* FELSEFİ KAVRAMLAR ÜZERİNE
* Ömer SEVİNÇGÜL - KİTAP TANITIM

felsefe.jpg (3096 bytes)ŞiiR VE FELSEFE

Kimi sanat eleştirmenleri şiir, roman, tiyatro gibi türleri "soylu sanat" sayarlar da "deneme"nin adını anmazlar. Şiire itirazım yok, çünkü o, tıpkı felsefe gibi, topyekün idraki yansıtan şirin bir anlatım biçimidir.

Ancak, felsefede öncelik aklın, şiirde duygularındır. Her ikisi de nesneler bilgisinin üstüne çıkar, genel bir noktadan bakar, sebepleri ve gayeleri kavramaya çabalarlar.

Uzmanlık alanlarına bölünen bilim, nesnelerin, parçaların, alanların bilgilerinden oluşur. Felsefe ve şiir ise, bütünü ele alır, sebepleri irdeler, gayeleri sorar.

Bu benzerliklerinin yanısıra, aralarında önemli bir de fark vardır: Şiir kalbin terennümüdür, felsefe aklın. Şiirde sözler topluca bir görüntü oluşturur, yeni bir dünya kurarlar. Böylece şiir, okuyucuyu en derin yerinden etkiler, kendi iklimine sokar. Bir duygu akımı başlatır.

Felsefe tanımcıdır, ayırır, sınıflandırır, karşılaştırır, yargılar, genel sonuçlar çıkarır, ama bunları yaparken bilimden gene de farklıdır. Bilim, nesneleri ve olayları tanımlayıp adlandırır, kavrayıp anlatır, felsefe ise, bilimlerüstü bir düzeyden bakar, bilimin sonuçlarını da kişisel gözlemlerle birlikte ele alır, yorumlar, bir değerler tablosu oluşturur.

Hem şiir, hem de felsefe tam anlamıyla "insan"ın birer iç eylemidir, bilim ise "uzman insan"ın eylemidir.

Şu halde hem şiir, hem de felsefe, bir insanın, düşünen ve hisseden bir insanın kendi gözlemlerinin yanısıra, adına uzman, ya da bilim adamı denilen başka insanların da gözlem ve deneylerini ruh içi laboratuarında inceleyen, anlayan, kavrayan ve bütün verilerin idrakinden sonra bazı genel hükümlere varan insandır.

Burada uzmanlık sınırları silinmiş, bölümlenmiş bilgi alanları birbirine girmiş, hepsini birden kuşatan genel bir idrakin potasında daha yeni, daha yüksek, daha kapsamlı bir bilgi türü ortaya çıkmıştır.

Bu bilgi aynı zamanda bir kanıdır, belki de öncelikle kanıdır da sonra bilgidir.

Çünkü, bir insanın, bir bireyin kendine özgü ruhunun nitelikleri de yansımıştır ona, nesnel değil, biraz özneldir.

işte bu sebeple de felsefe şiire benzer, ancak şiir, felsefeye oranla daha hissi, daha şahsi, daha özeldir.

Buraya kadar şiirle felsefeyi birlikte andım, oysa bu ikisi tür bakımından iki ayrı kavramdır . Biri edebi türün adıdır, öbürü sistemli ve genel düşünme biliminin adı, iki ayrı alan.

Şiirin yanına yine edebi bir tür koymalıydık, belki de felsefeyi dile getiren bir tür. Şimdi onu koyalım, o edebi tür, "deneme"dir. Deneme, bir bakıma kişinin, bireyin, insanın öznel deneyimini içeren edebiyat türü. Hani şu soylu sanat sayılmayan yazı türü!

Denemenin önemli özelliği, kişinin öznel deneyimlerini, gözlemlerini, şu ya da bu yoldan edindiği bilgilerini bir araya getirerek, buna şahsi kanılarını, inanışlarını, özel dünyasından yansıyan niteliklerini de katarak, hayat, ölüm, yaşantı, özgürlük, yaratılış, yazgı gibi genel konularda bir takım çıkarımlar yapması, gerçekler araması, bulduklarını ben eksenli bir anlatımla öbür bireylere duyurmasıdır.

Yaşayan, hisseden, düşünen kanlı canlı bir insanın kendisini dışa vurması, özel dünyasını açması, kendi kimlik aynasında beliren kavramları öteki insanlara bildirmesidir. Bu da insan gibi ve insan kadar yüce bir sanat üretimidir ve elbette soyludur.

Bütün büyük felsefeciler aynı zamanda iyi birer denemecidirler. Böyle olmakla birlikte, deneme türünün sadece entellektüel ürünleri konu alan bir tür olarak da düşünmemek gerekiyor, çünkü o aynı zamanda son derece kişisel, duygusal, öznel, kurgusal ve ülküsel olabilir. Bir insan deneme türü aracılığıyla bütün ruh hallerini en güzel bir biçimde anlatma imkanına sahiptir.

Ancak, iki temel mesele vardır ki bunlara sahip olamayan denemede başarılı olamaz. Biri, özgünlüktür. Öbürü, dil ve üslûp.

Denemede serdedilen fikirler özgün olmalı ki, dikkat çekebilsin, yeni bir dünya kuran cümlelere hiçkimse ilgisiz kalamaz.

Denemenin en önemli unsurlarından biri de, dildir. Dil derken, manaya en uygun gelen kelimeleri bulmayı ve bunları en akıcı, münasip ve ahenkli biçimde yanyana getirmeyi anlıyorum.

Kelimelerin de kendi arasında kalite nevileri var. Yüklendiği anlam, verdiği ses, zihne getirdiği tedai ve daha başka nitelikleriyle onları birbirinden ayırmak mümkün.

Bu sesleri ve anlamları ruha nüfuz edecek bir estetik yapı haline getirmek maksadıyla dizebilmek büyük hüner. Deneme yazarı, kelimelerle mimari eserler inşa eden bir sanatkâr...

Dil son derecede güzel, kıvrak, albenili olmalı ki, bir şiir gibi okuyucusunu cezbetsin. iyi bir şairin, şiirini yazarken gösterdiği dil titizliğini denemesinde gösteremeyen denemeci ürettiği esere gönül rahatlığıyla "sanat eseri" diyemez, dememelidir.

Onu diğer ustalardan farklı kılan âmillerden biri de üslûptur. Dil ile başlayan veya dilin bittiği yerde başlayan ve biçime mensup olan ikinci kıstas.

Manaların sıhhati, temanın olumlu, ya da olumsuz olması, fikrin istikameti, bir buhar gibi satırlardan sadırlara yükselen samimiyet ve pek çok unsur ise muhteva ile ilgili keyfiyetler.

Ve deneme yazısı bu keyfiyetlerin bir enmûzeci.

Şunu söylemek istiyorum: Şiir ve felsefe birbirinden net çizgilerle tam olarak ayrılamayan, bazı bakımlardan benzeşen iki alandır.

Felsefede biraz şiirsellik, şiirde de bir parça toplu idrak ve yorum vardır. Biri insanın hissi tarafını dile getirir, ama entellektüel yönünü de bütün bütün ihmal etmez, öbürü, yani felsefe ise, kişinin düşünce dünyasını anlatır, ama duygu iklimini ve öznel niteliklerini de bünyesinde taşır.

Felsefeyi en iyi veren edebi tür de, denemedir. Soylu sanat diye edebiyat tahtına oturtulan şiirin yanında yer alacak olan da odur.

Bir ince farkı da söylemeliyim ki bahis tamam olsun:

Nasıl edebiyatın bir "bilimi" bir de "kendisi" varsa, felsefenin de bir "bilimi" bir de "kendisi" var. Okullarda okutulan, edebiyatın ve felsefenin "bilimi"dir. Felsefe tarihi, filozofların hayatları, kavram ve akımların sınıflandırılması ve daha pekçok unsur felsefe bilimini oluşturur.

Ben, "felsefe" derken bunları kastetmiyorum, bizzat felsefenin kendisinden bahsediyorum. Yani, bir insanın, insan, dünya, varlık, hayat, ölüm ve benzeri konulardaki bireysel düşünce üretiminden ve sezgilerinden söz ediyorum.

Bakış, görüş, duyuş, düşünüş, seziş ve kavrayıştan oluşan uyumlu bir anlam dünyasıdır felsefe. Bu dünya güzel bir dil ve anlatım biçimiyle yazıldımı "deneme" çıkar ortaya.

 

EMPiRiSME

Tedribiye, görgücülük, deneycilik.

Bilginin tek kaynağının görgüye dayalı deney olduğunu savunan felsefi akım.

...

"insan, gördüğüne inanır," diyorlar, bu sözün manası ne? insan, gördüğüne ister istemez inanmak zorundadır, inanması normaldir, olması gereken de budur, denmek isteniyorsa mesele yok. Kimse aksini iddia etmiyor zaten, bu o kadar açık bir gerçek ki söylenmesi bile gereksiz.

Yok eğer bu söz, insan gördüğüne inanır, ama görmediğine inanmaz, inanmaması gerekir anlamını ifade ediyorsa, o zaman ellerimizi şakaklarımıza bastırıp, hayretle düşünmek zorundayız.

Cümleyi ikinci manasıyla alırsak, ben tam tersini söyleyeceğim: insan, görmediğine inanır. O, görmediğine inanan tek varlıktır şu dünyada. Bu bir meziyettir, onu diğer canlılardan üstün kılar.

Gayba, yani görülmeyen, nerede olduğu bilinmeyene iman etmek akıl ve kalb ile mümkündür. Bu iki önemli değer de insana vergi.

Aslına bakılırsa, inanmakla görmek kavramları arasında doğrudan bir alâka kurmak hiç de mantıklı değil. iman, görülenin değil görülmeyenin varlığını kabul etmektir, ancak o zaman bir kıymet ifade eder. Güneşi gösterip, "Sen bunun varlığına inanıyor musun?" diye sormanın saçmalığı ortada.

Bunları söylemekle görmenin "imanın derecesini artırabileceği" gerçeğini göz ardı etmiyorum. Görmek, elbette bir değer artışı sağlar, fakat yine de görmeden inanmanın, yani aslî tarifiyle imanın temel olduğunu unutmamak gerek. Olay şudur, biz bilerek inanıyorsak, görerek inanmaya başlarız.

Görmek ve inanmak konusunda çeşit çeşit fikirler ileri süren akıldır. Eğer akıl, görmediğini inkâr edecekse, önce kendini inkâr etmekle işe başlamalı.

Gayba imanın öyle bir derecesi de vardır ki, görmek onda bir artış meydana getirmez. Perdeler açılsa da inandıklarımı gözlerimle görseydim yine de inancım artmayacaktı, diyenler var. Bu sözün gerçekliğini kabul etmek hiç de zor gelmiyor bana.

Söz gelişi, hiçbirimiz Fâtihi, istanbulu fethederken görmedik, ama bu olaya şüphesiz inanıyoruz. Mümkün olsa da fetih gününe dönebilsek, hâdiseleri gözümüzle görsek, hatta savaşanlarla birlikte biz de savaşsak, "Fatihin istanbulu fethettiği"gerçeğine olan imanımız artacak mıydı?

Zannetmiyorum. Bir nebze heyecanını tadacaktık, o kadar. Bu misal görmeden inanmanın ne kadar güçlü olabileceği konusunda bir fikir verir sanırım.

Garip bir mantık karşısındayız. Serçeler kuştur, öyleyse kuşlar da serçedir, demek gibi, veya serçe olmayanlar kuş da değildir, hükmünü vermek gibi bir akıl yürütme. Gördüğüme inanırım, inanmam gerekir, öyleyse görmediğime de inanmamam lâzım, hükmü de buna benzemiyor mu?

Esasen görmeden inandıklarımız, görerek inandıklarımızdan, daha doğrusu görebildiklerimizden hiç de az değil. Söz gelişi, biz ne atomları, ne bakterileri, ne mor ötesi ışınları, ne de elektriği gördük, ama bunlara görür gibi inanıyoruz. Bir grup ilim adamının "gördük" demeleri bize kanaat veriyor.

Burada şöyle bir itiraz gelebilir, iyi ama, bunları bazı özel cihazlarla görmek mümkündür, görenler var, diyebilirler.

Bu hiç bir şeyi ispatlamaz. Biz, "kendi görüşümüzden" ve "kendi inancımızdan" söz ediyoruz. Çoğumuzun bu özel âletleri kullanmadığımız da ortada. Bakterilere inancımızın başkalarına güvenden kaynaklandığı gerçeğine gölge düşürmez.

Bakteriler örneğini biraz daha devam ettirmek istiyorum... Diyelim ki, mikroskop ve benzeri âletler bir anda yok oldu, bir benzerini de yapamadık. O zaman bütün bakteriler ve atomlar da yok mu olacak?

Soruyu şöyle de sorabiliriz: Geçmiş asırlarda, henüz mikroskop keşfedilmediği için mikrocanlılar görülemiyordu. Bunlar o devrin insanlarının görüş alanı içinde yoktu, ama gerçekte de mi yoktu?

O zamanın insanları, "bakteriler bizim görüş alanımız içinde değil," diyebilirler, ama "bakteriler mutlak manada yoktur," diyemezler.

Şu noktaya varmak istiyorum: iman konusunda görmek veya görmemek tek başına hiçbir mana ifade etmez, ancak bizi çok yönlü açmazlara düşürür.

Biz, Mesnevî isimli kitabın mutlaka bir yazarının olacağına, olması gerektiğine aklımızla hükmederiz, ama yazarın isminin Mevlâna olduğunu bilemeyiz. O zaman nakil devreye girer ve o zatın Mevlâna olduğunu söyler, biz de inanırız. Nitekim inanıyoruz.

Bu sözle, her söylenene körü körüne inanalım, demek istemiyoruz. Eğer "görmediğime inanmam" diyorsak, o zaman ne Mesnevînin bir yazarı olması gerektiğine inanabiliriz, ne de isminin Mevlâna olduğuna.

Görmenin sınırlı olduğu ve gözün her zaman yanılabileceği gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Bunu uzun uzadıya izah edecek değiliz. Sadece göze güvenmenin bizi ne büyük yanlışlıklara ve ne çok inançsızlığa götüreceğini hatırlamak bakımından şu misali söyleyip geçelim:

Biz, daima güneşin döndüğünü, dünyanınsa durduğunu görüyoruz. Doğu ile batı arasında mekik dokuyan, dünya değil, güneştir. Eğer göz tek ölçü ise, o zaman dünyanın durduğuna ve güneşin döndüğüne inanmak en tabiî hakkımızdır. Oysa gerçek ne kadar farklı!

Akıl, "her eserin bir ustası vardır, kâinatın da bir sanatkârı olmalı," hükmünü verirken, nakil, "o sanatkâr zat Allahtır" derken, göz, şaşkınlık içinde, "nerede, ben göremiyorum," diye sızlanmakta.

Hangisine güveneceğiz?

Benzeri hayvanlarda da bulunan göze mi, yoksa insanı diğer varlıklardan üstün kılan akla mı?

işte konunun can alıcı noktası!

"Görmediğime inanmam" demekle, "ben gözlerimle düşünürüm" demek arasında fark yok.

Şu hâlde akıl ne işe yarayacak?

 

DETERMiNiSME

icabiye, gerekircilik.

...

"Determinizm nedir?"

"Determinizm, sebeplere tesir veren bir felsefi görüştür. Bizim tefekkür dünyamızda "icabiye" diye bilinir. Bunlar, neticeleri sebeplerin, yani vesile ve vasıtaların yaptığını söylüyorlar. Kalemi yazar, fırçayı ressam ve çiviyi marangoz zannediyorlar. O âletleri kullanan sanatkârı tanımıyorlar."

"Sebepler, derken neyi kastediyorsun?"

"Meselâ, gül bir netice. Bu neticenin sebepleri, yani onun meydana gelmesinde araç olan varlıklar ise, toprak, ışık, hava ve su. Yine, bebek netice, anne ve baba sebep. Meyve netice, ağaç sebep..."

"Anladım."

"O hâlde, lütfen sorularıma cevap ver."

"Peki, sor."

"Bir gülü incelemek ve anlamak için neler gerekir?"

"Akıl, idrak, ilim..."

"Şeklini ve rengini de anlamak istiyorsam...?"

"O zaman, göz de lâzım."

"Gülü gördüm ve tanıdım. Şimdi de resmini yapmak istiyorum..."

"Sen ressam mısın? Eğer resim kabiliyetin yoksa hiç teşebbüs etme."

"Tamam, vazgeçtim. Ben en iyisi sormaya devam edeyim. Peki, incelemek, anlamak ve resmini yapmak için gereken özellikler, bu gülün aslını yapmak için de gerekiyor mu?"

"Bu da sorulur mu! Elbette, hatta daha fazlasına ihtiyaç var."

"Aranan özellikler toprakta, havada, suda ve ışıkta var mı?"

"Olmadığını herkes bilir."

"Tamam. O hâlde, aklı, şuuru, bilgisi, görmesi, işitmesi, düşünme kabiliyeti olmayan bu dört sebep bir araya gelip, insanların bile yapamadıkları bir gülü yapabilirler mi?"

"imkânsız... Doğrusu soru sormaktaki maharetine diyecek yok. Bana, hep olumlu cevaplar vermem gereken sualler soruyorsun."

"Farkettin demek. Sen de olumsuz cevaplar ver öyleyse."

"Akıl ve mantıkla karşı karşıya gelerek mi! Hayır, ben hakikatı gördümmü, hakikat olduğunu itiraf etmeden duramam."

"O zaman, izin verirsen başka bir örnek üzerinde konuşalım... Bir portakalın yapılmasında vasıta olan nedir?"

"Portakal ağacı elbette, kavak olacak değil ya!"

"Kızmak yok... Sen bir portakal yapabilir misin?"

"Yapamayacağımı bal gibi biliyorsun!"

"Sen, akıl ve ilim sahibi olduğun hâlde yapamıyorsun da, ağaç, başka bir ifadeyle odun nasıl yapar?!"

"Odun ve sanat... Olur şey değil!"

"Biliyorsun, portakalın rengi, kokusu, biçimi ve tadı ağacında yoktur. O ağaç kendinde olmayanı nasıl verir? Paran yoksa, bana para verebilir misin?"

"Para veremem, ama cevap verebilirim."

"Teşekkür ederim... Şimdi başka bir örnek vereyim."

"Bu kadarı yetmez mi?"

"Sana yetebilir, ama bana yetmiyor... Bir bebeğin dünyaya gelmesine neler sebep oluyor?"

"Benimkine annem ve babam sebep oldu. iyi mi ettiler bilmem."

"Annem bebek ustasıdır, beni o yaptı, diyebilir misin?"

"Diyemem"

"Niçin?"

"Ben rahimde büyürken anneme görünmezdim."

"Belki de baban yapmıştır!?"

"Babam, benimle dünyaya geldikten sonra bile ilgilenmedi!"

"Bir zamanlar tek hücre hâlindeydin..."

"Hayret, hiç hatırlamıyorum!"

"Evet, öyleydin. Belki de sen, kendi kendini yapmışsındır..?"

"İftira etme! Ben, kendimin bile farkında değildim o zamanlar. Usta, eserinden daha mükemmel olamaz."

"Evet, önemli bir nokta bu. Neticeler, sebeplerden daha mükemmel. Her şey için geçerli bu tesbit. Neye bakarsak bakalım, açıkça görürüz bu gerçeği. Bitki, topraktan daha mükemmel. Portakalın yanında ağacının ustalığı beş para etmez. Bebekteki mükemmelliğin yanında, anne ve baba ne kadar âciz. Bırakalım insan yapmayı, bir saç teli bile yaratamazlar."

"Beni annem yaratsaydı, kolum kırıldığında gider anneme tamir ettirirdim!"

