ettiği hocası, Nahviyyundan (Gramercilerden)
Ebül Kasımül Fazl İbni Muhammedül Kasbânîdir. Harirî,
bu hocasının fazlü kemâlini (fazilet ve olgunluklarını)
öve öve bitiremezdi.

Harirî, devrin bütün ilimlerini tahsil etmiş ve
hepsinde de derin bir vukuf sahibi olmuştu. Fakat
onun sadakatle sarıldığı, hayatını uğruına vakfettiği
yegâne ilim (Edebiyat) tı. Edebiyatın her kolunda
parmak ısırtan bir kudret gösterdi. Lûgat ve nahiv
(sözlük ve gramer) ilimlerinde zamanın en büyük şöhreti
oldu. Bu vadide sözü senet sayılır bir dereceye
yükseldi. Geniş Arap dilinin ince ve derin meseleleri
ondan sorulur, "-Harirî dedi." denilince akan sular dururdu.
Bununla beraber Harirî'ye dünya çapında bir
şöhret temin eden " Makamat"ıdır. Bir çeşit (küçük
hikâye) demek olan makameleri, fesahat (Doğru ve düzgün
söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma) ve belaga-
tin (Fasâhatin daha yüksek derecesi) en parlak örnekleri
sayılır. Ve Hariri eseriyle, Makame çığırını açan
Bediuzzaman-ı Hemedâni'ye birçok bakımdan tefevvuk etmiştir. (üstün gelmiştir) Bunu, Arap edebiyatının salahiyettar  şahsiyetleri sarahatle (açıklıkla) ve ittifakla söylüyorlar.
 
"Ne kendisinden evvel ne de kendisinden sonra - makame
tarzında - onun gibi bir sanatkar gelmemiştir.„ diyorlar.
Makamat hakkında manzum ve mensur pek çok methiyeler
(övgüler) yazılmıştır. Bunlardan yalnız, büyük bir
müfessir (tefsir alimi) oldugu kadar büyük bir edip
(edebiyatçı) de olan Allame-i Zemahşerî'nin şu iki
beyitini kaydetmekle iktifa (yetiniyoruz) ediyoruz.

Şiir :

"Allah'a, onun âyetlerine Yemin ederim
ve Meş'ar-i hacc'ına ve Mikatına da yemin ederim ki

Hariri; Makamat'ını altın ile yazacağımız bir zattır."



Gerçi Harîrî, kitabının başında büyük bir
tevazu gösteriyor, bu vâdide - Bedîuzzeman'ı kas-
dederek - kendisini atla yarışa çıkan topal bir eşek
mesabesinde (ölçüsünde) görüyorsa da, bir makamesinde
de onu bir çisentiye ve kendisini çisentiden sonra
sağnak halinde gelen yağmura benzetmekten de geri
kalmıyor.

Makamat, müsecca (Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli
hale getirilmiş) bir ifade ve 50 makame (hikayecik)
olarak yazılmıştır ki bunun mühim bir kısmını şiir-
ler teşkil eder. Hariri, her ne kadar beliğ bir şair
ise de nesir vadisindeki parlak şöhreti, onun bu
tarafını biraz gölgelemiştir. İbareleri yer yer ayetler,
Hadisler ve darbımesellerle (meşhur hikmetli veya atasözü)
süslenmiştir ki bunlar tam yerlerini bulmuşlar, esere
maharetle işlenmişlerdir. Kelime sanatına dair verilen
misaller de birer zeka mahsülüdür, büyük bir iktidara
işaret eden buluşlardır.

Teşbihler (benzetme), istiareler (Bir kelimenin
mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya
herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını
değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme)
parlaktır; mazmunlar (Nükteli, san'atlı, ince söz)
sevimli ve sıcaktır, hepsi de sanatın câzip rengine
bürünmüşlerdir. Eserde Tabiîlik dışında bir şey
görülmez, buluşlarda bayağılığa düşme yoktur.
Yalnız arap kavminin zevkine mahsus bazı teşbihler,
mazmunlar ve tabirler vardır ki, bizim zevkimize
uymaz, soğuk düşer; bu da pek tabii bir haldir.

Harîrî'nin sanat dehası her satırda kendini gösterir.
Kitap, hikmet öğretmek, iyi ahlak telkin etmek
gayesiyle yazılmıştır. Bu cihet her makamede bütün
vuzuhiyle (açıklığıyla) göze çarpar. Her makamenin sonunda
edibin demek istediği şudur: «İyilik yap, fenalık-
tan kaç!» Hariri, eserinde bir mürşit (yol gösterici)
ve bir mürebbidir (terbiye edici) , insan oğlunun çeşit
ruh haletlerini belirtirken kalemine tam bir serbestî
verir, zalimleri, hasis zenginleri, riya ve tebasbus
erbabını (yaltaklananları) , en amansız şekilde hırpalar,
devrin büyüklerini, mağrur idare adamlarını en ağır
hitaplarla sıygaya (sorguya) çeker.

Bazan dayanamaz, hükümete de çatar: "Zaman de-
nilen şeyde biraz insaf olsaydı, ehliyetsizler idare
başına geçmezlerdi!,. der.

Kitabın bir hususiyeti de okuyanlara kaş çat-
tırmasını bildigi kadar dudaklarda tebessüm çizdirebil-
mesidir. O şiddetli hitaplar, o bağırıp çağırmalar
arasında bir de bakarsınız, satırlar neşe ile gülüyor.
Ebuzeyd, makamelerde, bazan yüreklere işliyen söz-
lerle gözleri yaşartan bir hatip, bazan müjdeler veren
bir halaskârdır (kurtarıcı) . Büyük edip makamelerini
şu yolda bir tasnife tâbi tutmuştur: elli makameyi beşe
bölersek her bölümün altıncı makamesi (edebi), birinci
makamesi (zühdi) beşinci ve onuncu makameleri de
(hezlî - Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım) dir.

Makamelerde iki şahıs vardır: (Ebu Zeydi-
nis Suruci) ve (Haris İbni Hemmam) Kadı Ke-
maleddin'in Tarih-i Nuhat'ından anlaşıldıgına gö-
re Ebuzeyd'ın asıl adı Mutahhar İbni Selâm'dır ve
aslen Basralıdır. Nahiv ve lûgat âlimi olarak tanın-
mıştır. Harîri ile görüşmüş, ondan edebiyata dair
pek çok şeyler öğrenmiştir. Beş yüz senesinde
Vasıt'a da gelmiştir. Sonra Bağdada gitmiş ve
orada vefat etmiştir. Ölüm yılının (1145-540)
olduğu kaydolunmaktadır.

Hâris İbni Hemmam ise ise bizzat Hariri'nin
kendisidir ve Harirî bu ismi bir hadisi şerifteki
(Hâris ve (Hemmam) kelimelerini bir araya
getirerek kendisine namımüstear (takmaad) yapmıştır.
Ebu Zeyd, yaman bir tiptir. Eserde onu bazan bir
seyyah, bazan bir vâiz, bazan da bir sâil (dilenci)
olarak görürüz. Elinde asası, koltuğunda dağarcığı diyar
diyar dolaşır. Ne hallere. ne kılıklara girmez,
maksadına varmak için, ne hileler, ne yalanlar
düzmez, fakat nereye gitse, Haris İbni Hemmam'ı
karşısında bulur, onunla hemen tanışır. Haris,
Ebuzeyd'e, kendisine yaptığı hileden, söylediği ya-
landan ötürü sitem eder. Ebu Zeyd de, ona diller
dökerek özür diler, suçunu bağışlatır.

Makamat'ın yazılmasına sebep olan vakayı, Ha-
riri'nin oglu Abdullah şöyle anlatıyor: " -Babam bir
gün Mescid-i Haram'da otururken üzerinden seyyah
olduğu anlaşılan, perişan kılıklı bir adam mescitten
içeri girer ve bir münasebet düşürerek fesahat ve
belâgatle konuşmaya başlar. Cemaat kendisine ne-
reli olduğunu sorarlar "-Sürûcluyumu." der, künyesi-
nin ne olduğu sorulunca da verdigi cevap yine tek
kelimedir: "-Ebuzeyd!" Bunun üzerine babam, Benî
Haram'a nispet edilen kırk sekizinci makameyi ya-
zar ve hikâyeyi Ebu Zeyd'e isnadeyler. Bu makame,
halk arasında süratle yayılır ve büyük bir rağbet
görür. Artık meclislerde okunmakta, edebî toplan-
tılarda onun sanat değerinden bahsolunmaktadır.
Makameyi, halife Müsterşit Billah'in veziri olan
Şerefüddin Ebu Nasr Nuşrevanül Kaşanî dinleyin-
ce pek beğenir ve babama bu yolda birkaç makame
daha yazmasını teklif eder. Babam da onu kıramaz
ve diğer makameleri yazar. eseri elli makame ola-
rak tamamlar." Harirî, vezirin bu teklifini kitabı-
nın başında işaret yoliyle kaydetmiştir.