"işte nükte görünüşlü bir hakikat!.. Akla uygun olan ise, mükemmelin, daha az mükemmel olanı yapması. Sobacı sobadan, resim ressamdan, marangoz masadan daha mükemmel. Oysa, sebepler neticelere göre ne kadar âciz."

"Sakın bu akılsız sebepler bir araya gelince akıllanmasınlar?"

"Olur mu hiç! Ben desem ki, dört tane akılsız, bilgisiz, kör ve sağır adam bir araya gelip, harika bir makine yaptılar... Bu sözüme inanır mısın?"

"inanmam."

"Üstelik, bu adamlar cansızdı, desem..?"

"Buna kim inanır!"

"Oysa toprak, hava, su ve ışık o dört adamdan daha cahil, akılsız ve şuursuz. Bunların bir araya gelip de, cansız makinelerden bin defa daha mükemmel olan misaldeki gül ağacını yapmaları mümkün mü?"

"Gülü mü? Yine başa mı döndük?"

"Evet, sözün sonu, başını unutturmamalı. Unutturmuşsa, dönüp hatırlatmalı ki, devir tamam olsun."

"Güzel..!

"Konuşmamızı burada bitiriyorum. Sanırım, sebeplerin yaratıcı olamayacağı anlaşıldı. Onların arkasında Rabbimizin güzel isimleri var. Sebepleri de, neticeleri de yaratan, O. Allahı kabul etmemek için bütün sebeplere ilâhlık verene ne demeli..?"

"Allah insaf versin!"

 

FATALiSME

Fatalizm, kadercilik, yazgıcılık.

Bütün olayların ve durumların önceden belirlendiği ve asla değiştirilemeyeceği tezinden yola çıkarak insan iradesini yok sayan felsefi görüş. Bu tarife göre fatalizm, bizim fikir dünyamızda "Cebriye" diye bilinen batıl mezhebe benzemektedir.

...

"Kaderci," başka bir tabirle "yazgıcı" yakıştırmasını son zamanlarda sık sık duyar ol­duk. Kimi, bu kelimeyi, anlamını bilerek kullanıyor, kimi de bilmeden.

Bilerek kullananlardan bir kısmı, müslümanların "kaderci" olduğunu söylemekteler.

Meselâ, ben bir müslümanım, kadere inanıyor, "her şey Allahın takdiriyledir" diyorum. Bütün müminler de benim gibi, "her şey ka­der ile takdir edilmiştir," diyorlar.

Şu hâlde, biz müslümanlar "kaderci" miyiz ?

Kim kadercidir, kim değildir, bunu anlamak için önce şu dört kavramı tanımamız gereki­yor: Kader, irade, kaderci ve kadere iman.

ilahî ilmin bir nevi olan "kader," bütün olayların Allah tarafından önceden bilin­mesi, belirlenmesi ve yazılması hakikatıdır.

Varlıkların uyumlu, ölçülü, düzenli, süslü ve sanatlı yaratılması ancak ilimle olabilir. Yaratılanlar içinde en önemli canlı olan insanın, ömrü boyunca yaşayacağı bütün olaylar en ince ayrıntılarıyle kader defterinde yazılıdır.

"irade" ise, insanın karar verme, seçme ve isteme kabiliyetidir. Evet, insanda irade vardır ve iradenin varlığını ispatlamak için başka yerde delil aramaya da gerek yoktur. Çünkü, herkes, kendinde seçme ve isteme kabiliyetinin bulunduğunu vicdanıyla bilir ve tasdik eder.

insan, şuuruyla farkeder, aklıyla anlar, kalbiyle sever, iradesiyle seçer ve karar ve­rir.

Siz, şu önünüzdeki yazıyı okumaya iradenizle karar verdiniz, okumamaya da karar verebi­lirdiniz. Sonradan anladınız ki, kaderinizde bu yazıyı okumak varmış. Kaderdeki bu hükmün size baskı yaptığını, iradenizi elinizden aldığını kimse iddia edemez. Çünkü siz, okuma işleminden önce kader defterinizde nelerin yazılı olduğunu bilmiyordunuz bile.

Eğer irade hürriyeti verilmeseydi, insan açısından ne imanın bir anlamı olurdu, ne ibadetin, ne gü­nahın, ne imtihanın, ne de yarışın. Çünkü, herkes yaptığını mecburen yapmak zorunda kalırdı.

Oysa, bilerek ve isteyerek yapandır yaptığından sorumlu olan.

Nitekim, günlük hayatta insanları, yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı iradeli oldukları için yargılıyoruz. irade gö­zardı edilirse, insanları "iyi" veya "kötü" diye tanımlamak anlamsız olur. Ne cezanın manası kalır, ne de mükâfatın.

Doğru kader inancına sahip bir müslüman, "nasılsa kaderim değişmeyecek, çalışmak an­lamsız," deyip oturamaz. Hiçbir gayret göstermeden beklemek tevekkül değil, tembelliktir.

iradesini kullanır, sebeplere teşebbüs eder, çalışır, çabalar, sonra da elinden gelen her şeyi yapmış olmanın gönül rahatlığıyla sonucu bekler.

Bekleneni vermek, ya da verme­mek Rabbinin iradesine bağlıdır, bunu bilir, fakat çoğunlukla fiilî duanın, yâni çalışıp çabala­manın sonuçsuz kalmayacağını da bilir. Meselâ, tarlasını sürer, eker, sular ve bekler. Bilir ki, bitkileri yaratmak Rabbinin kudret elindedir.

Said Nursi, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:

"Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı desti kudretin perdesi bilip riayet ederek, esbaba teşebbüs ise, bir nevi duayı fiilî kabul ederek, müsebbebatı yalnız Cenabı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir."

Kısa bir zamanda dünyanın en uzak köşelerine kadar iman, ilim, medeniyet ve fazilet götüren Peygamber Efendimiz ve Onun güzîde sahabeleri, tembellikle eşanlamlı bir kader anlayışına sahip olsalardı bu işleri başarabilirler miydi?

Aksine, "kaderimiz değişmeyeceğine göre çabalamak anlamsız," der, daracık bir bölgede yaşamaya devam eder, islâmı yaymak için parmaklarını bile kıpırdatmazlardı.

Müslüman, yeri gelince "kaderim böyleymiş" demeyi de bilir. Başına bir belâ geldiğinde, hâdiseler olup bittikten sonra, başka bir deyişle, elinden hiçbir şeyin gel­mediği, sonucu asla değiştiremeyeceği durumlarda "ilahî takdir" der, kadere teslim olur. Bu teslimiyet, ümitsizliğin, karamsarlığın ve üzüntünün ilacıdır.

Yoksa, günah işleyen bir adam, "kaderimde günah işlemek varmış, ne yapayım, ben hep böyle yaşamaya mecburum, " diye­mez. Çünkü, insan geleceği önceden bilemez.

Sözün kısası, müslüman, kader ve iradenin tarifi gereği, "kaderci" değildir, ancak "kadere iman etmiş"tir.

 

TESADÜF MÜ, TEVAFUK MU?

 

Bugün, yıllar önce ayrıldığım ve pek az hatırladığım bir arkadaşımla karşılaştım. Onu aramıyordum, karşılaşmayı tasarlamamıştım, benim yaşadığım kente geldiğini de bilmiyor­dum. Bir süre konuşup ayrıldıktan sonra kendi kendime sordum:

Bu bir tesadüf mü, yoksa tevafuk mu?

"Tevafuk," uygunluk, başka bir tabirle birbirine uyma hâli anlamına geliyor. Bir olay önceden tasarlanmışsa, gerekli tedbirler alınıp, sonuca götürücü sebepler bir araya getirilmişse ve netice önceden biliniyorsa, olay meydana geldiği zaman, tevafuk etti, diyebiliriz. Bu söz, tasarı gerçekleşti, olay beklediğimiz gibi gelişti manasındadır. Tevafuk, bir ilim, irade ve kasıt işidir.

Tesadüf ise, önceden plânlanmayan, düşünülmeyen, tedbirleri alınmayan, bilgimiz ve irademiz dışında gerçekleşen olaylar için söylenir. Bu tür olaylarda ilim, irade ve kasıt devre dışı kalmıştır.

Arkadaşımla karşılaşma olayı, önceden tasarlamadığım için, benim açımdan bir tesadüftür.

Ama arkadaşım bu karşılaşmayı plânlamışsa, meselâ, benim o şehirde yaşadığımı biliyorsa ve belli bir saatte her zaman aynı yerden geçeceğimi öğrenmişse, benimle görüşmek için bilerek ve isteyerek oraya gelmişse, bu olay arkadaşım için bir tevafuktur.

Bu misâli biraz daha geliştirelim. Diyelim ki, bu karşılaşmayı ne ben tasarladım, ne de ar­kadaşım. Bir üçüncü kişi, bizi karşılaştırmak istedi, öyle ustaca bir plân yaptı ki, biz o plâna bilmeyerek uyduk ve beklenen sonuç gerçekleşti. Bu durumda olay, bizim için tesadüf, fakat o üçüncü kişi için tevafuk olacaktır. Çünkü gelişmeler, onun bilgisine ve iradesine uymuştur.

Bu misâlde adım adım ilerlememizin bir sebebi var, aradığımız hakikata ulaşmak istiyo­ruz. Bu hakikat, kaderdir.

Bütün olmuşlar, olanlar ve olacaklar kader levhasında yazılıdır. Allah için, bilinmeyen yoktur. Bütün olaylar Onun ilmine uygun biçimde gelişir. Her atom, her insan, her yıldız... her hareketinde alınyazısını gerçekleştirir.

Genetik ilminin ilerlemesiyle, canlıların, var olmadan önce tasarlandığı, atomların belir­lenen sınır çizgilerine göre bir araya geldikleri gün gibi ortaya çıkmıştır. Her biri, içinde ayrıntılı birer plân taşıyan tohumlar ve çekirdekler, ancak ilimle yaratılabilir.

Anlaşılması bile ileri düzeyde bilgi isteyen bu şifrelerin düzenlenmesi akılsız, şuursuz ve cahil tesadüfe verilebilir mi hiç?

Damlalar buluttan haber verdiği gibi, bu küçücük plânlar da bir büyük programı gösterirler.

Dikkatle bakınca her yerde gördüğümüz "nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyazlar" kader hakikatının şahitleridirler. Düzenli, ölçülü, tartılı, süslü, bütün parçaları yerli yerinde, biçimleri ve özellikleri birbirine benzemeyen varlıklar, ancak sonsuz bir ilimle bu hâllerini kazanabilirler.

Bilgisiz, kör, şuursuz ve iradesiz tesadüf bu harika varlıklara par­mak karıştıramaz. Kâinatta tesadüfe tesadüf edilemez.

Kader diyen, ilim demektedir.

Kader, Allahın ilminden bir kısımdır. Maddeyi, mekânı, hareketi ve zamanı yaratan Allah, elbette bu eserlerini bilerek yaratmaktadır.

Yaradan için zamanda önce, sonra, şimdi yoktur, yalnız zaman vardır. Zamanı dilimleyen, dakikaları sırasıyla yaşayan biziz. Önce, sonra ve şimdiye esir olan yine biziz.

Kaderimizi yaşaya yaşaya öğreniriz. Biz, kaderde nelerin yazılı olduğunu bilmeyiz. Bilmediğimiz için de tesadüf der, geçeriz.

Oysa her olay, kader açısından bir tevafuktur.

Sözün kısası, kâinatta tesadüfe yer yoktur. Olaylar ve varlıklar bir ilim ve iradenin sonu­cudur. Her olay kadere tevafuk eder, bir başka deyişle ilâhî ilme uygun biçimde gelişir.

Şuurlu bir mümin, bu gerçeği bildiği için, dışarıdan tesadüf gibi görünen olayların, aslında bir teva­fuk olduğuna inanır.

Bu sebeple, önceden tasarlamadığı hâlde bir arkadaşıyla karşılaştığı zaman "ne güzel tesadüf," demez, "ne güzel tevafuk," der, imanını ifade eder.

 

 

DEPREM KADER DEĞiL Mi?

 

Bediüzzaman, bir eserinde, "insanların ağzından çıkan ve küfrü işmam eden kelimeler var," der ve inananların bu kelimeleri "bilmeyerek" kullandıklarını söyler.

Küfrü işmam eden, yani "koklatan, kendilerinden küfür kokusu gelen" kelimeler... Bu tesbiti okuduktan sonra ben de kelimeleri koklamaya çalışıyorum. Gün geçmiyor ki böyle bir sözle karşılaşmayayım. işte onlardan biri:

"Deprem kader değildir!"

Uluorta söylenmiş bir söz. Kadere iman ölçülerine vuruldumu, rahatsız edici bir koku yayıyor etrafa. Bu sözü, kaderin ne olduğunu bilen biri söylerse tehlike büyük.

Ben iyiye yoruyor, "inanan" birinin "bilmeyerek" söylediğini düşünüyorum.

Deprem kader mi, değil mi, bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım:

Kader, her olayın ne zaman ve nerede olacağının Allah tarafından bilinmesi ve takdir edilmesi.

Her hâdise "mukadderdir," yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kâinatta olup bitenler gibi olacaklar da Allah tarafından bilinir. ilâhî ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez. Her ne oluyorsa, adına kısaca "kader" dediğimiz ilâhî ilmin sınırları içinde olmaktadır.

Kâinatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün yerleri ve bütün zamanları kuşatan kader hakikatı tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem, ya bir ilim ve irade dahilinde oluyor veya tesadüfen. Başka türlü ifade edersek, bu nevi olaylar ya Allah Tealânın ilmiyle, iradesiyle ve kudretiyle meydana geliyor veya kendi kendine.

Deprem de bir fiil. Her fiil gibi elbet failini gösteriyor.

Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları halkeden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mûcizevî bir şekilde yan yana getirip harikulâde eserler yaratan Allah, kendi mülkünde meydana gelen ve yokluk karanlıklarından çıkardığı insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hâdiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin... mümkün mü!

Kâinattaki her olay gibi, deprem de Allah tarafından bilinmektedir. Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikatı böylece tesbit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: "Biz bu cümleyi kaderi inkâr etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulundurarak binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felâketin zararını bir derece önleyebiliriz. işte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz."

Eğer söylenmek istenen bu ise, hata kullanılan kelimeden kaynaklanıyor demektir. Biz de bu ihtimali nazara aldık ve bu sözü söyleyenleri bir çırpıda küfürle itham etmeyip, ihtiyatlı davranarak "inananlar bilmeyerek kullanıyor" dedik.

Körü körüne teslimiyetçiliğe "kader" deyip, tedbirler almayı "kaderi değiştirmek" diye ifade etmek yanlıştır.

İslâmî tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değildir, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra teslimiyetle neticeyi beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip, sonucu Allahtan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olur diye bir kaide yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allahtır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler "kader"dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız.

Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alâkası yoktur.

Hâller değişir, ama kader değişmez. Meselâ, bir fakir çalışıp zengin olmakla "Ben kaderimi değiştirdim," diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: "Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış."

islâm bize, "Kadere inanıyorsan tedbiri bırakacaksın," demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

insanın her ameli ve her sözü kulluğunun ifadesidir. Başıboş bırakılmayan ve bütün varlıkların üstünde bir önem sahibi olan insanın her sözü lehine veya aleyhine şahit olarak kullanılacaktır. Söylediği sözler, kâtip melekler tarafından yazılmakta ve Allah tarafından işitilmektedir.

Bazen bir cümle bizi yücelerin en yücesine çıkarır, bazen da bir söz aşağıların en aşağısına düşürür. Söyleyeceğimiz her kelimeyi islâm terazisiyle iyice tartmak zorundayız.

Ağızdan çıkan yanlış kelimeler, tabancadan rastgele atılan mermilerden daha az tehlikeli değildir!

Bizi gözetleyen, her söylediğimizi işiten, bütün amellerimizi yazanları unutmayalım.

içimizde kendi söz ve davranışlarımızı elekten geçiren bir sansür müessesemiz olsun.

 

 

MATERiALiSME

Maddiyye, maddecilik.

Herşeyi maddeye indirgeyen ve maddi varlıkların dışında hiçbir varlık kabul etmeyen felsefi görüş.

...

Adamın biri, bir âlimin evine, bir emanet bırakmıştı. Emanet lâzım oldu. Adam, âlimin yanına uğradı. Onu ders kürsüsüne oturmuş bir hâlde gördü. Talebeleri karşısına dizilmişti.

"Efendi, o emanete ihtiyacım var," dedi.

Hoca işaret etti: "Biraz bekle, dersi bitireyim."

Adam, oturup beklemeye başladı. Ders uzadı, oysa onun işi aceleydi. Alim, âdeti gereği, ders okuturken başını sallıyordu. Adam öyle zannetti ki, ders okutmak, yalnız baş sallamaktan ibarettir.

"Ey üstad!" dedi. "Beni kendine vekil et. Ben, senin yerine başımı sallayayım da, emanetimi çabuk getir. Çünkü işim aceledir!" Hocayı da, talebeleri de güldürdü.

Materyalist de hikâyedeki adama benziyor. Atomdaki şuursuz hareketi ve cahil kuvveti görüyor, her şeyin bunlarla olacağını sanıyor. "Beni de, kedimi de, çiçeğimi de yapan atomdur," diyor. Hareketlerin ve kuvvetlerin arkasındaki sonsuz ilim ve iradeyi göremiyor.

"Materyalizm," madde adına bütün manevî varlıkları inkâr eden bir felsefî akım. Canlı ve cansız bütün varlıkların, atomlardaki zıt kuvvetlerin eseri olduğunu söylüyor.

Maddede, "çekme" ve"itme" gibi kuvvetlerin bulunduğunu biliyoruz. Acaba bu kuvvetler, kâinattaki muhteşem eserleri yapabilirler mi?

Dünya bir sahne. Her yerde harika olaylar oluyor. Mevsimler değişiyor, güneş parlıyor, dünya dönüyor... insanlar doğuyor, büyüyor, ihtiyarlayıp ölüyorlar... Topraktan bitkiler çıkıyor, ağaçlar yapraklanıyor, çiçekleniyor, meyve veriyor. Bulutlar toplanıp dağılıyor, yağmurlar yağıyor, rüzgârlar esiyor...

Ve hayat aksamadan devam ediyor. Her şey mükemmel yapılıyor. Olaylar bir düzen içinde. Bir iş diğer bir işe mâni olmuyor. Kâinat fabrikası muntazaman çalışıyor.

Her hâdisede ilmin, iradenin ve sonsuz bir kudretin eserleri görünüyor. Tesadüfe yer yok...

Bütün bu olaylar kendi kendine mi oluyor? Görünen varlıklar, birer yapı taşı olan atomlar tarafından mı yapılıyorlar?

Her akıl sahibi kabul eder ki, atomlar ve onlardaki kuvvetler bir şuura sahip değillerdir. ilim, irade ve hayattan mahrumdurlar. Kendilerinin bile ne olduğunu bilemezler. Görme, işitme, koklama, tadma ve dokunma duyguları yoktur. Akılsız, şuursuz, kör ve sağırdırlar. Sûret, estetik, düzen ve düşünce gibi kavramlara yabancıdırlar. Yaratıklar için malzeme olmaktan başka bir rolleri yoktur. Ne çevreye gülücükler saçan çiçekleri, ne güzel gözlü ceylanları, ne tatlı nağmelerle şakıyan kanaryaları ve ne de düşünen insanları tanırlar.

işte bir sarmaşık! Harika bir sanat eseri! Dalları, yaprakları ne güzel düzenlenmiş. Rengini, desenini, şeklini seyretmeye doyamıyoruz. Duvarı baştanbaşa saran bu sarmaşık, saksıdaki iki avuç toprak ve bir miktar da sudan meydana geliyor. Elementler, üst üste, yan yana diziliyor ve bir sarmaşık oluyor.