İbni Hallegan'ın Vefeyatülâyan'ında şu yolda bir
haberle karşılaşıyoruz: (Altı yüz seksen altı sene-
sinde Kahire'de bir Makamat nüshası gördüm ki,
baştan sonuna kadar elyazısiyle idi ve kitabın ar-
kasında, eserin Müsterşid'in veziri olan Celâlüddin
Amidüddevle Ali İbni Sadaka ya yazıldığı Harîri'nin
elyazısı ile bildiriliyordu. Şüphesiz ki bu rivayet,
- Harîrî'nin elyazısiyle olduğu için - evvelkinden
daha fazla itimada şayandır (güvenilir).)

Hariri, Makamat'ını evvelâ kırk makame üze-
rine yazmış ve bunları Basrâ dan Bağdad'a götür-
müştür. Bağdad'ın bütün edebiyat üstatları Maka-
mat'ı görünce bunun Hariri'nin kendi eseri olma-
dığı fikrine kapılırlar ve Haririye, : "Bu senin ese-
rin değildir, belki belağatle maruf Mağrip'li büyük
bir edibin eseridir. O zat vefat edince sen onun
kitapları arasında bunu ele geçirmiş: Benimdir!
diye ortaya çıkmışsındır." derler. Harîrî, her ne ka-
dar "Eser benimdir." diye iddia ederse de dinlemez-
ler. Nihayet vezirin huzurunda devrin tanınmış ule-
mâ (alimler) ve üdebasında (edebiyatçıları) mürekkep
bir divan (meclis) kurulur ve Harîri oraya çağrılır.
Kendisine evvelâ edebiyatın hangi koluna mensup
olduğu sorulur. Harîri'nin bu suale verdiği cevap,
gürliyen hakkın ta kendisidir:
"Sihirli sözler yazan bir nesir üstadıyımdır!" Biri-
birine eğilen başların verdiği karar şudur:
"Öyle ise, sana bir mevzu verelim de o mevzu
üzerinde bize, diğer makalelere muadil (denk) bir maka-
me yaz, olmaz mı?" Hariri, teklifi kabul eder ve
eline kalem, kâğıt alıp bir köşeye çekilir, âdeti üzere
sakalını yola yola düşünmeye başlar. Fakat aksi
olacak ya, her ne kadar düşünür ise de hatırına bir
şey gelmez, bir cümlecik bile yazamaz. Zaten ken-
disi pek mahcup bir adam olduğundan divanın me-
habetiyle (heybetiyle) büsbütün sıkılır, terler döker
ve nihayet kalkar gider.

O zaman, Hariri'yi çekemiyenlerden bir şair-ki
ismi üzerinde muhtelif rivayetler vardır-şu kıtayı
söylemiştir:

Şiirin Mânası:

Bizim, Rebîatülferes kabîlesinden bir üstadımız var ki,
bir şey yazabilmek hevesiyle sakalını yolar durur,

Cenabı hak onu "Meşan" da söyletmiş olduğu halde
divanın ortasında dilsiz bırakmıştır.


Harirî, bir şey yazmak için düşünürken muttasıl (devamlı)
sakalını yolardı. Onu bu çirkin huyundan vazgeçirmek
için oğulları, ne kadar çalıştılarsa fayda vermemiş-
tir. Onun bu huyuna dair öyle bir fıkra da vardır.
Basra valisi ona bu halini bıraktırmak için: "Bir
daha sakalını yolunmuş görürsem başını belâya uğ-
ratırım!" diye tehditte bulunur. Harirî, korkusundan
bir müddet bu huyunu bırakmış, sakalını uzatmıştır.
Fakat huylu huyundan vazgeçer mi? Buna bir çare
aramaya başlar ve nihayet bulur, Valiye beliğ bir
kaside takdim eder. Vali kasideden pek mahzuz (hoşnud)
olur ve Harirîye her ne isterse vereceğini söyler. Bü-
yük edibe artık gün doğmuştur. Hemen şu niyazda
(istekte) bulunur: "Bana sakalımı ihsan buyurunuz!"
Vali güler ve muvafakat gösterir (uygun görür) .
Harîrî de tekrar sakalını yolmaya başlar. Bir rivayette
vali: "Sana bir hakimlik vereyim mi?" deyince Hariri:
"Bana sakalımın hakimliğini veriniz!" demiştir.