Eğer, her şey kendi kendini yapmıştır, dersek şöyle bir imkânsızlık ortaya çıkar: Bu bitki, daha kendisi yokken, kendini yapmaya karar verecek, bunun için yeterli ilmi olacak, kuvveti bulunacak, kendini yapmayı isteyecek ve yapacak...

Bu mümkün mü? Böyle bir hurafeyi kim kabul edebilir? Olmayan bir şeyin ilmi, iradesi ve kudreti bulunabilir mi?

Sarmaşığın yapraklarından birindeki herhangi bir elementi düşünelim... Topraktayken kalkmış, gelmiş ve o yaprakta bir görev almış. Aklı, şuuru, hayatı, görmesi, işitmesi olmayan bir element, kendi başına bunu nasıl becerir? Üstüne düşen vazifeyi aksatmadan nasıl yapar?

Ne bitki köklerinin, ne de atomların ilmi ve iradesi bulunmadığına göre, tam da olması gerektiği kadar element köklerden girip, nasıl belli bir tartı dahilinde dallara ve yapraklara gidebiliyorlar?

Bu elementler niçin hep bir araya toplanmıyorlar da ayrı ayrı yerlere gidiyorlar? Her iş bir plân dahilinde olduğuna göre plânlayan kim?

Hayatı olmayan atomlar, nasıl oluyor da bir araya gelip canlı bir bitki olabiliyorlar?

Aynı sorular, o sarmaşıktaki ve diğer bütün bitkilerdeki elementler için de geçerli.

Eğer her mahlûkun kendi kendini yaptığını kabul edersek, şöyle bir mesele daha çıkar karşımıza:

Bu durumda, bir elementin, vazife yapacağı yeri tayin edebilmesi için bütün dünyayı, dünyadaki her yaratığı tanıması gerekir. Çünkü, dünyadaki genel âhenge uyması lâzımdır.

Ayrıca, diğer elementlerin nerede bulunduklarını, hangi bedende ne gibi bir vazife yaptıklarını bilmesi de şarttır.

Bir kalsiyum elementini düşünelim. Yenen bir gıda ile insan midesine giriyor. Plân gereği, bu elementin sağ elin baş parmağına gitmesi gerekiyor. Onun böyle bir plândan haberi bile yok. Arzu edilen yere gidebilmesi için de binlerce kilometre uzunluğundaki damarlardan geçmeli. Damarları caddelere ve sokaklara benzetirsek, bu elementin, o karışık yollardan geçmesi, adresini dahi bilmediği bir eve gitmesi arzu ediliyor.

Element bu işi başarabilir mi?

insan bile, akıl ve ilim sahibi olduğu, elinde adres bulunduğu, görüp işitebildiği hâlde bazen aradığı evi bulamazken, bu özelliklerin hiçbirine sahip olmayan atomlar, hedeflenen organa, dokuya ve hücreye nasıl giderler?

Bir nebze düşünebilen anlar ki, atomların bu işi yapması mümkün değildir. Onlar "emir kulu"durlar. Bilen, isteyen ve yapan başkasıdır. Atomlar ise, ancak birer yapı taşıdırlar. Kendilerini de, diğer varlıları da harikulâde bir incelikle yaratan Rablerinin emrindedirler.

Yapı deyince Selimiye camiinden bahsetmemek olmaz. Görenler bilirler, hakikaten o bir mimarî incisidir. Muhteşem kubbesi ve zarif minareleriyle bir estetik abidesidir. Hâl diliyle, seyircilerine mimarının varlığını ve sanat kabiliyetini anlatmakta.

Mimar Sinan, camide görünmediği için varlığı inkâr edilebilir mi? Mimarını inkâr edebilmek için, her taşın mahir bir sanatkâr olduğunu kabul etmek gerekmez mi? Çünkü, usta kabul edilmezse, o zaman bütün taşların bir cami yapmak konusunda anlaşması, kendi kendilerini nakışlaması ve bir plân dahilinde bir araya gelmesi gerekir.

Bu fikrin nasıl bir hezeyan olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

içinde ömür sürdüğümüz şu uçsuz bucaksız kâinat da bir mimarî şaheseridir. Şüphesiz ustasını gösterir ve tanıtır. Allahı inkâr adına bütün atomlara ilâhlık sıfatı veren adam, hakikattan ne kadar gàfildir! Üstelik, bu binanın yapı taşları olan zerreler her an değişmekte, ama düzen ve uyum asla bozulmamaktadır.

Kâinat gibi, içindeki her varlık da bir binaya benzer. O ezeli sanatkâr, aynı malzemeyle milyonlarca türde binalar yapmakta ve bunları akıl sahiplerine göstermektedir.

Dünya fuarında milyonlarca tür canlı var. Her biri sanatça diğerlerinden geri değil. Şekilleri ayrı, kabiliyetleri ayrı.

Her varlık, "Biz, mahir bir sanatkârın eserleriyiz. Hangi sanat eseri tesadüfen yapılmış ki, biz de tesadüflerin ürünü olalım?" diye haykırmakta.

Not: Bundan sonraki dokuz yazı da maddecilikle ilgilidir.

 

MADDE

Madde, "uzayda yer kaplayan varlık" demek. "Var" olabilmesi bazı özellikleriyle mümkün. Koku, renk, tad, boyut, konum ve suret gibi. Bunlara, felsefe dilinde "araz" deniyor. Maddenin, arazlardan soyutlanmış özü ise, "cevher."

Arazların varlığı cevherlere bağlı. Meselâ, kendi başına bir boyuttan ve suretten söz edilemiyor. Arazlar olmadan madde var olamıyor. Eni, boyu, derinliği, biçimi, konumu, tadı ve kokusu bulunmayan bir madde, yok demek.

Madde ezelî olabilir mi?

Bu konuyu, önce tarifler yaparak incelemeliyiz.

"Ezelî" ile "kadim" aynı manaya geliyor. Kadim, "varlığına yokluğun ilişemediği şey". Hâdis ise, "sonradan olma" demek.

Maddeye "kadim" diyenler, onun, varlığından önce yokluğunu kabul etmeyenler.

Madde ancak arazlarla var olabilir, demiştik. Arazlar ise, devamlı değişir ve başkalaşır. Meselâ, duran bir cisim hareket edebilir veya hareketli bir cisim durabilir. Hareket başlayınca "durgunluk," cisim durduğu zaman da "hareket" yok olur. Var, yok olmakta, yok da var olmaktadır. Şu hâlde hareket ve durgunluk hâdis, yani sonradan olmadır.

Aynı şekilde, suretler de değişir. Tomurcuğun gül şeklini aldığını, yumurtanın kuş suretini giydiğini her zaman görebiliyoruz. Gül sureti gelince tomurcuk sureti yok olur. Yine, kuş biçimi, yumurta şeklini varlıktan siler.

Koku, tad ve boyut gibi ikinci dereceden arazların da her zaman değiştiğini hep müşahede ediyoruz. Her değişme, mevcut arazların yok oluşu, yeni arazların var oluşu demek.

Bu tesbitler ışığında, hiç tereddüte düşmeden şu hükmü verebiliriz: Madde ezelî değildir. Çünkü, varlığı arazlara bağlıdır. Arazlar, hâdis ise, ki öyle olduğu belli, madde de hâdistir, yani sonradan olmadır.

Maddeciler, tutunacak dal bulamayıp, bu defa da, "enerji ezelidir" derlerse, cevabımız aynı olacaktır: Enerji, maddeye dönüşebilmektedir, o hâlde ezelî değil, hâdistir.

Hâdis olan, kadim birine muhtaçtır. Başka türlü var olamaz. Hâdis olmayan, ezelî bir sebep gerekir. O da ancak Allah olabilir. Allah, madde cinsinden değildir. Ne arazdır, ne cevher, yarattıklarına hiç bir yönden benzemeyendir.

Ne gariptir ki, Allahın ezeliyetini akıldan uzak gören maddeciler, her bir atomun ezeliyetini kabulden geri kalmıyorlar! Müzisyeni inkâr edebilmek için, havaya yayılan her notaya müzisyen diyen bir adamın durumuna düşüyorlar.

Çevrelerindeki harika sanat eserlerini görüyorlar da, ilmi, iradesi ve kudreti sonsuz bir Sanatkârı tanımak istemiyorlar.

 

VAR-YOK

"Madde, vardan yok, yoktan var olmaz" sözü, âciz insanlar doğru olabilir, ama Allah için, asla..!

Her sene bahar mevsiminde milyarlarca canlının tad, koku, boyut ve biçimlerini yoktan yaratan Allah için, "Yoğu var edemez," demenin mantığı yoktur.

Kaldı ki, fizik âlimleri maddenin enerjiye dönüşebildiğini ispat etmişlerdir. Reaksiyona giren bir madde, kütlesinin bir kısmını kaybeder. Artık madde yok, enerji vardır. Ortaya çıkan enerji, ışık hızının karesi ile kaybolan kütlenin çarpımına eşittir. Bu meşhur formül, "kütlenin korunumu kanunu"nu yıkmıştır.

Keza, uzay araştırmaları da bu hakikatı teyit etmektedir. Fezada, bazı dev yıldızlar, görünmez bir enerji girdabı tarafından yutulup yok edilmektedir. Bu yıldız mezarlarına "kara delik" adı verilmiştir.

ilmin nasıldan niçine yükseldiği bir çağda yaşıyoruz. Araştırmacılar, fizik ile fizik ötesinin sınır çizgisine yaklaştılar. Kâinatın sonradan yaratıldığı gün gibi ortaya çıktı. Maddenin ezelî olmadığı kesinleşti.

Sıra Allahı tanımaya geldi. Çünkü kâinat süslü, ölçülü, düzenli ve uyumlu bir eser. Her eser gibi ustasına şahitlik ediyor. Basit bir yüzüğün bile yapanı olur da, şu harika kâinatın sanatkârı olmaz mı?

ileri seviyedeki fizikçilere göre kâinatın ilk hâli "ölçülemez yoğunlukta enerji ihtiva eden parlak bir nokta" idi. Bir patlama sonucu yumak açıldı ve varlık saçıldı. Zaman, mekân, boyut, şekil, renk, hareket ve ışıktan mürekkep bir âlem kuruldu. Sonra kâinat sarayına hayat geldi. Yeryüzü bitkiler, hayvanlar ve insanlarla şenlendi.

Biz o "parlak noktaya" bir kudsî hadîse dayanarak "Muhammedî nur" diyoruz. Varlıkların ilki Peygamber Efendimizin nurudur. Bütün varlıklar o nurdan yaratıldı. Kâinatı bir ağaca benzer. O nur, çekirdek konumundadır. Elementler bu ağacın dalları, bitkiler yaprakları, hayvanlar çiçekleri, insanlar meyveleridir.

 

ASKER

Mangasını arayan bir asker düşünelim. Arkadaşlarıyla birlikte önemli işler yapacak. Bu askerin, her şeyden önce, ordunun ne olduğunu bilmesi gerekir. Askerlik nizamına yabancı olmamalıdır. Bütün tümenleri, alayları ve bölükleri tanımalı, hangi sınıfa dahil olduğunu öğrenmelidir.

Tesadüfen herhangi bir bölüğe gidip, kendinden istenmeyen işler yapıp, düzeni bozması da mümkündür. "Ben bir askerim. Piyade sınıfındanım. Ordunun şu tümeninde, şu alayında ve şu bölüğünde görevliyim. Komutanım ve arkadaşlarım da şunlardır," diyebilmelidir. Aksi hâlde düzen bozulur.

Varlıklar da bir ordudur. Kendi içinde kısımlara ayrılır. Atom ise, bir askerdir. Bir varlığın bünyesine, meselâ bir kedinin bedenine gidip, orada iş yapması gerekiyorsa, o kediyi tanıması gerekir.

Bu da yetmez, kedinin diğer canlılardan ve cansızlardan farkını da bilmeli. Daha da önemlisi, o kedinin beden yapısını, organlarının özelliklerini, dokularını, hücrelerini, bunların ne işe yaradıklarını da bilmeli, kendi vazifesinin şuurunda olmalı. Aksi hâlde, girdiği yeri karıştırır, düzeni bozar.

Bu işleri yapacak atomun, "nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi gören bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü," bulunmalıdır.

Böyle bir hurafeyi kim kabul eder?

Şüphesiz atomlar, Yaradanın emriyle iş gören şuursuz askerlerdir. Arkalarında Allahın güzel isimleri ve sıfatları vardır.

Atomdaki, hareketler ve kuvvetler ise, bu isimlerin maddî âlemdeki görünüşlerinden ibarettir.

 

iNSAN VE ATOM

insan, "kâinatın küçük bir misali." Dünya onunla mana kazandı. Manevî yönü bir yana, maddî yapısıyla bile akılları hayrette bırakan bir mükemmelliğe sahip.

Mekanik gözüyle bakılırsa, bedeni olağanüstü bir fabrika. Kalb makinesi gerekli akaryakıtı pompalar. Damar adı verilen borular, hayatî sıvıları taşır. Mide makinesi, dışarıdan alınan hammaddeleri mamul ürünler hâline getirir. Sinir sistemi, idare merkeziyle diğer makinelerin irtibatını sağlar. Boşaltım sistemi, pis suları ve atıkları dışarıya atmakla görevlidir.

Dil, kapıcılık yapar, faydalı maddeleri alır, zararlıları defeder, aynı zamanda fabrika adına sözcülük yapar. Gözler, idarecinin dışarıyı gözetlemesi için açılan pencerelerdir. Kulaklar ise, müdüre haricî âlemden haberler getirir.

Kafa denilen üst kat, idare merkezidir. Beyin, ruh isimli efendinin bilgisayarıdır. Ruh görünmez, çünkü makine cinsinden değildir.

Bunlar, beden fabrikasının sadece bir kısmı.

Şimdi herhangi bir atomun, bu fabrikaya girdiğini düşünelim. O atom, hangi makineye girse kusursuz vazife yapabilir. Akciğerde kanı temizler, midede gıdaları sindirir, gözde görür, kulakta işitir, dilde tadar... Her organın kanunlarına uyar. Düzeni asla bozmaz.

Fakat aynı zamanda cahildir. Hiçbir organı tanımaz. Hangi makineye niçin gittiğini bilmez. Kendi varlığının bile şuurunda değildir. Ama nerde olursa olsun, önüne hangi görev çıkarsa çıksın, üstüne düşeni eksiksiz yapar.

Acaba kendi gücüyle mi yapıyor?

Asla! Bundan daha asılsız bir iddia olamaz. Doğrusu, o atom Rabbinin eseridir. Bitkileri, hayvanları ve insanları örneksiz yaratan Zatın emriyle iş görür.

O, bir askerdir.

 

HAVA

Farkında mısınız?

Odanızda binlerce ses ve görüntü var. Her yer kelimeler, eşyalar ve yüzlerle dolu.

Bakıyor göremiyorsunuz, dinliyor duyamıyorsunuz. inanmakta zorluk çekiyorsunuz.

O zaman, deneyin. Radyonuzu açın, duyarsınız. Televizyona bakın, görürsünüz. Radyonuzda sayısız ses ve kelime var. Televizyonunuzda görünen eşyaları ve insanları sayamıyorsunuz bile.

Bu cihazlar, sesleri, kelimeleri ve görüntüleri getirmek için her an uzaklara mı gidip geliyorlar?

Ne münasebet! Onlar zaten odanızda, ama siz farkında değilsiniz. Onları yüzlerce kilometre uzaklardan birileri getiriyor.

Farkında mısınız?

Atomlar yapıyor bu işi.

Bize kusursuz hizmet ediyorlar. Havada akıl almaz olaylar oluyor. Devamlı ısı, ışık, ses ve görüntü taşınıyor. Hiçbir aksama olmuyor.

Her atom, kendine gelen emaneti alıyor, yanındakine eksiksiz devrediyor. Aynı anda sayısız işi birden yapıyor.

Her atom, kendine ulaşan her sesi, her ısıyı, her ışığı ve her görüntüyü birbirine karıştırmadan alıp, bir başkasına devredebilme özelliğine sahip...

"Mi?"

"Evet" derseniz, her atomun bütün dilleri bildiğini, kulaksız işittiğini, akılsız anladığını ve ağızsız anlattığını kabul etmeniz gerekiyor.

Siz bütün dilleri biliyor musunuz? Aynı anda on kişiyi dinleyip, anlayıp, anladığınızı başkalarına anlatabilir misiniz?

Konuşanların seslerini, konuşma biçimlerini aynen taklit edebilir misiniz?

işiniz bu kadarla da bitmiyor. Sesleri taşırken görüntüleri, ısıyı ve ışığı da ihmal etmemelisiniz.

Atomun yaptığını yapabilir misiniz?

"Hayır" mı?

Oysa siz, en mükemmel canlısınız, insansınız, akıllısınız. Atomların ise, ne ilmi var, ne de iradesi. Ne sesi bilirler, ne görüntüyü. Ne ısıdan haberleri vardır, ne de ışıktan.

Kendilerinin atom olduğunu bile bilmiyorlar!

Siz ne dersiniz bilmem, ama ben derim ki, bu işleri atomlar yapamaz. Yapmıyor da, ama yapar gibi görünüyor. Bir "görünür sebep" olmaktan başka rolleri yok.

Perde arkasında biri var. Sonsuz ilmi, iradesi ve kudretiyle yapıyor, yaratıyor...

Farkında mısınız?

Onu gözler göremiyor, ama akıllar görüyor.

Yerlerde yeri yok, ama her yerde eserleri var.

Adı dilimde, marifeti aklımda, muhabbeti kalbimde...

 

BU ŞiiRi KiM YAZDI ?

Bir şiir... Özü, ulvi fikirler ve zarif duygularla örülü. Sözü, edebî sanatlarla bezeli. Her harf, her kelime ve her mısra olması gerektiği yerde.

Hemen sorarız: Kim yazdı bu şiiri?

işte bir cevap: Harfler yazdı, zira eser onlardan meydana gelmiş. Bu harfler, tesadüfen bir araya gelip, şiir oldular. Yazan başkası olsaydı, eserin içinde görünürdü. Görünmüyor, demekki yok.

Sıra ikinci cevapta: Bu şiiri akılsız, şuursuz, edebiyattan ve sanattan habersiz harflerin yazması mümkün değil. Aklımıza ve duygularımıza hitap eden bu ulvî manalar harflerde yoktur. Harfleri de, şiiri de yazan bir şair vardır. Kâğıdın içinde bulunmaması inkârına delil olamaz. Kâğıt ve harf cinsinden değildir ki, orada görünsün.

Bütün yaratıklar, şu insan, şu menekşe, şu kelebek de birer şiir gibi. Şiiri harflerin yazması ne kadar imkânsızsa, şu insan denilen sanat şaheserini de atomların yapması o kadar akıldan uzak. Atomlar, harflerden daha âlim ve daha sanatkâr değiller. Her şiirin bir şairi olduğu gibi, şu süslü ve mânalı eserlerin de bir yaratıcısı var.

Yaradan, her sene, zaman ve zemin sayfasına sayısız eserler yazıyor, sonra da siliyor. Her varlık, cisimlenmiş mânalı bir kelime. Hâl diliyle, sanatkârını, yaratıcısını anlatıyor. Rabbine medihler ve şükürler ediyor.

Şair ve yazar, manayı esas alıp, ona göre şiirler ve yazılar yazdıkları gibi, Allah da, mahiyetleri ve ruhları bir model olarak yaratıp, onlara uygun bedenleri tanzim ediyor.

Canlıların, kabiliyetleriyle bedenleri arasındaki âhengin sırrı burada.

 

FABRiKA

Dünya da bir fabrika.

Hammaddesi ise, su ve toprak.

Bütün bitkiler, hayvanlar ve insanlar onun ürünleri.

Hepsi de sanatlı ve hikmetli.

Ne fabrika ürünü tanıyor, ne de ürün fabrikayı.

Zira, her ikisi de akılsız ve şuursuz.

Basit bir saatın bile ustası var.

En küçük makina bile kendi kendine yapılamıyor.

Dünya fabrikasının tesadüfen oluştuğunu söylemek mümkün mü?

Her fabrika gibi onun da elbet bir ustası olmalı.

O, bu fabrikayı kurmuş ve işletiyor.

Her parçası yerli yerinde ve görevini aksatmadan yapıyor.

Fabrika içinde fabrikalar...

Ağaç bir fabrika, meyve üretiyor.

Hayvan da bir fabrika, et ve süt üretiyor.

insan ise, fabrikaların en mükemmeli.

Neler üretmiyor ki?

Üstelik kendisinin ve başkalarının farkında.

Bakıyor, anlıyor, düşünüyor...

Fikirler üretiyor.

Ustasını tanıyor.

Ve isterse, iman edebiliyor!

 

TASViR

Her tür, göz alıcı renklerle bezenmiş, gönül yakıcı nakışlarla süslenmiş. Her varlığın bir sureti var. Hepsi de "tasvir," yani "suretlendirme" fiilini gösteriyor.

Gülün görüntüsünü tuvale aktaran ressamı baş tacı edip, gülü yaratanı tanımamak hangi akıl iledir! Kopyasına hayran olup, aslını güzellik duygusundan mahrum unsurlara vermek gerçeğe ihanet olmaz mı?

Yeryüzü tablosunda mütemadiyen tazelenen harika suretler gösterir ki, yoktan suretler yaratan bir "Musavvir" var. Atomlar ise, kudret fırçasının boyası hükmünde.

Atomları, organların sınırında durdurup, hududu aştırmayan zat, Allahdan başkası olamaz. Aksi hâlde, her canlı ve her organ için maddî bir kalıp gerekirdi. ilâhî ilim kabul edilmezse, oyuncak bebek kalıplarına benzer milyarlarca kalıbın kullanılması zarurîdir. Sonra, o kalıplar için de başka kalıplar gerekir ve bu zincir uzar gider.

Böyle bir çözüm yolu , ancak masallarda görülür. Oysa biz hakikat peşindeyiz. Her yaratığa bir miktar tayin eden, atomları bir düzen içerisinde çalıştıran ancak ilâhî ilim olabilir ki, biz bu tür ilme "kader" diyoruz.

Atom, kader çizgisini asla aşamaz.

Çünkü, "emir kulu"dur.

 

DARWiNiSME

Darveniye, Darvincilik.

"Bütün canlılar evrim sonucu oluşmuştur, bugünkü durum doğal bir ayıklanmanın sonucudur, insan da bu süreçte maymun türünün evrimiyle ortaya çıkmıştır," tezini ileri süren kuram.

Darvinizme, bir felsefî akım denilemez. Teori, maddeci felsefeler tarafından ısrarla savunulduğu için, felsefî bir nitelik kazanmıştır. Maddeciler, hayatı ve türleri evrimle açıklamaya çalışırlar. Maddecilikle evrimcilik bir tende iki can gibidirler. Kitabımızda yer almasının sebebi, onun bu özelliğidir.

Oysa, evrim teorisi ortaya atıldıktan sonra köprünün altından çok sular aktı. Bu fikrin imkânsızlığını sağlam delillerle ispat eden nice incelemeler yapıldı, kitaplar yazıldı. Biz, konunun ayrıntılarını bu tür eserlere bırakıp, sadece bazı esaslara işaret edeceğiz.

"Bilim," elimizden tutup, bizi evvel zamanlara götürüyor ve diyor ki: "Dünyamız güneşten kopan bir ateş parçasıydı. Ne toprağı vardı, ne suyu. Bitkilerin, hayvanların ve insanların sözü bile edilmiyordu. Çünkü hayat yoktu. Canlı varlıklar sonradan ortaya çıktı da, yeryüzü şenlendi..."

Pastör, deneylerle ispat etti ki, canlıların, kendi hâline bırakılan cansızlardan oluşması imkânsızdır. Öyleyse canlılar, bir dış müdahale ile yaratıldılar. Işığı veren ışıklı olduğu gibi, hayatı yaratan da elbette diridir ve hayat vermeye muktedirdir.

Ceylan, koyun, gül, akasya, güvercin, balina, at, bezelye, insan... Yüzbinlerce tür. Hepsi sonradan var oldu. Darvin, türlerin birbirinden oluştuğunu iddia eder. Güya, cansız maddelerden tesadüfen tek hücreli canlılar ortaya çıkmış. Sonra tesadüfen karmaşık yapılı canlılar meydana gelmiş. insan da yine tesadüfen maymundan dönüşmüş. Yani biz, tesadüfen var olmuşuz ve tesadüfen yaşıyormuşuz!

Darvin, örnek de veriyor. Kıravatlı güvercinlerle kalın boyunlu güvercinler eşleştirilirse ara tipler elde edilirmiş. Şu hâlde, mevcut türlerden yeni türlerin elde edilmesi mümkünmüş. Ne büyük delil! Düşünmüyor ki, güvercin kalın boyunlu da olsa, kıravatlı da olsa güvercindir ve aynı türe mensuptur. Irklar arasındaki ıslah çalışmaları, türler için geçerli değildir.

Biyoloji ilminin temel taşlarından olan Mendel, yaptığı deneyler sonucunda şu gerçeği ortaya koydu: Bir türün, başka bir türü meydana getirmesi imkânsızdır. iki ayrı türün birleşmesiyle ortaya çıkan canlının nesli devam etmez. Bunun en güzel örneği, eşekle atın ortak ürünü olan katırdır. Katırda üreme özelliği yoktur. Mendel, görüşlerini ispat etti ve tesbitleri biyolojinin temel kanunları hâlini aldı.

Evrimciler, çevrenin tesiriyle türlerin değiştiğini, yeni türlerin oluştuğunu söylediler. Onlara cevap verildi: Çevrenin etkisiyle olan değişmeler kalıcı değildir. Daha sonraki nesillere geçmez. işte ispatı: Müslümanlar, asırlardır sünnet oluyorlar, ama bebekler hep sünnetsiz doğuyor.

Deneyler de yapıldı. Farelerin kuyrukları kesildi. Kuyruksuz fareler eşleştirildi. Yeni doğan yavruların kuyruklu olduğu görüldü. Aynı deney defalarca tekrarlandı, fakat sonuç değişmedi.

Darvinciler, maymunla insan arasında bir "geçit formu" bulmak için de çok uğraştılar. Nice mağaralar kazıp, bataklıklar karıştırdılar, ama nafile. Her defasında elleri ümitsizce yanlarına düştü. Bütün araştırmalar teorilerinin aksini gösteriyordu.

Tek çare kalmıştı: Sahtekârlık! Onu da yaptılar. Maymun kemikleriyle insan kemiklerini birbirine ustaca tutturup, işte "ara tip," dediler. Lâkin mumları yatsıya kadar bile yanmadı. "Bilimsel" sahtekârlıkları kısa zamanda anlaşıldı, maskeleri düşürüldü.

Nihayet, fen mahkemesi Darvinizmin idamına ve evrim teorisinin iptaline karar verdi.

Sonuç: Her türün bir "evvel babası" vardır. Türler, şimdi nasılsalar ilk yaratılışlarında da öyleydiler. Uzun zamanda evrim geçirerek değil, bir anda yaratıldılar.

insan, maymundan bozma bir ucube değildir. Hazreti Adem aleyhisselâm, hem mükemmel bir insandı, hem de bir peygamber.

Bütün varlıklar ilmi, iradesi ve kudreti sonsuz olan Allahın eserleridirler. Kâinatı düzenli ve mükemmel bir saray gibi yaratan Allah, canlıları da şimdiki özellikleriyle bir anda yaratmaya muktedirdir. Gözümüzün önünde buğday kadar çam çekirdeğinden çam ağacını yaratan kudret, âciz değildir.

Bu hakikatlara rağmen evrim teorisi hâlâ gündemde. ilmî inceleme konusu olmaktan çıkıp, felsefî bir boyut kazandı.

Allaha kul olmak istemeyenlerin sığınağı oldu. ilmî hiçbir değeri kalmayan bir teorinin inatla savunulmasının sebebi budur.

Darvinizm, "bilimsel" kılıklı bir felsefedir.

 

NATURALiSME

Tabiiyye, doğacılık.

Her alanda her meseleyi tabiattaki kanunlarla açıklamaya çalışan, her olayı doğa yasalarına indirgeyen görüş.

.....

Allahtan kaçanlar "tabiat"a sığındılar. Padişaha isyan edip, cellâttan yardım uman suçlunun mantığı. Tabiat da, yaratılanların toplamından ibaret büyük bir eser. Ustayı inkâr için, esere usta demek izahın değil, kaçışın ifadesi.

Güneşe, suya ve toprağa tapanlara "ilkel" diyenler, varlıkların yaratılışını güneşe, suya ve toprağa vermekle aynı inancı paylaşmıyorlar mı? Natüralizm, putperestliğin yeni adıdır.

inkâr cephesinde yeni bir şey yok. isimler değişti, ama mantık çizgisi aynı kaldı. Ne iniş var, ne çıkış. Yükselişi yok ki, alçalışı da olsun. iddiasının dayanağı tek kelimeden ibaret: Yok.

Yok'larla bina kurulmaz. Bin tane yok, bir var'ı tartamaz. "Yok" kelimesi inançsızın kimliğidir, kendi boşluğunu belgeler.

Reklâm, en çok güvendikleri araç. "Bilim adına" sürekli tekrarlanan yalan, zamanla doğrunun yerini alabilir. Eğer o yer, gerçeklerle doldurulmamışsa.

Mantığın temel kanunları ışığında düşünen akıl diyor ki, her eserin bir ustası vardır. Hiçbir eser kendi kendini yapamaz. Kitap yazarını, masa marangozunu, resim de ressamını gösterir. Ustayı, eserin içinde aramak ise, boşuna gayret.

Bir yazı okuduğumuzda, "Bu harfler mürekkeple yazılmış. Mürekkebin tabiatında ise, yazı olmak özelliği var," diyerek, yazarı inkâr edebilir miyiz?

Tablodaki resime hayran olup, "Resim olmak boyaların tabiatındandır. Bu eserin ressamı yok," diyebilir miyiz?

"Apartman, kumun, çakılın, demirin ve tahtanın tabiatı gereği var olmuştur. Mimarı yoktur," dersek bize kim inanır? Yahut, o apartmanın projesini görüp, "işte mimar budur," diyerek kimi aldatabiliriz?

Kâinat ve içindeki her eser de bir binaya, bir resime veya bir kitaba benzer. "Bunların yaratılması eşyanın tabiatı gereğidir," diyen adam, cahilliğini ilân etmiş olur. Binanın yapılması için nasıl projeyi çizen ve yapıyı kuran bir mimar gerekiyorsa, kâinattaki eserlerin de bir ölçü ve kanun ile yaratılması için bir Yaradana ihtiyaç vardır.

Kâinattaki her varlık da sanatlı bir eser. insan takatini aşan bir ilim, irade ve kudretle yaratılmış. Ölçü, düzen ve güzellik diliyle sanatkârını ilân ediyor. Bu sesi kim susturabilir?

Kâinat, yaratılanların bütünü. Demek kendisi de yaratılmış. Tabiat ise kâinattakilerin toplamı. Daha net bir anlatımla, tabiat, bir bakıma, kâinatın ikinci adı. Şu hâlde, "kâinatı ve içindekileri tabiat yarattı," demekle, "kâinat kendi kendini yarattı," demek arasında ne fark var?

Bir mühendis düşünelim. Bu zat, mükemmel bir proje hazırladı ve uzaktan kumandayla çalışan bir fabrika yaptı. O hârika fabrikaya ilimden ve teknikten nasibini almamış vahşi bir adam girdi. Baktı ki, makineler ve tezgâhlar büyük bir intizamla çalışıyor. Çevresini araştırdı, mühendisi göremedi. "Bu makineler kendi kendine kurulmuş. Çalıştıranı da yok," diye düşündü. Sonra duvarda asılı bir levha gördü. Oraya karmaşık bazı rakamlar ve yazılar yazılmış, muğlak şemalar çizilmişti. "işte fabrikayı kuran ve çalıştıran bunlardır," dedi, cahilliğini gösterdi.

Tabiatçı, misaldeki adama benzer. Kâinat da mükemmel bir fabrika. Hayret uyandıran bir âhenk ve nizam ile çalışıyor. Her iş, belli bir kanuna göre yapılıyor. Böyle bir sisteme, serseri tesadüf parmak karıştırabilir mi? Gel gör ki, Yaradanı tanımayan kişi, kâinatın işleyiş kanunlarını yaratıcı zannediyor. Bir de akıllı geçinmese!

Tabiattaki kanunlar itibarîdir. Hariçte vücutları yoktur. Varlıkları, maddenin varlığıyla devam eder. Kendi başına varlığını devam ettiremeyen bu mücerret mefhumlardan ne beklenebilir?

Canlılar yokken "üreme kanunu" da yoktu. Şu hâlde, üreme kanununun canlıları yarattığını söylemek mümkün değil. Canlıları ilim ve hikmetle yaratan kim ise, hayat kanunlarını koyan da odur.

Bu kanunlar, düşünen insanı, inkâra değil, imana götürür. Çünkü, kanun varsa, o kanunu koyan bir de hâkim vardır. Hiçbir kanun kendi kendine ortaya çıkamaz.

Kanunlar mücerret olup, birer isimden ibarettir. Uygulayıcı bir hâkim olmadıkça, herhangi bir tesirleri olamaz. Suçluyu yakalayıp, gereken cezayı veren bir kanun nerde görülmüş? Bir ülkenin kanunları bulunsa, fakat bunları yerinde ve zamanında uygulayacak hâkimleri olmasa, o kanunlar neye yarar?

Kâinat da büyük bir ülke. Onu yaratan Zat, kanunlar da koymuş. Tatbiki ise, yine Ona ait.

Tabiat fikrini kabul edenlerin, konuyu derinliğine düşündüğünü sanmıyorum. Sığ bir düşünce, imkânsızı mümkün gösterebilir. Yoksa, meseleyi akıl terazisiyle tartan herkes, tabiatın yaratıcı değil, eser olduğunu bilir.

Allahın sanatlı bir eseri olan tabiatı yaratıcı sanmak, tek kelimeyle ilkelliktir. Böylelerin, kendilerine "ilerici" ve "çağdaş" demeleri gerçeği değiştirmez. "Kara" olana "ak" denmekle ne değişir!?

Not: Bundan sonraki üç yazı da naturalizmle ilgilidir.

 

TABiAT NEDiR?

"Tabiat, bir varlığın temel ve değişmez özelliğidir," diyorlar. Elma, ağacının tabiatı gereği ortaya çıkıyormuş. Kuzu da, koyunun tabiatından dolayı kuzu olmuş... Öyle mi?

Fizik söylüyor: Kâinat bir zamanlar gaz hâlindeydi. "Gaz hâli" onun tabiatıydı. Tabiat, değişmez ve temel özellik olduğuna göre, bu hâlin sonsuza kadar devamı gerekmez miydi? Peki, ateş hâline niçin geldi?

Dünya bir ateş kütlesiydi. Bu hâl de onun tabiatıydı. Bu özellik ebediyyen devam etmeli değil miydi? Şu hâlde toprak, hava ve su gibi zıt tabiatlar nasıl ortaya çıktı?

Toprağın, suyun ve havanın tabiatıyla, bitkinin, hayvanın ve insanın tabiatı aynı mı? Ayrıysa bitkiler, hayvanlar ve insanlar nasıl meydana geldi?

"Tabiat üstü mutlak bir kudret" kabul edilmedikçe, bütün sorular boşlukta asılı kalmaya mahkûm. Noksandan mükemmele doğru uzayıp giden varlık zincirini izah etmenin tek yolu, sonsuz ilim ve kudret sahibi Yaradanı tanımaktan geçiyor.

Her usta, eserinden daha mükemmeldir. Soba ile sobacı, bina ile mimar örneklerini hatırlayalım. Canlıların, cansızlardan daha üstün olduğu da bir gerçek. Şu hâlde, noksan özellikte cansızlar, mükemmel canlıları nasıl yaratır?

Toprağa düşen tohum, dört varlıkla karşılaşır: toprak, hava, su ve ısı. Bunların hepsi de olabileceğince cahil, kör, sağır ve âcizdir. Ne tohumu tanırlar, ne de kendilerini. Tohum da cahillikte onlardan geri kalmaz.

Oysa, o tohumdan fışkıran bitki, akıl gözünü kamaştıracak kadar mükemmel bir eserdir. Adı geçen dört unsurun sahip olmadığı bir ölçü, şekil, tad, koku ve renk ile yaratılıyor. Üstelik bu bitkinin milyarlarcası aynı anda, birbirine karıştırılmadan, eksiksiz, kusursuz yapılıyor.

Tabiatçılar bunu nasıl açıklayacaklar?

Tabiat kanunları ise, kendi başlarına bir iş yapamazlar. Kâinattaki harika faaliyetlerin arkasında, Allahın güzel isimleri vardır. Güneş ışığının her yeri aydınlatması gibi bunlar da kâinatı kuşatmıştır.

Tabiat ise, "tesir eden mutlak güç" değil, "tesir altında kalan âciz bir eser." Dışarıdan gelen sonsuz bir iradeye boyun eğmekle şekilleniyor, çeşitleniyor ve yeni yaratılışlara sahne oluyor.

 

POSiTiViSME

ispatiyye, olguculuk.

Varlıkları müşahade edilebilir olanlardan ibaret sayan ve bilgi alanını olgularla sınırlayan felsefi görüş.

.....

Bilim alanında önemli gelişmeler olurken, felsefî bir akım ortaya çıktı: Pozitivizm. Bu cereyan daha önceki devirlerde de vardı, fakat cılız, sönük ve sessizdi. Bizim tefekkür dünyamızda "ispatiyyecilik" diye tanınırdı. Fennin çocukluk dönemlerinde bir hırsız gibi dağlarda gezen bu görüş, şimdi okullara girdi, aramızda dolaşıyor.

"Fizik, kimya, biyoloji gibi ilimlerin deneylerle ispatladığı fikirlerden başka şeye inanmayınız," diyen yarı aydınlar türedi. "Fennin gösterdiği ışıklı yolda yürüyünüz" diyen istismarcılar var. Nihayet, sayıları az da olsa, inanmak için laboratuvarların kapılarını gözetleyen taklitçiler ortaya çıktı. işin en acı tarafı da, bu kimselerin, fen ilimleri adına dini inkâra cüret etmeleridir. Çünkü dinin kaynağı vahiydir ve ilâhî meseleler laboratuvara girmez.

Her şeyden önce şu sorulara cevap arayalım: Fennin konusu nedir? Pozitif ilimlerin sınırı nerede başlar, nerede biter?

Şüphesiz, fen ilimlerinin konusu maddedir? Fizik, cisimleri ve varlıklar arasındaki münasebetleri inceler. Kimya, eşyanın iç yüzünü keşfe çalışır. Biyoloji, canlılar dünyasını aydınlatır. Astronomi ise, uzayı ve uzaydaki cisimleri tetkik eder. Tıp ilminin sahası insan bedenidir. Diğer pozitif ilimler de yine maddenin daha başka yönlerini anlamaya çalışır. Maddenin bittiği yerde metafizik, yani fizik ötesi dünya başlar ki, o zaman fen adamı, bu değişik âlemin eşiğinde durmaya mecburdur. Dış duyularımızla algılanamayan bu âlemin de kendine has uzmanları vardır. Bu sahada söz onlara düşer.