Talihin bu garip cilvesinden sonra Harîrî Bas-
raya gider ve makamelerine on makame daha ilave
edip bunları, divanın mehabetinden kendisine bir tu-
tukluk geldiğini açıklayıp, özür dileyerek Bağdad'a
gönderir. İmam-ı Süyûti Tabakat-ı Nühatında Yakut-ü
Hamavi Mûcemülüdeba'sında bu kıssayı şu tarzda
kaydediyorlar: (Harîrî kırk sekizinci makame olan
(Haramiyye)'yi yazdıktan sonra Basrâ dan Bağdad'a
gitti. Bağdad'a varınca sultanın meclisine girdi. Meclis,
en mümtaz ilim ve edebiyat üstatlariyle dolu idi. Bun-
ların çoğu, Harîrinin Basradan geldiğini duymuşlar-
dı. Hattâ içlerinden bir kısmı da, onu görmüş kim-
selerdi. Lâkin fazilet ve meziyetini çekemiyenler de
eksik değildi. Bunun için Harirî'nin fazilet derecesini
öğrenmek ve makamelerin bir yerden alınıp alın-
madığını anlamak istediler. Ona: "Nesrin hangi va-
disinde çalıştınız ise, söyleyin de sizinle o vadide
mübahase (Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında
olan konuşma) ve münazara (İlmî ve kaideye uygun olarak
yapılan tartışma) edelim" dediler. Harîri ka-
lemi eline alarak: "Buna dair her şeyden sorabilir-
siniz!" dedi. Onların: "Bu dava büyük bir dâvadır
ve ispatı da pek müşküldür." sözlerine karşı da Ha-
rîrî, kısaca şu cevabı verdi: "İmtihan ediniz, o za-
man anlarsımz!" Bunun üzerine meclisteki üstatlar,
Harîrıye çeşitli sualler sordular. Hariri, bu sualle-
re en güzel şekilde cevaplar verdi. Bütün bir mec-
lis, büyük edebiyatçının iktidarı karşısında hayretten dona-
kalmıştı. İster istemez onun faziletini takdir ettiler
ve onun zekâsına parmak ısırdılar. Bu vaka, vezir
Nuşirevanın kulağına gidince Hariri'yi meclisine ça-
ğırttı ve makamelerini gördükten sonra da ona mef-
tun oldu (tutkun) . Üstada: "Buna birkaç makame daha ilâve
etseniz..." diye ricade bulundu. Harîrî, vezirin ha-
tırını kırmadı: "Başüstüne! lâkin müsaade edin, ken-
di memleketime gideyim de orada huzur içinde ya-
zayım. Makamelerimi yazıp bir kitap haline getir-
dikten sonra, efendimize takdim ederim." dedi. Bu-
nun üzerine Harîrî Bağdad'tan Basra'ya döndü ve
kırk makame olarak kitabını tamamladıktan sonra,
tekrar Bağdad'a gitti. Vezire eserini arz etti ve bü-
yük takdirlere, taltiflere (iltifatlara) mazhar (sahip)
oldu. Vezir Nuşirevan, ilim ve fazilet sahibi bir zattı.
Tarih ve edebiyatta üstat tanınmıştı.
Vefatı (532-1137) senesindedir.

Makamat'ın, gerek sanat bakımından çok yük-
sek bir değeri haiz olması (taşıması) , gerekse
ibarelerinin bazan içinden çıkılmıyacak derecede müşkül
bulunması ona, aynı lisanda birçok şerhlerin (açıklama),
haşiyelerin (ekler) yazılmasını icabettirmiştir.