Peki bir fen adamı manevî konulara dâir hükümler verirse ne olur? işte o zaman haddini aşar ve mantığın kırbacıyla kendi alanına kovalanır. Nasıl, bir mühendisin sözü tıp alanında kâle alınmazsa, nasıl, bir ressamın fikri astronomide ölçü kabul edilmezse, öyle de bir fizikçinin veya doktorun görüşü dinî konularda muteber değildir. Kiraz ağacından süt sağılamıyacağı gibi, koyundan da kiraz üretmesi beklenemez. Ümit eden mahrum kalır. Denizde yaşayan ve şehirleri göremeyen balıklar, belediye kanunlarını ve görgü kaidelerini inkâra yeltenemezler. Gördüklerine inanan ve tecrübesine güvenen kişilerin de bu balıklardan pek farkı yoktur.

Esasen, fen alanında çalışanlar olmayanı var etmiyorlar. Yaptıkları mevcudu keşfetmekten ibarettir. Yer çekimi Nevtondan önce de vardı. Sular Arşimetten önce de cisimleri kaldırıyordu. Galile doğmadan evvel de dünya dönüyordu ve yuvarlaktı. Vücut makinesi tıp ilmi yokken de çalışıyordu.

Pozitif ilimlerin yaptığı, madde dünyasını ve bu dünyanın kanunlarını anlamaya çalışmaktan ve yaratılan eserlere isimler takmaktan ibarettir, dersek hiç de mübalâğa etmiş olmayız. Bu keşifleri yapanlara "mucit" adı veriliyor ki, yanlıştır. Mucit, olmayanı var eden demektir. Fen adamlarının yaptığı ise, keşiftir. Bundan dolayı "kâşif"diye isimlendirilmeleri daha doğrudur.

"ispat edilmeyen, deneylerle doğruluğu anlaşılmayan teorilere inanılmaz," sözü maddî sahaya münhasır kalırsa doğru olabilir. Nitekim, insanların maymundan geldiği fikri ispatlanamamış ve bir teori olarak kalmıştır. Fakat mezkur hüküm, dini de içine alacak kadar geniş bir manada kullanılırsa yanlıştır ve reddedilmeye mahkûmdur.

Fen ilimleri, insanı, ilâhî hakikatlârın inkârına değil, kabulüne götürür. Çünkü, mantık bize her eserin bir ustasının olduğunu söyler, dumanın ateşe delil olması gibi. Fenlerin tetkik ettiği kâinat da bir eserdir. Bundan dolayı, onun da sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir ustasının olması zarurîdir.

 

BiLiMLERiN DiLiNDEN

islâm, hiçbir zaman, hiçbir meselede bilime ters düşmemiş, bilâkis onu teşvik etmiştir. Dinî kaynaklar bunun güzel örnekleriyle doludur. Allahın iki kitabı vardır: Biri Kuranı Kerimdir ki, "kelâm" sıfatından gelir, diğeri kâinattır ve "kudret" sıfatının eseridir.

ilim adamları, dine inansalar da, inanmasalar da kâinat kitabını okumakta ve Yaradanın eserlerini tefsir etmektedirler. Efendilerini tanımadan çalışan ve iş gören köleler gibi!

Her bilim dalı, kendine has bir dil ile mütemadiyen Allahdan bahsediyor.

Meselâ, botanik ilmi, bize bir ağacın özelliklerini anlatır. Ağacın topraktakı gıdaları nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl taşıdığını, meyvelerin nasıl meydana geldiğini, büyümenin ne şekilde olduğunu gösterir. Böylece, karşımıza hücrelerden oluşan, kökü, gövdesi, dalı, yaprağı, çiçeği ve meyvesiyle mükemmel bir makine çıkar. Üstelik de canlıdır.

Şimdi insafla düşünelim: Bu harika makineyi akılsız, şuursuz, ilimden, iradeden ve kudretten mahrum basit bir toprak nasıl yaratır? Bitki âlimlerinin, dev laboratuvarlarda bile bir tek yaprağını yapamadıkları ilmî bir gerçekken, ağaç, başka bir ifadeyle odun, o harikulâde çiçekleri ve meyveleri nasıl yapar? Her bir ağaç o mûcizevî yaratılışıyla isimleri ve sıfatları sonsuz bir zatı ispat etmez mi?

Keza zooloji ilmi, aklımıza bir hayvanın iç dünyasının kapılarını açtı. Her hayvanın harikulâde birer fabrika olduğunu anladık. Zehirli sinek bal yapıyor. Elsiz böcek ipek dokuyor, dilsiz koyun süt üretiyor. ilim gösterdi ki, basit bir saman ve sudan, lâtif bir gıda olan sütü yapmak o akılsız koyunun işi değildir. Koyun, arı, ipek böceği ve benzeri bütün hayvanlar, ressamın fırçası, yazarın kalemi, marangozun çekici gibi birer âlettirler. Yaratmak fiilinin fâili ise, şüphesiz bu kâinatın da ustası olan Rabbimizdir.

Astronomi ilminin penceresinden bakarak, dünyanın uzaydaki hâlini gördük. Güneşin etrafında mermi hızıyla uçan dev bir tayyare. Kanatsız, motorsuz, pilotsuz, gürültüsüz ve olabildiğince büyük. Üstündeki yolcular ise gayet rahat seyahat etmekteler. Çoğu zaman uçtuklarının bile farkında değiller. Bir yandan da dünya, kendi ekseni etrafında dönüyor. Geceler, gündüzler ve mevsimler bu iki dönüşün ürünü. Güneşe yaklaşsak tehlike, uzaklaşsak tehlike. Güneşin çevresinde uçan sadece dünya da değil, diğer gezegenler de var. Onlardan birisiyle çarpışması işten bile değil. Fakat hiçbir aksaklık olmuyor, her şey yolunda gidiyor. Bu düzen milyonlarca seneden beri hiç bozulmuyor.

Astronomi okuyan herkesin düşünmesi ve şu soruları kendi kendine sorması gerekmez mi: Bu hassas dengeyi kim kurdu? Dünyayı yaşanacak hâle kim getirdi. Pilotları da bulunduğu hâlde bazı uçakların çarpıştığı bir gerçekken, bu dev cisimleri çarptırmadan döndüren ve uçuran hangi ilim ve kudrettir?

Hele, yaratıklar içinde biri var ki, o başlıbaşına bir mûcizedir. Adına insan derler. Düşünür, hayâl eder, araştırır, anlar, sever, acır, nefret eder... Binlerce kabiliyetle donatılmıştır. Daha da önemlisi kendi varlığının şuurundadır. Kâinat onun idrakiyle ışıklanır. Bu muhteşem canlının ruh, kalp, akıl ve hayâl gibi manevî cihazları bir yana, maddî yapısı da bir sanat şaheseridir. Gözün en güzeli, elin en kullanışlısı, saçın en lâtifi, dilin en tatlısı, endamın en mevzunu, boyun en mutedili, uzatmaya ne hacet, her şeyin en iyisi ona verilmiştir.

Tıp ilmiyle anlaşıldı ki, vücudunun dışı gibi, içi de harikalar harikası. Tonlarca kan pompalayan kalbi, yemekleri kolayca sindiren midesi, kan temizleme makinesi olan akciğerleri, kilometrelerce uzunluktaki damarları, daha bilmem nesi ve nesiyle gerçek bir şâheser. Heykel, heykeltıraşını göstersin de, tıp ilmiyle mükemmelliği anlaşılan insan vücudu ustasını tanıtmasın, mümkün mü?

Misalleri çoğaltmak mümkün, ama "ârif olana bir işaret kâfidir" deyip, kısa kesiyoruz.

 

FANZUR!

 

Müsbet ilimlerin zirveye doğru tırmandığı bir asırdayız. Günümüz insanı nakille yetinmiyor, aklî izahlar da istiyor. Kimi insanlarca, "bilim," dinden ayrı bir değerler manzumesi gibi gösteriliyor, küfre ve inkâra delil olarak kullanılmaya çalışılıyor. Bugün inkâr, cehâletten değil, fenden ve felsefeden geliyor.

Bu sebeple biz, pozitivist ve materyalist eğitimden geçirilmiş günümüz insanına, onun anladığı lisanla ilâhî hakikatları anlatmaya çalışıyoruz. Bu, belagattır, yani muhatabın hâline uygun söz söyleme sanatıdır. Bilim diye adlandırılan kâinatla ilgili fenlerin inkâra değil, imana delil olduğunu gösteriyoruz ki, hakikat da budur. Zira her fen, kendine has bir dille Allahtan bahsediyor, yaratıcıyı tanıttırıyor.

Bunları söyledikmi, bizi, pozitivizmin etkisinde kalmakla itham ediyorlar. Sathi bir bakış ve sığ bir görüş! Ne ilgisi var!.. Biz, Kuranın tarzını takip ediyor, âyetlerin tavsiyesine uyuyoruz. Yer ve gökte olanlardaki ilâhî sanatı görüp göstermeye çalışıyoruz.

Kuran, bize, "fanzur!" yani "nazar et, bak!" emrini veriyor, biz de, âyetin hatırlattığı ilâhî sanat eserlerine bakıyoruz. Kuran bize, "hiç düşünmez misiniz?" diye soruyor, düşünmemizi istiyor. Biz de tefekkür ediyor, aklımızı kullanıyoruz.

Efendimizin, "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten üstündür," buyuruyor. Biz de, bu küllî ibadeti yapabilmek için çırpınıyoruz. Bu tavrın, dini reddeden ve "bilim"i putlaştıran pozitivizmle ne alâkası olabilir?

Biz, davamıza fenleri delil yaparken şu hususa bilhassa dikkat ediyoruz: Vahiy esas, akıl vasıtadır. islâmiyet efendi, fenler köledir. Hüda hâkim, deha mahkûmdur. Müsbet ilimleri esas kabul edip, islâmı onlara ram etmekten Allaha sığınırız.

Felsefe, yaratıcıyı unutur, kâinattan kâinat namına bahseder. Biz ise, her konuda rehberimiz olan Kuran gibi, kâinattan Allah adına bahsediyor, varlık aynalarında tecelli eden ilâhî isimleri gösteriyoruz.

Biz, fen ilimlerinin, şu kâinat kitabını incelemekle dine hizmet ettiğine inanıyoruz. Bir harf katipsiz olamıyacağı gibi, şu kâinat kitabı da ustasız ve müellifsiz olamaz. Kuranı Kerim de Rabbimizin kitabıdır, kâinat da. Her biri, diğerini tefsir eder ve açıklar.

Her fen, kendine mahsus bir dil ile bize Rabbimizi tanıtır. Biz, müsbet ilmi reddetmiyor, ebedî bir gaye vermekle onu marifet hâline getiriyoruz.

imana râm olan ilim, nûr olur.

 

iLiMLER

Bize göre, ilim bir bütündür ve "Alim" isminden kaynaklanır. Nitekim Kuranı Kerim, hem fennin konusu olan kâinattan, hem de bugün "din ilmi" dediğimiz meselelerden bahsettiği hâlde, konularını iki ayrı ilmin isimleri altında toplamamıştır. Fen ilmi, din ilmi gibi ayırımlar sunîdir. insanın, bütünü kucaklayamayışından dolayı, ilim, iki ana bölüme ayrılmış, her bölüm de kendi içinde bölümlenmiştir.

Ancak, bu ayırımı bir kötü niyet ürünü olarak ısrarla yapan, bilimle din arasında hiçbir alâka yokmuş gibi davrananlar da var. Bilim adına kâinata sahip çıkıp, inananları ve imanı maddî âlemin dışına sürgün etmeye çalışan bu kafayı da unutmuyoruz.

Ona şunu söylüyoruz: "Maddî, mânevî bütün âlemler Rabbimindir. Bilim adına incelediğin şu görünen âleme de Allah hükmeder. Senin yanlış olarak tabiat kanunları dediğin şeyler, aslında, Onun kevnî kanunlarıdır. Sen, yeni bir kanun koymuyor, sadece yürürlükteki kanunları görüp, onlara isimler veriyorsun."

Ortada kabul edilmiş bir "durum" var, ilimler, "fen ilmi ve din ilmi" diye ikiye ayrılmış. Bu ayrılık sunî de olsa, ne demek istediğimizi anlatabilmek için, açıklamalarımızda bu ayırımı biz de göz ardı edemiyoruz.

Fen ilimleri, şu "kâinat fabrikasının"nın nasıl çalıştığını açıklar. Din ilimleri ise, kim tarafından ve niçin kurulduğunun cevabını verir. "Niçin?" suali karışısında fen, sağır ve dilsizdir. Ancak bu zahirî ayrılık, dinin, "nasıl" sorusuna cevap vermediği manasına gelmez.

Kuranı Kerim, kâinatın işleyiş kanunları hakkında önemli açıklamalar yapmış, kıymetli ip uçları vermiştir. Ayrıntılara girmeyişi onun bir fen kitabı olmayışındandır. "imtihan sırrı"na aykırı düşmeyecek şekilde bütün fen ilimlerinin özü bildirilmiştir. Her ilmî gelişmenin, bazı âyetleri daha iyi anlamamıza yardımcı olması da bu sırdan ileri gelmektedir.

Fen ilimlerini iman gözüyle okumayı öğrenenler, hem "nasıl"ın, hem de "niçin"in cevabını almakla tam bilgiye ve gerçek marifete ulaşacaklardır.

Vicdanın ışığı din ilimleri, aklın nuru medeniyet fenleridir. Hakikat, ikisinin kaynaşmasıyla tecelli eder. Ayrıldıkları zaman, sadece din ilmi okuyanlarda "taassub" yalnız fen tahsil edenlerde ise "hile ve şüphe" meydana gelir.

Vicdanı ilâhî mizanlarla ayarlanmamış bir kimsenin elinde fen, dehşetli bir silah olabilir, nitekim oluyor da.

 

 

 

 

 

PANTHEiSME

 

Panteizm, vücûdiyye, kamutanrıcılık.

Evrenle tanrıyı bir ve aynı şey kabul eden felsefî görüş.

.....

ince manalarla dolu, bütün parçaları birbiriyle uyumlu, gayet değerli bir kitaba iki adam bakıyorlar.

Bunlardan biri şöyle düşünüyor: "Bu kitabın ya­zarını göremiyorum, nerede olduğunu bilmiyorum, ama varlığına inanıyorum. Üstelik yazar, kitap cinsinden de olamaz."

Öbür adam ise şu kana­ate varıyor: "Bu harika eserin yazarı, kitabın içindedir, harflerin, kelimele­rin, satırların, mürekkep zerrelerinin arasındadır, yahut kitabın kendisi aynı zamanda yazardır veya içindeki manalar bütünü bu kitabı yazmıştır."

Kâinat da, burada sözü edilen kitaba benzer. içinde bulunan büyük küçük her varlık manalı birer kelime gibidir. Nasıl her kitabın bir yazarı varsa, kâinatın da bir ustası vardır. Kâinat ve içindekiler vehim ve hayal değillerdir. Ancak, Allah Tealânın yaratmasıyla var olmuşlardır ve yine Onun bekàsıyla varlıklarını devam ettirmektedirler. ilâhî isimler kâinatta tecelli eder, görü­nür, bu tecelli kesilirse kâinat yok olur.

"Yazar kitabın içindedir," diyen adamın kanaati "panteizm"e misaldir. Uydurma dilde "kamutanrıcılık" diye adlandırılan bu felsefeye göre, kâinatın yaratıcısı kâinattan ayrı bir varlık değildir, "tanrı, evrende içkindir." Yaratıcıyı kâinatın dışında aramak boşunadır. Yaratılanların toplamı aynı za­manda ilâhın ta kendisidir veya "tanrı" varlıkların bünyesine "sızmıştır." Her varlık "evrende içkin" olan "tanrının" bir parçasıdır. "Tanrı" her an değişmekte, kendi kendini yenilemekte ve zamanla birlikte tazelenmektedir.

Bir bakıma, bu felsefede kâinat namına Allah inkâr edilmektedir. Yazarı kitabın içinde sanan ve kitap adına yazarı inkâr eden adamla panteistin ne farkı var ?

Bu felsefe bir safsatadan ibarettir. Bu hükmü nasıl mı veriyoruz ? Çünkü, kâinat sınırlıdır, Allahın isimleri ve sıfatları ise, sonsuzdur.

Bütün varlıklar "hâdis"tir, yani "sonradan yaratılmış"tır. Allah ise, ezelîdir, varlığının başlangıcı yoktur.

Kâinatta güzel, çirkin, iyi, kötü, noksan, mükemmel... bir aradadır. Allah ise, mutlak kemâl, cemâl ve celâl sahibidir, yani sınırsız, eksiksiz ve noksansız güzeldir, mükemmeldir, büyüktür.

Kâinat ve kâinatı oluşturan varlıklar, mükemmelleşmek için devamlı değişir, bozulur, başkalaşır, dağılır, toparlanır, ayrılır, birleşir. Allah ise, va­hiddir, ehaddir, ferddir, sonsuz mükemmel olduğu için değişmeye, başkalaşmaya, dağılmaya ve yeniden yapılanmaya muhtaç değildir.

Varlıklar, zamanın etkisi altındadır, Allah ise, zamana mahkûm değildir. Çünkü, zamanı yaratan da Odur.

Kâinatı teşkil eden her varlık âcizdir, fakirdir, muhtaçtır. Allah ise, Sameddir, yani her varlık Ona muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. Varlıklar şu veya bu şekilde doğarlar ve ölürler, Yaradanın ise, hayatı daimî ve bakidir. O, doğmamış ve doğurulmamıştır.

Varlıklar ilimden, iradeden ve şuurî bir kudretten mahrumdurlar, bu özellikleriyle sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi yaratıcıyı teşkil edemezler.

Allah, maddî bir varlık değildir. Maddî olmayanın mekânı da yoktur. Keza, bölünmek ve parçalara ayrılmak maddenin özellikleridir. Şekil, boyut, renk, ağırlık ve benzeri vasıflar da, yine maddenin ve maddî varlıkların özellikleridir.

Bütün varlıklar "mümkin"dir, yani olması ve olmaması eşit iken, var ol­masını dileyen bir başka varlığa muhtaçtır. Allah ise, "vacib varlık"tır. Varlığı zarurîdir, kendindendir, ezelîdir. Mümkin varlıklar, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için o vacip varlığa muhtaçtırlar.

Allah, "muhalefetün lilhavadis," yani sonradan yaratılanlara benzemez­lik özelliğiyle "mümkin" varlıklara hiçbir yönden benzemeyendir. Tasavvur edilememesi de bu sebepledir.

Panteistin hâli, sanatlı bir caminin harika mimarisine hayran olup, "Mimar bu caminin içindedir, cami ayrı mimar ayrı değildir, ikisi aynıdır, biri diğerini içine almıştır, bu ikisi esasen tek varlıktır," diyen adama benzer.

Panteizm de bir nevi putçuluktur, ancak burada taştan ve ağaçtan yapılmış küçük bir put yerine, varlıkların toplamı olan "kainat" öne çıkartılmış, bu devasa kütlenin azameti karşısında serfüru edilmiş, baş eğilmiştir.

islâmî imanın özü ise, Allah kâinatı yaratandır. O, yarattıklarına benze­mez. Varlıklarla alâkası "yaratıcılık"tır. Her şey Onun eseridir. Her usta gibi, O da eserinin içinde olamaz.

"Heme Ost" değil, "Heme Ezost"tur, yani "her şey O" değil, "her şey Ondan"dır.

 

 

ALLAH NERDE ?

 

Bir kayanın üzerinde oturuyor ve akan suya bakıyorduk. Konuşmuyordu, özel dünyasına dalıp gitmişti. Bir ara göz ucuyla ona bakarken, "Ne düşünüyor acaba?" sorusu geçti aklımdan.

Bir süre, suda parlayıp sönen kabarcıkları seyrettikten sonra, başını kaldırdı, bana döndü. Baktım, yüzünde âşina olduğum anlam yüklü bir ifade belirmişti: Soracaktı... Merakının bütün derinliğini sesine yükleyerek:

"Söyler misin," dedi, "Allah nerde?"

Bu iki kelimelik büyük soru karşısında hayli zaman sustum ve düşündüm. Suskunluğumu saygıyla karşıladı, merakının şiddetini kaybetmeden bekledi. Bütün bilgilerimi gözden geçirmem ve muhakeme gücümü olabildiğince iyi kullanmam gerektiğini biliyordu.

"Sen," dedim, " suali sorarken yanlış bir noktadan yola çıkıyorsun."

"Nasıl?"

"Nerde, sorusu bir mekân'ı, yani yer'i hatıra getirir. Mekân ise, maddî varlıklar için söz konusudur. Allah nerde, suali, Allah da diğer varlıklar gibidir, onların bir mekânı vardır, şu hâlde Allahın da bir mekânı olmalı, muhakemesinin ürünüdür. Eğer Rabbimizi bir maddî varlık gibi düşünürsek, daha baştan yanlış yapar ve çıkmaza gireriz."

Endişeli ve tedirgin bir tavırla, "Umarım beni yanlış anlamazsın," dedi. "Ben, Ona inanıyorum. Merakım da bu yüzden. insan, inandığını tanımak istiyor. Onu hayalimde canlandırmaya çalışıyorum, olmuyor."

"Hayaline gelen her ne olursa olsun, o, Allah değildir. Çünkü, senin hayalin sınırlı. Sınırlı olan sınırsızı içine alamaz. Sen ancak yaradılanları tasavvur edebilirsin. Allah ise, yarattıklarına benzemez. Bütün varlıklar sonradan var edilmiştir. Oysa Allah ezelîdir, yani varlığının başlangıcı yoktur. Bir kudsî hadîste, Allah vardı ve beraberinde başka şey yoktu, deniliyor. Ne madde, ne cisim, ne hareket, ne zaman, ne mekân... Maddî ve cismanî olmayan için yer tasavvuru anlamsızdır."

"Kâinatın bir sınırı var değil mi ?"

"Elbette."

"Peki, kâinatın bittiği sınırın ötesinde ne var ?"

"Hiçbir şey... O sınırdan ötede ne madde var, ne zaman, ne de mekân..."

"Allah kâinatın içinde mi ?"

"Hayır. Ustayı eserin içinde aramamalı. Yaradan, yaratılanın içinde olamaz."

"Şu hâlde Allah sınırın ötesinde bir yerde olmalı..."

"Hayır. Allah ne kâinatın içindedir, ne de sınırın ötesinde bir yerde..."

"Ama bu nasıl olabilir! Bir türlü anlayamıyorum. Hem Allah var diyorsun, hem de ne kâinatın içinde, ne de dışında olmadığını söylüyorsun!"

"Evet, öyle. Çünkü, içinde veya dışında tabirleri maddeler, cisimler, yer tutanlar, bir mekânı olanlar için söz konusudur. Halbuki, Allah ne maddedir, ne cisimdir ve ne de yer tutar. Bizi yanıltan nokta şu: Aklımız her varlığın mutlaka bir mekânda olması gerektiğini düşünüyor. Çünkü, daima bir mekânda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekânı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor. Allah tasavvurunda da bildiklerinden yola çıkıyor, mekândan münezzeh olan Allahın da bir mekânı olması gerektiğini düşünüyor. Bu sebeple, kâinatın içinde veya dışında bir yer arıyor. Kâinatın içinde veya dışında olmak yaratılanlar için söz konusudur. Nerde? diye sorduğun zaman, daha suali sorarken, Allahın bir yeri olmalı, diye bir kabulle yola çıkıyorsun. Allah mekândan münezzeh olmakla beraber, isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri, yani görünümleriyle her yerdedir. Akıl, Onun zâtını kavrayamaz, ancak varlığını anlayabilir. isimlerini, sıfatlarını ve şuunatını kuşatamaz, fakat onların var olduğunu bilebilir."

"Nasıl bilecek?"

"Eserlerinden... Her varlık sanatlı bir eserdir. Her eser gibi sanatkârını gösterir. Kâinat da bir büyük eserdir ve o da ustasının şahididir. Çevremizde gördüğümüz her varlık ölçülü, düzenli ve süslü hâliyle bize Rabbimizi anlatan birer mektuptur. Yeter ki okumayı bilelim... Şu hâlde biz, bu eserlere bakarak Onun isimlerini ve sıfatlarını istediğimiz kadar düşünebiliriz, ama zâtını, asla..!"

"Zâtının düşünülmesinin yasak oluşu bir dogma değil mi ?"

"Ne münasebet! Terazisine, tartı kapasitesinin üzerinde bir yük yüklemeye çalışan bir adama, sakın yapma, bu terazi bu kadar sıkleti çekmez, demek ona iyilik etmektir. Kavranması mümkün olmayanı düşünmek, imkânsızın peşinden koşmaktır. Akıl bir mahluktur, Hàlıkını ihata edemez. Her organımız gibi aklımızda sınırlıdır. Ondan yapamayacağını istemek, ona zulmetmektir. Sonsuz olan bir'e sığar mı hiç! Eğer Rabbimiz, zâtını da anlamamızı bizden isteseydi, bu, altından kalkılamaz bir teklif olurdu. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle bize kaldıramıyacağımız yükü yüklememiştir.

Başını kaldırdı, gökyüzündeki parça parça bulutlara baktı, "Biz" dedi, "galiba aklımıza fazla güveniyoruz."

"Haklısın... Oysa akıl da sınırlı. Sınırlı olduğu için de âciz. Aklın her şeyi kuşatamayacağını anlamak da yine makul bir davranıştır. Nasıl göz her varlığı göremiyor, kulak her sesi işitemiyorsa , akıl da her şeyi kavrayamaz. Akıllı insan, akla kaldıramayacağı yükü yüklemez. imkânsızın peşinden koşmak da bir tür akılsızlıktır."

 

 

IDEALiSME

 

idealizm, iftikârîye, düşüncecilik.

"Varlık, düşüncenin ürünü, ya da düşüncenin kendisidir" tezini savunan felsefelerin genel adı.

.....

Pencereden baktığımızda gözümüze ilişen şu nesneler gerçek mi, hayal mi? işte bir elma ağacı! Baharda çiçekleni­yor, yapraklanıyor, yazın meyveler veriyor, biz bu meyveleri yiyo­ruz. Sonbaharda ölüp ilkbaharda diriliyor, rüzgarla sallanan dallarına kuşlar konup kalkıyor. Bu ağaç yalnız benim gözlerimde ve zihnimde mi var? Çiçekler, yapraklar, meyveler, esen rüzgarlar, cıvıldaşan kuşlar birer vehimden mi ibaret ? Topluca söylersek, acaba benim dışımda var sandığım şeyler, gerçekten var mı?

Garip sorular sorduğumun farkındayım, fakat daha da garip olanı şu ki, bu soruyu birçok felsefeci de kendi kendine sormuş, "Nesneler bi­zim içimizde vardır, onlar zihnimizin meyveleridir, biz var sanıyoruz, ama gerçekte onlar yoktur," diye cevap vermişler. Sonra bu görüş bir felsefe hâline gelmiş. işte "idealizm" ruh adına maddeyi, düşünce adına dışımızdaki varlıkları reddeden bu felsefî akımın adıdır.

idealizmin tipik temsilcisi Berkeley, "Duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir ve fikirler ise bizim ruhumu­zun dışında var olamazlar," diyor. Gerçi bütün idealist düşünürlerin tıpatıp aynı fikirleri paylaştığı söylenemez, fakat ayrıldıkları noktaların önemli olduğunu da söyleyemeyiz.

idealistlerin yanıldıkları nokta, "özel dünya" ile "genel dünya"yı birbirine karıştırmaları, ya da bunları aynı şey saymalarıdır. Oysa genel dünya ile özel dünyalar biçimce birbirinin aynıdır, ama hükümleri ve kanunları birbirinden bütünüyle farklıdır.

Herkesin, şu umumî dünyadan ayrı bir de hususî dünyası vardır. Onun rengi, şekli, güzelliği, iyiliği insanın ruh hâline göredir. Üzgün ve ümitsiz bir kişi, kâinatı bir matem yeri gibi görür. Oysa, neşeli bir insan için, bu dünya bir bayram yeridir.

Benim özel dünyamın bir dış gerçekliği yoktur, o benim içimdedir ve ancak benimle vardır, ama benim ölümümle o âlem yıkılır. Özel dünyanın yıkılması genel dünyanın da yıkılması de­mek değildir. Ağacı gösteren bir ayna kırılmakla o ağacın aynadaki gö­rüntüsü silinir, ama ağaç var olmaya devam eder.

Berkeley, fikirlerini açıklarken, nesnelerdeki özelliklerin herkese göre değiştiğini söyler ve buradan yola çıkarak "şey"lerin gerçekliğini red­deder. Oysa, varlıklardaki özelliklerin "göreli," başka bir deyişle "izafî" olması, onların gerçekte va­r olmadıkları anlamına gelmez. Bir taşın ağır mı, hafif mi olduğu konu­sunda aynı kanaati paylaşmayabiliriz, birimiz ağır, diğerimiz hafif demiş olabiliriz. izlenimlerimiz aynı da olsa, ayrı da olsa "taşın varlığını" dile getirir.

Aynaların farklılığı, nasıl görüntülerin de farklılığını sonuç veriyorsa ve nasıl bu farklılık sebebiyle aynanın karşısındaki manzara inkâr edilemiyorsa, birer ayna görevi yapan zihin­lerimiz de nesneleri değişik biçimde idrak ediyor diye, "bizim dışımızda yokturlar" diyemeyiz.

idealizmin, "varlıklar benim zihnimin ürünüdür" temel cümlesinden yola çıkarsak,"dış âlemde var sanılan her şeyi benim zihnim yaratıyor," noktasına varırız. Bu düşünce, bizi, iki önemli yanlışa sürükler. Biri, eli er­mez gücü yetmez bir canlı olan insanı tanrılaştırmak. ikincisi, ilâhî isim­lerin nesnelerdeki tecellilerini perdelemek.

Oysa yaratıklar, aynalar gibi, Rabbimizin "güzel isimler"ini gösterir, tanıttırır ve sevdirirler. Eser inkâr edilirse ustayı kim hatırlar! Gerçekte var olmayan bir insanın, ger­çekte var olmayan bir elmayı yediğini varsayan bir kimse, sonsuz mer­hame­tiyle insanları yaratan, yeryüzünü onlara bir nimet sofrası ya­pan, Rahman, Rahim, Kerim, Vedud... gibi pekçok ismin sahibi Rabbini tanıyamaz, bilemez, sevemez.

Özel dünya ile genel dünyayı birbirine karıştırmanın, aralarındaki temel farkı görememenin bir başka türlüsü, idealizmi bir felsefe olarak benimsemeyenlerde de var. Bir his yanılmasından dolayı özel dün­yasını genel dünya gibi ölümsüz sanan ve dış dünyanın gerçek­lik, kararlılık ve sarsılmazlık özelliklerine bakarak, ona yalnız biçimce benzeyen kendi dünyasını da metin, sürekli ve değişmez sanma yanılgısı. Bu galat, insanın kendi ölümünü düşünmemesi ve yalnız dün­yanın yıkılmasına nazar etmesi türünden bir "gaflet"i netice veriyor.

 

 

iSLAM FELSEFE Mi?

 

Materyalistler, felsefeleri üç temel kategoride incelerler: "idealizm, materyalizm ve bilinemezcilik." Sonra bütün dinleri ide­alizmin içinde sayar, onu çürütmekle dinleri de çürüttüklerini söylerler.

Biz, bu sınıflandırmanın hem yanlış, hem de kötü niyet ürünü olduğu kanaatin­deyiz. "Özünü yitirmiş dinler"e ve "beşerî düşünceler" demek olan felse­felere hiçbir biçimde benzemeyen islâm ayrı bir katego­ride ele al­ınmalı. "Materyalizmin zıddı idealizmdir, materyalizm dinlerin karşı kutbundadır, şu hâlde islâmla idealizm aynı şeydir," şeklinde özetle­nebilecek akıl yürütmenin hiçbir hakikatı yoktur.

Gerçi idealizmde "tanrı inancı" vardır, bu yüzden de onu, materyalizm gibi tamamen inkârcı bir felsefeyle bir tu­tamayız, ama biliriz ki, sonuçta o bir "felsefe"dir ve islâmiyetle ilgisi yoktur. Kuranı Kerimde güzel isimleri ve benzersiz sıfatlarıyla tanıtılan Allah Tealâ ile, bu filozofların sınırlı zihinlerinin ürünü olan bir ilâhın aynı varlık olmadığı açıktır.

islâmiyetin kâinata bakış açısı hiçbir felsefeyle kıyaslanamayacak derecede "özgün"dür. Her meselede olduğu gibi "varlık" konusunda da islâm, "ifrat" ve "tefrit"i terketmiş, "vasat"ı, yani "müstakim yolu" gös­termiştir. Madde vardır, nesneler vardır, dış âlemde görünenler bir ha­yal, bir vehim değildir, ancak bu var oluş "kendiliğinden" değildir, Allahın yaratmasıyladır.

Allah "vacib" varlıktır, ezelîdir, ebedîdir, varlığı kendindendir, bir başkasının etkisiyle var olmamıştır. Nesneler, şeyler ise "mümkin" varlıklardır, Allahın yaratmasıyla var olmuşlardır, ama hayal ve vehim değillerdir. Gerçi varlıkları "vacib" varlığa oranla "zayıf bir zıll" ve "kararsız bir gölgedir, " fakat yine de dış âlemdeki gerçeklikleri göz ardı edilemez.

Varlıkların zaman ırmağında devamı ve mekân deryasında sebatı "Kayyum" isminin tecellisiyledir. Her "şey" bir "eser"dir, ustasının "güzel isim­ler"ine ayna olmuştur. Bir kitap nasıl yazarının ilmini gösterirse, kâinat kitabı da yaratıcısını göstermektedir.

Bu bakış açısının, maddeyi tanrılaştıran materyalizme ve "dışımızdaki nesnel dünya bizim fantezimizdir" diyen ide­alizme benzemediği olabildiğince açık değil mi ?

 

 

 

ESTETiK

 

Akşamları kokusuyla ısıtan güller, gecelere derinlik veren ışıklar, bahar güneşiyle uyanan ağaçlar, eğilip suları öpen dallar, sessiz bir ihtişamla akan nehirler... Dünyanın bin türlü hâlleri, bize tarifsiz heyecanlar verir. intibalarımız, akılla kalb arasında salınırken, hayret ve hayranlıkla karışık bir haz duyarız. Bediî duygular uyandıran ve içimizi ürpertilerle dolduran bir hakikatı sezeriz. Varlıklardan bir buğu gibi yükselen bu harfsiz şiir, güzelliktir.

Güzellik, eşyanın sessiz konuşan lisanıdır. Kelimesiz olduğu için, insanlar arasında müşterek bir dildir o.

Madde ile mananın lâtif âhenginden doğar. Temelinde birlik, tenâsüb, tertip ve düzen vardır. Meşhur estetlerce kabul edilen târife göre, "güzel, âhenkli ve ifadeli olandır." Kâinatta ise, âhenkli ve ifadeli olmayan mı var? Şu hâlde bakmasını bilen için her şey güzeldir. Sayısız güzelliklerin sergilendiği bir sanat galerisidir bu âlem.

Güzellikler çeşitlidir. Her biri, kuvveti oranında, kalbimizin farklı tellerini titretir. Duygularımız renklenir. Birbirini tamamlayan his cevherleri, ruhumuzda yeni dünyalar kurar. Güzel, her makamda, hâline münasip bir isimle yâd edilir.

Çevreye gülücükler dağıtan bebek "sevimli"dir, sempati bekler. Dev dalgalarla köpürüp coşan okyanus "muazzam"dır, hayret uyandırır. Gül dalının salınışı "zarif"tir, kendini sevdirmeyi bilir. Yıldızlı gökyüzü "ulvî"dir, beka ve devamı telkin eder. Baharda bütün ağaçların göz açıp kapayıncaya kadar çiçeklerle donanması "muhteşem"dir, göreni hayran bırakır...

Güzel, maddîden mânevîye doğru yükseldikçe derinleşir. Hissedilmesi daha zor, fakat tesiri daha şiddetli bir hâl alır. Hak uğruna savaşan erin kahramanlığı, kendini yavrusuna adayan annenin fedakârlığı, zulme rağmen kula kulluk etmeyen insanın haysiyeti, gayesi için menfaatini terkeden dava adamının feragati, kâinat adına huzura varan âbidin ibadeti ve daha nice hâller, manevî güzelliklerdir.

Bu âlemde hemen her şey zıddıyla bilinir. Karanlık olmasa, ışığı kavrayamazdık. Güzeli güzel eden de, çirkinin çirkinliğidir. Bu sebeple, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. O, ak yazının, kara zeminidir. Düşman görünür, ama gerçekte güzelin hizmetkârıdır.

Dünyanın ekser güzellikleri nisbîdir. Onlar, bir başkasına göre güzeldirler. Güzel dediğimiz, daha güzelin yanında çirkinleşir. Hakikî güzel, varlığını başkasına borçlu olmayandır. Şu hâlde, sırtını çirkine dayayarak ayakta durabilen güzel, gerçek güzel olamaz.

Hakikî güzel, "mücerret"tir; varlık, hayat, iman... gibi. Evet, varlık güzeldir, yokluk olsun, olmasın farketmez. Dünya ile alâkamızı kuran hayat güzeldir, ölüm ölse bile. insanı insan eden iman güzeldir, her kâfir iman etse, küfür inkâr edilse dahi.

Işık güneşten gelir, güzellik de güzelden. Sudaki pırıltılar güneşi gösterdiği gibi, kâinat denizinde parlayıp sönen güzellik nurları da Allahı bildirir. Onun sonsuz güzelliği sınırlı dünya sayfalarına yazılmıştır. Her varlık fanî bir harftir, görünüp kaybolmasıyla bakî bir güzelin manasını ifade eder.

Kâinatın yaratılış hikmetlerinden biri de güzelliktir. Bu hakikati, kendimizi tanımakla bir parça anlayabiliriz. Biz insanlar, sanatımızı aşk derecesinde severiz. Güzel kabiliyetlerimizi hem görmek, hem de göstermek isteriz. Meselâ, resim yapar, seyreder, memnun oluruz. Sonra da başkalarının seyri için sergileriz.

Bu hâl, bize, Allah Tealâ Hazretlerinin şu âlemi niçin yarattığını bir derece anlamamız için verilmiştir. "Allah güzeldir, güzeli sever." Gizli bir defineye benzeyen güzelliklerini görmek ve göstermek istemiş, kâinatı yoktan var etmekle hem görmüş, hem de göstermiştir. Dünya da Onun güzelliğine aynadır, âhiret de.