Kâtip Çelebi Keşfuzzunun'unda Makamat'a ya-
zılan birçok şerhlerin isimlerini bildiriyor. Fakat, ne-
dense (660-1261) de vefat eden Şeyh Şemsüddin Ebu
Bekir Muhammed İbn Ebu Bekrillârî'nin pek kıy-
metli olan şerhini zikretmeden atlamıyıp geçmiştir.
Şerhler içinde en mükemmeli (619-1222) de vefat eden Ebül
Abbas Ahmedüşşerişan'ın yazdığı şerhtir. Şerişi, na-
hiv ve lûgatte büyük bir üstat olduğu için bu vâ-
dide salâhiyetle kalem yürütmüştür. Okuyucuyu di-
ğer şerhlerden müstağni edecek (lüzum bırakmayacak)
derecede mufassal (detaylı) olan bu kitapta da
ne yazık ki birçok ihmaller, izah edilmeden geçilmiş
noktalar göze çarpmaktadır. Arap memleketlerinde
Makamat'ın meftunları (tutkunları) , hayranları pek
çoktur, o kadar ki, bunların arasında kitabı baştan
başa ezberliyenler, onu altın mürekkeple yazdıranlar
bile vardır.

Garp (batı) dünyası, Şarkın (doğunun) bu kıymetli
irfan hazinesinden de faydalanmayı ihmal etmemiştir.
Eser, birçok Avrupa dillerine tercüme olunmuş ve bu
tercümeler defalarca basılmıştır.

Makamat'ın yüksek değeri memleketimizde de
lâyık olduğu takdiri görmüş, fakat esefle kaydede-
lim ki, ondan faydalanmak, Arap edebiyatiyle müte-
vaggil (derin araştırmacı) bazı mümtaz (seçkin)
zevata (zatlara) münhasır (has) kalmıştı. Bu-
nun da sebebi medrese tahsilinde edebiyata, diğer
ilimler derecesinde ehemmiyet verilmiş olmamasıdır.
Makamat, herkesin okuyup anlıyabileceği bir kitap
olmadığı için medrese mensupları, ulemadan (alimler)
birinin fazilet ve olgunluğunu istedikleri zaman: "O, Ma-
kamat okumuş bir zattır!." derlerdi. Makamat'ın,
Şehri Mehemmed Tahir Selâm (vefatı 1844-1260), Ah-
met Dânişî (vefatı: 1898-1316) ve Ahmet Şirvanî (ve-
fatı: 1389-1307) efendiler tarafından yapılmış Türkçe
tercümeleri vardır. Fakat maalesef bunlardan iki ev-
velkini göremediğimiz için değerleri hakkında bir şey
söyliyemiyeceğiz. Ahmet Şirvani Efendinin tercümesi
ise, bir tercüme olmaktan ziyade - ilmiye tabirin-
ce - bir (mefhum toplama) dır ve mütercim, - dü-
nün sakim (hatalı) zihniyetine uyarak - hüner göstermek is-
temiş, eserini Veysîyâne bir üslûp ile yazmıştır. O ka-
dar ki, o tercüme de bugün bir tercümeye muh-
taçtır; hattâ bazı yerleri, metinden daha muğlâk
(kapalı) bir haldedir. Yalnız, mütercimin fazilet ve
olgunluğu eserden pek açık olarak anlaşılmaktadır.

Biz, eserin yüksek değerini ve kendi aczimizi
idrak etmiş bulunuyoruz. Şüphesiz ki, pek çok hataları-
mız, zühullerimiz ve ihmallerimiz olmuştur. Bunun
için mükemmel bir tercüme verebildiğimizi iddia et-
miyor, salahiyetli zatların ikaz ve irşatlarını bekli-
yoruz. Evvela şunu söyliyelim ki, bu gibi ağır eser-
lerin muvaffakiyetli tercümesini verebilmek, kalb hu-
zuru ve fikir asûdeliği (duruluk) içinde yıllarca
çalışacak mütehassıs (uzman) bir heyetin kârıdır.

Arap lisanındaki genişlik, gramerindeki çetinlik
ile beraber, kitaptaki kelime sanatlarının en
müşküllerine (zor olanlarına) dair verilen muğlak (kapalı)
misallerle (örneklerle), pek kapalı bırakılmış muammalar
(karışık, anlaşılmayan) ve çeşitli ilimlerle alâkadar
(ilgili) bulunan bahisler gözönüne getirilirse,
ödevimizin ehemmiyeti kendiliğinden meydana çıkar.
Bununla beraber esere lâyık olan bir tercümeyi vermeğe
özendik ve gereken gayreti gösterdik.