Şüphesiz, her sanat eseri gibi, kâinat da seyircisini bekler. Çünkü, şuur sahipleri olmazsa, sanat incelikleri karanlıkta kalır. Bu vazife öncelikle bize verilmiştir. insan, güzel sanatları takdir edebilecek bir kabiliyetle şu âleme gönderilmiştir. Eserlerdeki sanatla, insandaki kabiliyet, anahtarla kilit gibi birbirine uygundur. Bu da gösterir ki, ikisi aynı sanatkârın eseridir. Varlıkları yaratan da Odur, seyircileri gönderen de.

insanız, güzel olanı seviyoruz, sevdiğimiz devamlı olsun istiyoruz. Leylâlarımızın yüzüne "fani" mührü vurulmuş. Tatmin olamayan kalbimiz, aynaların kırılmasıyla kırılıyor. Hedefini şaşıran âşıkın peşin cezası bu. Güzelliklerin kaynağını bulmadıkça, Onu sevmedikçe huzur bize haram!

Sözün özü: "Allah bes, gayri heves."

 

 

iNSAN VE ESER

 

insan, dünyadan malzeme alır ve yeni bir eser inşa eder. Her ne kadar, ona "benim eserim" derse de, bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez. Kâinat galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da hakikî sanatkârı yine Allahtır.

Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor değil. Çünkü bunlar bilgisiz, şuursuz ve iradesiz varlıklar. insan ise, üstün kabiliyetleri olan bir varlık. Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak Allahı hatırlamak her zaman mümkün olmayabiliyor. Ondaki meziyetler, akıl gözümüze perde oluyor.

Oysa, dikkatle düşününce, insanın da bir vasıta olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Çünkü insan, eserini bir düzen dahilinde kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmez, ancak yaratılanı tertip eder. Bunu yaparken de kendisine ihsan edilen cihazları ve duyguları kullanır. Akıl, kalb, hafıza, göz, kulak ve eli bahşeden Allahtır. Onun mülkünde, Onun verdiği âletler ve Onun yarattığı malzemelerle çalışan sanatçı, eserinin hakikî sahibi olamaz. Bundan dolayı, eserin güzelliğinden hareketle edilen bütün medihler ve takdirler, Yaradana aittir.

Sanatçının rolü "dilemekte"dir, önemli olan iradesini hayır için mi, yoksa şer için mi kullandığıdır. Denilebilir ki, ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan Allah, insan eliyle de beşerî sanat eserlerini halketmektedir. Fark, iradenin söz konusu olup olmamasındandır. Şu hâlde insan, akıl ve irade sahibi olduğu için "eserimi ben yarattım" diyemez, ancak, "bu eser benim vasıtamla yaratıldı," diye düşünebilir. Hakikî sanatkârı tanımakla birlikte "bu eser benimdir," demesinde bir mahzur yoktur elbet. Vazifesi, anlayan bir akıl ve dileyen bir irade ihsan eden Rabbine şükürdür.

Sanat eserleri hakkında geçerli olan bu hükümler, teknolojik eserler için de söz konusudur. Bir şiir, bir tablo, bir heykel veya bir bestenin gerçek sanatkârı O olduğu gibi, bir masa, bir halı, bir bilgisayar veya bir makinanın da hakikî ustası yine Odur. Bütün teknolojik cihazlar, insan eliyle, fakat Onun yaratmasıyla vücuda gelir.

Sanatçı gibi, teknikçi de dünyadaki malzemeyi kullanır. Fenlerin bütün kanunları kâinatta mevcuttur. ilim adamının yaptığı iş, bu kanunları keşfedip amelî hayatta uygulamaktan ibarettir. Bütün fenler, kâinat kitabının incelenmesi ve ondaki kaidelerin tesbitiyle ortaya çıkmıştır.

ilim ve teknik adamları da sanatçılar gibi, varlıkları idrak ederken, çeşitli âlet ve makinalar yaparken Rablerinin kendilerine bahşettiği kabiliyetleri kullanırlar. "Bu kanunu ben buldum, şu makinayı ben yaptım" demeleri, onların bir kanun koyucu ve bir yaratıcı olmalarını gerektirmez. "Yaptım, ettim, buldum" fiillerinin hakikî faili başkasıdır.

Bunları söylerken insan iradesini reddetmiyoruz elbet. Evet, insan hür bir irade sahibidir ve bu istidadını istediği yönde kullanır. Ama ona o hür iradeyi veren de Allah değil mi?

Nasıl düşünmüyoruz ki, daima "benim" diye sahip çıktığımız bedenimizin bile hakikî sahibi değiliz. Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay cereyan eder, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz. Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını ve nasıl çalıştığını bilen kaç kişi var? Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır, fakat biz, olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız.

"Ben, ben" deyip duruyoruz, lâkin o benliğe takılan maddî veya mânevî cihazlarımızın hakikî sahibi değiliz. Hiçbirini biz yapmadık, başkasından satın almadık, tesadüfen yollarda da bulmadık. Yaratan yaratmış, "ben"imizin eline vermiş, "istediğin gibi kullanmakta serbestsin, ama unutma, her yaptığından hesaba çekileceksin" demiş.

"Ben"inin ve duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserlerin hakikî sahibi olur? Nasıl olur da, kendisine bahşedilen nimetlerle gurura kapılıp, "her şeyi ben yaptım, ben kazandım, ben buldum" diyerek Rabbini unutur?

Şu noktaya varmak istiyoruz: Cansızlar, bitkiler ve hayvanlar vasıtasıyla nice mûcizeli eserler yaratan Allah, insanlar eliyle de eserler yaratmaktadır. Çünkü O, "her türlü yaratmayı bilen"dir.

 

 

REENKARNASYON

 

Tenasuh, ruh göçü.

Ruhun, ölümden sonra başka bir bedene göç ettiğine inananların görüşü.

.....

Çoğumuz, firavunların, yani ilâhlık iddiasında bulunan Mısır hükümdarlarının cesetlerini mumyalattıklarını duymuşuzdur, ama bunu niçin yaptıklarını bilenimiz pek azdır. Yine çoğumuz, firavunların mücevherler ve kıymetli ev eşyalarıyla gömüldüğünü biliriz de, sebebini pek bil­meyiz.

Meğer firavunlar da kendilerine göre bir inancı varmış. Bu inanca göre, ruhlar, ölüm sonucu bedenlerinden ayrılınca başka bir bedene girerlermiş. Bu yeni beden, bir bitkiye veya bir hayvana da ait olabilirmiş. Söz gelişi, bir firavun ruhu, birçok bitki, hayvan ve insanı dolaştıktan sonra, gelir, eski cesedini bulurmuş.

işte bu noktada bir tedbir almak gerekiyormuş: Cesetleri koruma altına almak. Öyle ya, ruh, çü­rümüş cesedi ne yapsın! Firavunlar düşünmüşler, "bilimsel gerçekler ışığında" bir çâre bulmuşlar: Cesetleri mumyalatmak! "Biraz pörsümüş de olsa, beden bedendir ve hiç yoktan iyi­dir," demişler. Ceset mumyalatma işi, başlıbaşına bir "bilim ve sanat dalı" hâline gelmiş.

Koca koca firavunlar, yeniden dirildikleri zaman fakir, parasız ve eşyasız mı kalsınlar! işte, altınlarını ve kıymetli eşyalarını da beraber gömmelerinin sebebi bu fukaralıktan kork­malarıymış.

Bunları niçin mi anlatıyorum?

Batıdan aşırılan kelimelerle allanıp pullanarak çağdaşlık mas­kesi altında ortaya konan "reenkarnasyon" safsatasının tarihini bir nebze de olsa göstermek için. Yalnız, "çağdaş"ların bir farkları var ki, cesetlerini mumyalatıp, dolarları ve eşyalarıyla gömmeyi akıl edemiyorlar. Kimbilir, belki de daha iyi bir yol bulmuşlardır, ama"meslek sırrı" diye kim­seye söylemiyorlar!

Benden söylemesi, bundan böyle günlük hayatınızda daha dikkatli davranın. Meselâ, ağacı küçümseyip de bir "günaydın" bile demeden geçmeyin, içinde bir şövalye olabilir. Kestiğiniz dananın Şekspir olmadığını nerden biliyorsunuz? Ya kapınızın önünde havlayan köpek Volterse. Bir salatalığı ısırırken Jan Jak Rusonun boynunu koparıyor olabilirsiniz. Bence Lenin bir yılan olmuştur, Darvin de bir maymun.

Hemen her asırda beş on tane bulunan ve büyük makamları işgal ettikleri için düşünülünce hemen hatıra geliveren din düşmanlarını göz önüne getirin. Hepsinde birer firavun edası yok mu! Bu özellikte kişiler, çağımızda daha çok görüldü ve görülüyor. Bana öyle geliyor ki, eski devirlerde ölen fi­ravunlar, cesetlerine dönmeye başladılar bile!

Biz, dünyadaki bütün insanların birer ruhu olduğunu sanıyoruz değil mi? işte büyük bir hata daha! Reenkarnasyon fikrine göre milyarlarca insan pekâlâ ruhsuz yaşayabilir! Ne demek bu? Şu demek: Başlangıçta dünya nüfusu gayet az idi. islâma göre, bir anne ve bir babadan ibaretti. Din dışı bilime göre de durum bundan pek farklı değil. Dünya nüfusu ise, katlanarak çoğaldı ve beş milyara ulaştı. Eğer ölen insanın ruhu, yeni bir bedene girerek yaşamaya devam ediyorsa, bugün milyarlarca insanın ruhsuz olması gerekmiyor mu?

Ruhlar bedenlerinden ayrıldıkları zaman şuurlu mudur, şuursuz mu? Şuursuz iseler, ikinci bedenlerini nasıl buluyor ve giriyorlar? Şuurluysalar niçin bir hayvanın veya bir fakirin bedenine girsinler! Hepsi zengin aileleri istiyor da önce davranan mı hak kazanıyor acaba? Kura çekiyor olmasınlar! Bedenlerinden ayrıldıkları zaman, elbise sipariş eder gibi annelerden beden mi istiyorlar yoksa? Belki de onları sıraya koyan bir ağabeyleri vardır!

Reenkarnasyon, bir fantezi olmak itibariyle hayli ilgi çekici. Canı sıkılan ve zaman geçirmek isteyen kişi, çevresindeki insanlara bakarak, onların öldükten sonra hangi hayvanın bedenine yakışacağını hayal ederek saatler geçirebilir. Hayvanları incelemek suretiyle de, onların içindeki ruhun ne tip bir şahısa ait olduğunu tahmin etmeye çalışarak eğlenmek de mümkün.

Fakat ilgi bu noktada kalmaz da, ciddi boyutlara ulaşırsa, işte o zaman tehlikeli. Çünkü, bu kanaati yaymaya çalışanların eserleri islâmî imana aykırı fikirlerle dolu. Özellikle kabir âlemi, âhiret, cennet ve cehennem konusunda dalalete gidiyor, hem sapıtıyor, hem de saptırıyorlar.

Bu akımın mensupları, islâmiyetin terütaze iman esaslarını değil, nefislerine hoş gelen felsefî "ilke"leri benimsiyorlar."Ruhun bedenden bedene geçerek dünyada dolaşması fikri," bu ilkelerden sadece bir tanesi. "Bu geçişleri kim düzenliyor?" diye sorulursa,"tanrı" diyorlar. Kendilerine has hayalî bir tanrı!

Bu ve buna benzer "ilke"lerle, en son ve en mükemmel din olan islâmın aynı şey olmadığı gün gibi ortada değil mi?

Şu harika âleme bakarak "Bunun bir yaratıcısı olmalı," diye düşünmek hiç de zor değil. Getirdiği nur ile yaşamaya devam eden Şanlı Nebiyi tasdik etmek de kolay. Kuranı Kerim ise, mûcizeli özellikleriyle, karşı koyanlara meydan okumaya devam ediyor.

islâmın ge­tirdikleri bu kadar makul olduğu hâlde, insanları "ruhçuluk" ve onun bir uzantısı olan "reenkarnasyon" vehmine sürükleyen sebep ne?

Bu sapma, karmaşık bir ruh hâlinden kaynaklanıyor ve "mesuliyetten kaçma duygusu" ile "ölüm korkusu" arasında biçimleniyor.

islâmî iman, ibadet ve takva is­ter. inandım, demekle iş bitmiyor,"amel" de gerek. "Nefsi gemlemekle bağlamak" ise, günah tiryakileri için pek zor. işte bu noktada başka bir gerçek dikiliyor karşılarına: Ölümle yok olmak korkusu...

Sonsuza kadar yaşamak arzusu insanın en derin ve kuvvetli duygusudur. Yok olacağını sanan kişinin ölüme doğru attığı her adım bin azap, bin işkence, bin bunalım, bin kaygı, bin korku... demek­tir.

Bu durumda, insanı, hem ibadetten kurtaracak, hem de ruhun devamı vehmini vererek yok olmak korkusunu kısmen de olsa perdeleyecek bir çare bulmak gerek. işte reenkarnasyon inancı ! Hakikat olmasa da teselli ediyor ya, şimdilik yeter. Nefislerine esir olan akılları ve kalbleri böyle bir yalana inanmaya hazırdır onların.

insan kendini kolay aldatır!

 

 

 

HEDONiSME

 

Hedonizm, lezzetîye, hazcılık.

"Hayatın gayesi hazdır, iyi demek haz demektir, bilgilerimiz duygularımızla aldıklarımızdan ibarettir," tezini savunan felsefe.

...

Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü zevk ve safa ile geçirin. iman, ahiret, ibadet, helâl, haram, ölüm gibi size mesuliyetinizi hatırlatacak ve zevklerinizi kısıtlayacak kavramları düşünmeyin. Siz bir kelebek kadar hür ve kayıtsız olmalısınız.

"iç bâde, güzel sev, var ise akl-ü şuurun

Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umurun."

Bu bir hayat felsefesidir ve adına "hedonizm" derler. Dilimizde, "hazcılık" diye ifade edilebilir. Felsefe, "Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan," mısrasıyla özetlenebilir.

Konuyu "kapsam" açısından ele aldığımızda görüyoruz ki, hazcılık, toplumda kısmî bir azınlığı içine alıp, çoğunluğu dışarıda bırakıyor. Sağlıklı ve varlıklı bir "mutlu azınlık" felsefesi olmaktan ileriye gidemiyor. Oysa cemiyetin ekseriyetini çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musibete uğrayanlar teşkil ederler. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak, ancak belli bir gruba vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin.

Karnını doyuramayan fakire, ızdıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara "ye, iç, eğlen, keyfine bak," demek gülünç olmaz mı? Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere, ahirette kavuşacağını düşünüp, ümit ederek teselli bulabilir. Hastalar, aczini anlayıp, Yaradanına dua etmekle huzura kavuşur. Beli bükülmüş, fani zevklerden elini çekmek zorunda kalmış ihtiyarlar ise, ölümün yokluk olmadığını, ebedî bir âleme gitmek için vasıta olduğunu düşünmekle tarifsiz kederlerden kurtulabilirler.

"insanlar bir vücudun azalarıdır." Organların karşılıklı yardımlaşmalarıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da, fertlerin dayanışmasına ve birbirleriyle müsbet manada ilgilenmelerine bağlıdır. Akıl, kalb ve vicdan sahibi her insan, sâir hemcinslerine merhamet eder, etmelidir de. Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ızdıraplarına kayıtsız kalabilenler, insanî özelliklerini kaybedenlerdir.

Ağlayan yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara ve titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece, keyif için yaşayanlara insan mı denir?

Zevk nedir? Zevk, vasıtadır. Ferdî hayatın ve neslin devamı için yaratılmıştır. Yiyeceklerde ve içeceklerde lezzet olmasaydı, yiyemez, içemez ve zarurî ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayat devam etmezdi. Kezâ, evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. insan nesli kesilir ve tükenirdi. Halbuki biz, iman ve ibadet için yaratıldık. Bu yüce vazifeleri yapmak için yaşamalı, neslimizi devam ettirmeliyiz.

Yanlış olan, vasıtayı gaye yerine koymaktır. Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi açlıktan ölenlere benzerler.

Zevk ve lezzetin yaratılmasının bir hikmeti de şudur: Biz, bu dünyaya bir imtihan için gönderildik. Burası ücret ve mükâfat yeri değildir. Her padişah gibi, şu dünya mülkünün maliki olan Allahın da bazı emirleri ve yasakları var. Haram zevkler de bu imtihanın bir parçası. Bizden, meşru dairede kalmamız isteniyor. Hür bir irâdeyle yaratılmışız. Helâl çizgisinde yaşayıp cenneti kazanmak da elimizde, haram zevklere kapılıp cehenneme gitmek de.

Hazcılığın sonu "pesimizm," yani karamsarlık felsefesidir. Çünkü, "devam etmeyen şeyde lezzet yoktur." Dünya nimetlerinin ve kendisinin fani olduğunu bilen insanın mesut olması mümkün mü? Aklı uyuşturan maddelerin sefahat toplumlarında çoğalması da bu hakikatı gösterir. Yine, maddî hazlara doymuş Batı cemiyetlerinde intihar olayları daha çok görülüyor ki, bu durum, mutlu olmadıklarının en açık belirtilerinden biridir. Mesut bir insan niçin aklını uyutsun ve niye intihar etsin!

Sözün kısası, "Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur."

 

 

BENCiLLER

 

Hazcılar, çalışmayı sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. iş, zamandan ve keyiften fedakârlık etmeyi gerektirir. Şu hâlde zevk için harcanacak parayı nerden temin edecekler? Şüphesiz saf ve masum insanların sırtından. Bu sebeple, cemiyette zevkçilik arttıkça, vurgunculuk da çoğalır.

Bir yanda gayrimeşru kazancı meslek edinenler, öte yanda çalıştığı hâlde yeterince kazanamayanlar. Dünya, zalim asalaklarla, mazlum vatandaşların dünyası.

Zevk gaye olalı, aile müessesesi de zayıfladı. Çünkü, cemiyetin çekirdeği olan aile, ancak fedakârlıklarla ayakta durabilir. Kadını, "yasak zevklerin aracı" kabul eden zihniyet, "şefkat kahramanı anayı" tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır, doğmadan öldürülmeli. Yaşasın nüfus plânlaması!

Aşiretleri devlet yapanlar, kahramanlardır. Esir milletleri, efendi hâline getirenler, ülkü adamlarıdır. Ölüm uykusuna yatmış cemiyetleri ayaklandıran, coşturan ve yüce hedeflere koşturanlar, alperenlerdir. Şahsî arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Sefahet döşeğine rahat için yatanlar, fedakârlık edemezler. Benciller, ölüme gülümseyen, mana için yaşayıp, dava için ölenleri anlayamazlar. Bunlardan meydana gelen toplum, içinden çürümüştür.

Hayatın gayesini zevk zannedenlerin beyinleri midelerine inmiştir. Maddî zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni zevkleri hayâl etmekle geçer.

Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar, tad vermez olur. O zaman yeni ve değişik zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları afyon, eroin ve alkoldür artık. Uyuyan, uyuşan ve sızan bir cemiyet ortaya çıkar. Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Hürriyet kapısı kapanmaya, esaret kapısı açılmaya başlar.

Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar, mânen ölüdürler. Ölülerse, mülklerini koruyamazlar. işte bunun için maddeci dış odaklar ve onların içerdeki kâselisleri, zevki ve hazzı gaye olarak gösteriyorlar!

 

NEFS VE RUH

 

Batılı bazı psikologlar, nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabiî, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek ve psikolojik izahları bu yanlış kabule dayandırmak oluyor.

işte tavsiyeleri: "Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin." Bu fikirler kabul de görüyor. Günahlar, ilmî kisvelere bürünerek meşrûlaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan "bilimsel sapıklar" ve "aydın zalimler" çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş çekiliyor.

Halbuki, ruh ayrı, nefis ayrı mahlûklardır. ikisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mizaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lûgatinde "doymak" kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankârdır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir.

Nihayet öyle bir raddeye gelir ki, insana, "hayatın gayesi zevktir," hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlâkı da bunun için sevmez. Çünkü bunlar, insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibadet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allaha isyanın nankörlük olduğunu söyler.