Tercümeyi yaparken arap dilinin inceliklerini fe-
daya gönlümüz razı olmadı; bunun için esere edebi
bir hüviyet vermekten ziyade metne sadık kalmayı
düşündük, çünki kitabın birçok hususiyetleri bunu
icabettiriyordu. Metindeki ibareleri cümle cümle ter-
cüme ettik ve mümkün mertebe sade bir lisan kul-
landık.

Dikkat ettiğimiz bir nokta da, tâbirlerin dildeki
tam karşılıklarını bulması olmuştur. Kitaptaki âyet-
leri, hadisleri (işaret yoluyla olarlar da dâhil) darbı
meselleri, tâbirleri ve kelime oyunlarını, âdetleri ve
ananeleri, gereken her şeyi açıkladık, adı geçen şa-
hıslar ve şehirler hakkında bilgiler verdik. Ve
eserin daha iyi anlaşılması için de bu husustaki
ölçümüzü bazan geniş tuttuk, maksadımız o devrin
içtimai (sosyal) hayatı ve kültürü hakkında okuyucuyu da-
ha fazla tenvir etmekti (aydınlatmaktı).

Gâyemize ulaşabildik, büyük edibin ne demek
istediğini belirtebildikse, bunu bir bahtiyarlık sayar,
aksi halde her şeyden önce onun ruhundan af dileriz.

Yazımıza son vermeden Harîri nin hayatı hak-
kında bir iki noktayı daha kaydedelim. Kaynakları-
mız onun mert ve faziletli bir insan olduğunu itti-
fakla yazıyorlar. Pek dürüst, pek afif imiş (Temiz.
Güzel. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan).
İyi bir aile babası olmuştur. Bir ilim ve irfan
deryası olduğu halde kimseye minnet etmeden, ipek
ticareti yaparak maişetini (yaşamını) temin etmiştir.
Esasen zengin idi, on sekiz bin ağaçlı bir hurmalığı
vardı; bunun için refah içinde bir hayat sürmüştür.
Cömertti, fakirlere elinden gelen yardımı esirgemezdi.
Cimrilere dehşetli kızardı, makamelerinde en şiddetli
hücumları onlara yapmış, onları en ağır sözlerle
hırpalamıştır..

Bunca kemalâtı (olgunlukları) ile beraber çok
mütevazi (alçakgönüllü) idi, ilmiyle gururlanmazdı.
İşte bu meziyeti onu muhitine daha çok sevdirmişti.
Yalnız, pek mahcuptu (utangaçtı).

Zaten yüksek divandaki o imtihan muvaffakiyetsiz-
liği de daha çok bu halinden ileri gelmişti. Ha-
rîrînin ahlaki meziyetlerinden biri de, hakkı teslim
etmesi idi. Buna dair Tabakat-ı Süyüti'de gördüğü-
müz bir fıkrayı kaydedelim: Bir zat, yanlışlarını
düzeltmek maksadiyle Hariri'ye Makamat'ı okuyor-
muş, beşinci makamedeki; bir kelimeyi farklı okuyunca,
Hariri "Eğer, bana okunan yedi yüz nüshaya imzamı atmamış
olsaydım burasını değiştirirdim." demiştir.

Bir de şu fıkra vardır:
Harîrî, Bagdada geldigi zaman büyük üstatlar-
dan Ebu Mensur Mevhup İbni Ahmedül Cevâlîkî
kendisine Makamat'ı okur. Yirmi birinci makamedeki:
bir beyite gelince Ebu Mansur, Haririye «Şega ne
demektir?» diye sorar, Harirî "Ziyade, mânasına-
dır." cevabını verir. Fakat Ebu Mansur "Şega, diş
köklerinin başka başka oluşu demektir, ki, burada
o mânanın hiç yeri yoktur." deyince, Hariri hiç
itiraz etmez, hakkı teslim eder.

Harîrınin hayatta bir tek nasipsizligi varsa o
da, pek kısa boylu ve çok çirkin olmasıdır. Ne tuhaf-
tır ki, Arap edebiyatının Muaydî, Ebü Nüvas, Ca-
hiz ve Ferezdak gibi büyük edib ve şairleri hep
çehre züğürdü (yüz güzelliğinden yoksun) kimselerdir.
Harîri bu nasipsizligin arasıra üzüntüsünü çekmiştir.
Bir gün bir adam Harîrî'ye, Makamat'ı okumak için
Basraya gelir ve gördüğü kimselere üstadın nerede
olduğunu sorar, onlar, kendisine üstadı şu anda
mescitte bulabilecegini ve daima kürsünün önünde
oturduğunu söylerler. Adam mescide girer, bir de
bakar ki, tarif edilen yerde gayet çirkin, eciş
bücüş biri oturuyor! Onu hiçbir şeye benzetemez,
"Benim aradığım zat bu olmasa gerek» diye geri döner.
Sonra hatırına onun olması ihtimali gelirse de yine
hal ve hareketiyle küçümser bir vaziyet alır, o
kadar iktidar ve hüneri bir türlü bu kılıksız
adama yakıştıramaz. Meğer, gelenin bu hareketleri
edibin gözünden kaçmıyormuş. O, son defa dönüp de
Harîriye bir şey yazdırmasını rica edince koca
üstat, kaşlarını çatarak "yazınız" der ve
irticalen (kalbinden doğan) şu kıtayı söyler:

Şiir Mânası :

Kamerin (ayın) kararmak ihtimali olan parlaklığı ile
aldanan ilk yolcu sen olmadıgın gibi, mezbelelerin
(çöplüklerin) yeşilliği karşısında, meftun ve hayran
kalan ilk otlak arayıcı da sen değilsin. Haydi git,
kendin için benden başkasını seç! Zira ben, Muaydî
gibi bir adamım, beni işit, fakat görme!


Adam, mahçup bir halde oradan ayrılır. Kı-
tanın son mısraı Arap , nahvinin meşhur bir misa-
lini hatırlatır ki şudur:

Manası:
(Muaydi'yi işitmen, onu görmenden hayırlıdır)

Kayıtlara göre bu sözü ilk söyliyen, hükümdar
Numan İbni Münzir'dir ve senâsını (methini) işittiği
Muaydî lâkaplı Şukka adında çok çirkin bir şairi, ilk
defa gördüğü zaman söylemiştir. Bir rivayete göre de,
Muaydî, büyük işler becermiş pek çirkin bir şakî-
dir (haydut) ve hükümdar, bu sözü onun hakkında söylemiştir.

Harîrî'nin, Makamatından başka kıymetli birkaç
eseri daha vardır. Dürretülgavvas fi Evhamilhavas,
Mülhatülîrab ve bunun kendi tarafından yapılan şer-
hi, divan, cinas sanatiyle (Birçok mânâya gelebilen söz,
imalı söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin
bir sözde bulunması) yazılmış kasideler ve bazı
risaleler. Bunlardan: Dürretülgavvas ile Mülhatülîrab
ve bunun kendi tarafından yapılan şerhi, divan, ci-
nas sanatiyle yazılmış kasideler ve bazı risaleler.
Bunlardan: Dürretülgavvas ile Mülha muhtelif Avru-
pa dillerine tercüme olunmuş ve pek çok kereler
basılmıştır.

Birisi, Bursalı ve Ahmet Paşa muasırı, diğeri
Kastamonulu iki-Türk şairi de, (Hariri) mahlâsını
(lakabını) kullanmışlardır. Hanefî hukuk alimlerin-
den Kadıkuzat Şemsüddîn'in de lâkabı (Hârîrî) dir ki,
Bağdat'ta yerleşmiş ve (1327-128) senesinde orada
vefat etmiştir.

Harirî'nin ölüm tarihi ihtilâflıdır. Doğrusu ise
Tabakatülüddebâ'daki kayda göre (516-1122) senesin-
dedir ve bunu, Harîrinin oğlu Abdullah söylemiştir.
Abdullah'a, babasının nerede doğduğu da sorulmuş-
sa da o, buna karşı sadece: "bilmem!" demiş, yal-
nız Basrada 'Beni Haram' da öldüğünü ve yetmiş
sene yaşadığını söylemiştir. Allah, Harîrî'ye
bol bol rahmet etsin! (Amin)

Sabri SEVSEVİL

 

mico_tasarım