Ruhun da kendine has gıdaları vardır. O, hakiki ilimle olgunlaşır, ibadetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur.

Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Bu sebeple, sadece maddî zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevî cihazlarını midesine ve cinsî isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir?

Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi hiç!

Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur: "Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."

 

MUTLULUK

 

Allahı tanımayan, âhireti bilmeyen ve kulluk şuuruna ermeyen kişi, dünyada da mutlu olamaz. Çünkü dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde elem başlar. Ölüme kadar sürer gider bu nöbet. Hazların fâni olduğunu düşünmek bile, hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inanan insanlardır.

Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah bakidir. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya muktedirdir. Bu dünyada vermese bile, ebedî saadet yeri olan âhirette verebilir. Şu hâlde lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek manasızdır. Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, öğrense ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa, o yine verecek, sevinir ve lezzetini tam alır. işte, inanan insanın nimetlerden aldığı lezzet de buna benzer.

insanı hayvandan ayıran en mühim özellik, akıldır. Fakat bu müstesna kabiliyet, yerinde kullanılmazsa belâ olur. Çünkü, akıl sayesinde geçmişi ve geleceği düşünmek mümkündür. inanmayan adam, geçip giden güzel günlerini hatırlayarak hayıflanır. Gelecek zaman ise, meçhûl tehlikelerle doludur. Ölümü herşeyin sonu sanan için, mâzi bir yoklar ülkesidir. istikbâl ise, kendisini de, sevdiklerini de yutacak bir ejderha ağzıdır. Allaha teslimiyeti olmadığı için, her olay ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, lâkin iç dünyası acılarla cehenneme dönmüştür.

Oysa, inanan kişi için, ölüm yokluk değil, bir başlangıçtır. Nurlu âhiret âlemine geçiş vasıtasıdır. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allahın emrindedir. Dünya da, içindekiler de fanidir, ama O daimîdir.

Eğer insan bu dünyada ebediyyen kalacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Çevremizde ölümle hayatın kavgasına şâhit oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz. Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Bahar ve yazın yeşil gelinleri olan ağaçlar, kışın kefenlere bürünüyorlar. Masmavi göklerde serâzat uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. "Elif" gibi dik duran gençler, bir de bakıyoruz ki, "dal" gibi eğilmişler. Zevk cilâsıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi birer birer terkediyorlar.

Bütün yollar kabre çıkıyor.

Şeksiz şüphesiz biliyoruz ki, bizim de sonumuz ihtiyarlık ve ölümdür. Şu hâlde, hâkimiyet davasında hayattan hiç de geri kalmayan ölümün bizden bir istediği olmalı. işte, insanın en önde gelen meselesi budur ve hiç kimse bu gerçeğe kayıtsız kalamayacaktır

Zevkperest, ölüm karşısında titrerken, müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevgili Peygamberine ve sâir sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrâil, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle düğün alayı, aynı şeydir.

Gidiş Rahman ve Rahime olunca, kabir gülistana döner.

 

NiÇiN YAŞIYORUZ?

 

"Çoklukta birlik" diye tarif edilen âhengin en mükemmeli, kâinatta. Her yaratık, kendine düşen vazifeyi eksiksiz yerine getiriyor. Cansızlar, hayata hizmet ediyor. Hayatın en ulvîsi de insana verilmiş. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, kâinat insan için çalışıyor. Bitkiler hayvanların, hayvanlarsa insanların emrinde.

Her mahlûkun bir gâyesi olduğuna göre, insan da bir maksat için yaratılmıştır. Aksini düşünmek abes olur. Şu hâlde, bu nasıl bir gâye olmalı?

Bu sorunun cevabı, Rabbimizin kelâmında. Bütün ilâhî kitaplar, aynı noktaya parmak basarak diyorlar ki: Temel vazifeniz, sizi yoktan var eden ve sayısız nimetlerle yaşatan Rabbinizi tanıyıp, kulluk etmektir. Sonsuz bir gençlik, ebedî bir saadet ve tükenmez zevkler isterseniz, Onun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınınız. Dünyanın zevkleri aldatıcı seraba benzer. Fâni lezetlerin câzibesine kapılarak gerçek hedefinizi unutursanız, azaba uğrayanlardan olursunuz. isyan ve küfür, nankörlüktür.

Misafir, ev sahibinin sözüne itaat etmeli. Kendisini yediren, içiren istirahatini temin eden zatı dinlemeyerek, içinden geleni yapan adam, nankördür. Vazifesi teşekkürken, misafirhane sahibini tanımak istemeyen misafir, kahra müstahaktır.

işte, dünya misafirhanesine gelip de nimetlere mazhar olan, fakat Allahı bilmeyen kulun hâli bu misâle benzer.

Seyrettiğim bir "bilim-kurgu" filmi, bana "Allaha kul olmak," gerçeğini çok iyi anlatmıştı: Zengin bir adam, robot üretmek için büyük bir fabrika kuruyor, milyarlarca lira para sarfediyor. Gayesi, onları bazı mühim işlerde çalıştırmak. Robotlar yapılıyor. Her nasılsa, kumanda cihazları bozuluyor, onlar da isyan ediyorlar. iş yapmadıkları gibi zarar da veriyorlar. Başıboş ve serserice yaşamak hevesine kapılıyorlar. O zât, robotları feci bir şekilde tahrip ediyor ve fabrikayı da dağıtıyor.

O gelişmiş cihazları, biz insanlara benzetiyorum. Kâinat fabrikası bizim için kuruldu. Canlı cansız bütün yaratıklar bize hizmet ediyor. ibâdet gibi yüce bir gâye için yaratılmışız. Nimetler, lezzetler ve zevklerle de imtihan olunuyoruz.

Bir hesap gününün bulunmadığını, ölümün yokluk olduğunu düşünmek son derece yersiz. Çünkü, nice hikmetlerle yaratılan şu kâinat, boş yere çalışmış olur ki, bu durum abeslerin en büyüğüdür.

Şu hâlde, âhiret kurulacak, hesap günü gelecek, asîler ceza, inananlar da mükâfat görecekler. Kendi rahatı için başkalarını vasıta yapanlar, er geç azaba dûçar olacaklar.

 

 

BEŞER VE iNSAN

 

Derece derece yükselen varlık merdiveninin tepe noktasında biz insanlar bulunuyoruz. Bizi, en yakın varlık komşumuz olan hayvandan ayıran en önemli farkımız, kendimizin, çevremizdekilerin, dünyanın ve zamanın farkında oluşumuz. Bir ışık gibi hali, geçmişi ve geleceği aydınlatan şuurumuz... Nasıl ve niçin, diye soran, öğrenen, öğrendikleriyle yetinmeyen, sürekli anlam arayışlarıyla hayatını zenginleştiren aklımız...

Hayvanların kendi aralarında önemli sayılabilecek bir derece ve kademe farkından söz etmek mümkün değilken, insanların birbirinden farkı o kadar büyük ki, tasviri bile imkansız görünüyor. Bir güvercin hemen yanıbaşındaki bir başka güvercinden pek de farklı değil, ama iki insan karakter, ahlak, bilgi, şuur ve zeka bakımından tamamen farklı.

insanın hayvandan ayrıldığı noktayı esas alarak nereye varabiliriz? Her şeyden önce şu tesbiti yapabiliriz: Biz, ancak nasıl ve niçin, diye sordukça, bilgimizi artırdıkça, şuurumuzu geliştirdikçe insanlık merdiveninin daha yukarıdaki basamaklarına tırmanabiliriz. Bunun adı düşünmektir, akıl yürütmektir, incelemektir, araştırmaktır ve daha özel bir tabir kullanırsak, "tefekkür" etmektir. insan düşündükçe insanlaşır, şuuru uyandıkça yükselir ve hayvaniyetten uzaklaşır.

Bu bağlamda daha esaslı bir tesbit de yapabiliriz: "insanlık" kazanılır, o bir gayretin sonucudur, ancak arayanların bulabildiği bir değerdir. Ekzistansiyalist felsefecilerin bu hakikatın bir ucunu yakaladıklarını sanıyorum. Onlar, "bütün varlıkların özü biçimiyle birlikle var olur, ama insanda biçim özden önce gelir, birer nüve halinde bulunan insanlık cevheri sonradan kazanılır," demekle mühim bir gerçeği dile getiriyorlar. Bebek, dünyaya geldiği zaman sadece "beşer"dir, zamanla, bilgi ve terbiye ile, emek ve gayret sonucu "insan" olur. Beşer kalıptır, insan muhteva.

 

 

KiTAPLIKTAKi KEDi

 

Bilim adamları ve felsefeciler de inceler, araştırır ve düşünürler, fakat onlar, sınırlı bir anlam dünyasının dışına asla çıkamazlar. Zaman zaman o sınıra kadar geldikleri olur, ama ne yazık ki, daha ötesine bir türlü geçemez, gerçeklerin köklerine inemezler. Bu soyut fikri şu örnekle biraz açıklayabileceğimi sanıyorum:

Büyük bir binanın içinde yaşayan ve bütün varlıkları o binadakilerden ibaret sanan bir adam düşünelim. Bu adam gayet zeki, akıllı ve şuurlu biri olsun ve durmaksızın "nasıl ve niçin" diye sorsun, bütün gayretiyle incelemeler ve araştırmalar yapsın. Bütün bu gayretlerinin sonunda varabileceği nokta, binanın varlık sınırı olacak, o adam içerideki bütün eşyaları tanıdığı, bildiği, her noktayı iyice tanımladığı halde asla dış alemi bilemeyecek, hatta bir dış alemin olduğundan bile habersiz yaşayacaktır. Bilgisi ne kadar fazla olursa olsun, dış alemin varlığından haberi olana, o alemin önemli özelliklerini sığ bir biçimde de olsa bilen birine göre son derece eksik ve kusurlu bir bilgiye sahip olabilecektir.

O adam, insafla düşünüp, varlıkların sadece bu binadakilerden ibaret olamayacağı hakikatını sezerse bir derece ilerleme kaydeder, ama yine de bilgisi noksan olur. Çünkü, sınır ötesi hakkındaki malumatı sadece zan ve tahminden ibaret olacaktır.

Fakat ne zaman ki, biri çıkar, o binanın bir yerinden pencereler açarsa, içeriye güneşin nuru girerse ve bu nur onun aklını da nurlandırırsa, o zeki adam birdenbire uyanıp, gerçeği kavrayabilir, en azından kendi bildiği dünyanın dışında başka bir dünyanın da bulunduğunu anlar. O aydınlık, o nur adamın uyanışına vesile olabilir.

işte, şu görünen alem o bina gibidir.

Vahiy nurundan nasibi olmayan ve sadece kendi aklına güvenerek sorularına cevap arayan bilim ve fikir adamlarının misali, o binadaki zeki adama benzer. Günümüzün bilim adamları ve filozofları ne kadar malumat sahibi olurlarsa olsunlar, marifetleri şu görünen alemle sınırlı kalmaya mahkumdur.

William James de buna benzer sözler söylüyor. Pragmatizmin ünlü filozofu, bu alemin sırrını mücerret akılla çözmek isterken aczini anlar, insanın bu derin sırları kendi başına asla çözemeyeceğini itiraf eder. Evrende insan kütüphanedeki kedi gibidir, der. James bu gerçeği kavrar kavramasına ya, daha ileriye gidip de vahiy nurundan istifadeye yanaşmaz, eşikten öteye atlayamayanlardan biri olur ve öylece kilitlenir kalır.

 

 

VAHiY VE iLHAM

 

Tamamı körlerden oluşan bir ülkede yaşayan insanlardan bazılarının gözleri açılsa ve onlar görme yoluyla da "bilgi almaya" başlasalar, sonra bu durumu diğerlerine anlatsalar, henüz gözü açılmayan körlerin söylenen­lere inanmaları zor olacaktır.

Çünkü insan, her şeyi nef­sine kıyas eder ve "ene"siyle tartar. "Bende olmayan başkalarında da yoktur," diye düşünür. Oysa, bu muhakemeyi dinleyen göz sahipleri, körlerin ne kadar al­dandıklarını görür ve inkârlarını garip karşılarlar.

Kalb de, göz gibi bir bilgi alma kanalıdır. Kalbleri terakki etmiş ve uyanmış insanlar, o manevî gözle hakikatları görür, halis bilgiye ulaşırlar. Bu yolu açamayanlar ise, böyle bir şeyin olamayacağını iddia eder, dururlar. Kendileriyle başkalarını kıyas ederek, "bizde yok, şu hâlde başkalarında da olamaz," diye düşünürler. Bu söz kendi içinde tutarlı gibi görünür, oysa, körler misalinde olduğu gibi, hakikatten ne kadar uzaktır.

Kalb kanalıyla "doğrudan" bilgi almaya "vahiy" ve "ilham" diyoruz. Vahiy, ekseriyetle melekler vasıtasıyla, Rabbimizin, Peygamberin kalbine ilim koymasıdır. ilham ise, evliyanın kalbine, genellikle, aracısız verilir.

Vahiyle alınan bilgi safidir, kesindir, dinin esası ve temelidir. Bazı ilhamlar ise perdeli olur. Bunların "asfiya" denilen nuranî âlimlerce incelenip, islâma uygunluk derecelerinin tayini gerekebilir.

ilhamlar türlü türlüdür. Melek ilhamlarından tut, hayvanlara edilen ilhamlara kadar nice kısımları vardır. Melek vazifesini, arı balını, kuş yuvasını... ilham ile yapar.

Keza, vahiy de derece derecedir. Vahyin en yüksek mertebesine Peygamber Efendimiz muhatap olmuştur. En son ve en mükemmel ilâhî kitap olan Kuranı Kerim, bütün kâinatın Rabbi ünvanıyla Allahın kelâmıdır. Kurandan sonra diğer ilâhî kitapların derecesi gelir.

Vahiy ve ilham, Allah Teâlânın konuşmasıdır ve "kelâm" sıfatının tecellisidir. Hayat, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlara sahip olan, konuşabilsin diye insanın ağzında dili yaratan ve konuşmayı öğretenin konuşmaması, şuur sahip­lerine kendini tanıtıp, maksadını sözle de anlatmaması mümkün değildir.

Sayıları, bir rivayete göre, yüz yirmi dört bin olan peygamberler, vahye muhatap olmuş, kalblerine inen iman hakikatlarını ümmetlerine anlatmışlardır. inandıkları değerler, savundukları fikirler, yaydıkları mesajlar ve ettikleri ibadetler temelde aynıdır.

Keza, peygamberlerin izinde giderek birer maneviyat yıldızı mertebesine yükselen milyonlarca evliyalar, ilham kanalıyla bilgiler aldıklarını her vesileyle dile getirmişlerdir. Bu doğru sözlü, güzel ahlâk örneği insanların hep aynı noktaya parmak basarak, "Allah bizimle konuşuyor, kalbimize feyiz, aklımıza nur veriyor," demeleri elbette sarsılmaz bir hakikatın ifadesidir.

Zamanca ve mekânca birbirinden gayet uzak olan bu mânevîyat sultanlarının, birbirlerine kuvvet vererek ortaya koydukları davanın aksini ispat edecek hangi delil gösterilebilir. Milyonlarca yüksek vasıflı insanın tasdikine mazhar olmuş başka hangi dava vardır?

Kuranı Kerime "beşer sözü" diyenlere karşı, âyetlerle meydan okunmuş, "Eğer Kuran insan sözü ise, naziresi yapılabilir, benzeri söylenebilir. Madem öyledir, haydi benzerini söyleyin, böylece davanızı isbat edin," diye "muaraza"ya davet edilmiştir. On dört asırdan beri aynı meydan okuma devam ettiği hâlde, inkârcılar, "bir sûrenin olsun" benzerini yapamamış, âciz ve zelil olmuşlardır. Eğer bunu yapabilselerdi, Kuran davasından vazgeçecek, islâmiyet de başladığı gibi bitecekti.

Sayıya gelmez yönleriyle mûcize olan ve gayet kuvvetli delilleriyle düşmanlarını âciz bırakan Kuranı Kerim, bu özellikleriyle hem tevhidi, hem kaderi, hem öldükten sonra dirilmeyi, hem de meleklerin varlığını ispat etmiş, üstelik, kendinden önceki peygamberleri ve onların ilâhî kitaplarını da temize çıkarmış, şüphelerden kurtarmıştır.

Kesin âyetleri, sarsılmaz doğruları ve mûcize üslûbuyla "vahiy" hakikatının en parlak delili olan Kuran, şimdi de bir güneş gibi manevîyat âlemini aydınlatmaya devam etmektedir.

 

 

RATiONALiSME

 

Rasyonalizm, akliyye, akılcılık, usçuluk.

Bilgilerimizin sadece akıldan geldiğini söyleyen ve metafizik verileri kabul etmeyen felsefe. ...

Çok şikâyetler dinledim, ama bugüne kadar "midem bana yetmiyor" diyeni görmedim. El, ayak, göz, kulak ve benzeri uzuvlarımız için de aynı hâl söz konusu. Bir sakatlık olmadıkça, bize bahşedilen organlarımız ihtiyaca kâfi.

Akıl da kendinden bekleneni yapacak seviyede. Herkesin kendi aklını beğenmesi de gösteriyor ki, akıllar ruhlara uygun. Böyle olması bir nimettir şüphesiz. Aksi hâlde huzursuzluk sebebi olurdu, insan da acı çekerdi.

Cihazlarımızın bir özelliği daha var: Yapabilecekleri vazife sınırlı. Meselâ, göz belli bir mesafedeki cisimleri net olarak görebilir. Kulak, muayyen sınırlar dahilindeki sesleri işitebilir. Kolun kaldıracağı yük mahduttur. Diğerlerini de bunlara kıyas etmek mümkün.

Maddî uvuzlarımızdaki bu âcizlik manevî cihazlarımız için de geçerli. Duygularımız birer terazidir. Tartabilecekleri ağırlık çizgisi aşıldı mı hata ederler. Meselâ, muhayyile yetmiş tane futbol topunu aynı anda, bir arada hayal edemez.

Akıl da bir terazi. Onunla manaları tartar, hakikatları görmeye çalışırız. Manalar kapasiteyi aşıyorsa, akıl ya hiç vazife yapamaz veya yanılır. Hakikatlar uzak, ince, derin ve yüksek ise, akıl gözü görmez olur. Bozulması, hassasiyetini kaybetmesi de mümkün.

işte, aklın bu aczi sebebiyle "nakil" ihsan edilmiş, hakikatlar ve hakikatlara götüren yollar gösterilmiştir. Vahiy nurudur ki, karanlık mana dünyasını aydınlatır ve uzağı yakın eder.

Göz için ışık neyse, akıl içinde vahiy odur.

Bunu bir misalle açalım: Karanlık ve büyük bir salonun orta yerine bir fil koyalım. Hayatında fil görmemiş ve filin nasıl bir varlık olduğunu işitmemiş bir grup insanı salona birer birer gönderelim. Onlardan, fili bize tanıtmalarını isteyelim.

Salona girdiklerinde yapabilecekleri tek şey, fili el yordamıyla tanımaya çalışmak olacaktır. Biri, filin bacağını tutup, "fil bir sütundur," diyecek. Diğeri, hortumuna sarılacak, "fil, bir borudur," diye iddia edecek. Bir başkası, dişine yapışacak," fil, uzunca bir sopadır," hükmünü verecek... Bunlar, dokundukları kısmın fil olduğuna kuvvetle inanacak, başkalarının sözlerine ise itibar etmeyeceklerdir. içlerinde file dokunma fısatını bulamayanlar da bulunacak elbet.

Yanlız "kafa yordamıyla" yürüyen felsefeciler de misaldeki adamlara benzemiyorlar mı? Dünya da bir salon. Akıl gözünün görmesi ise sınırlı. ilahî nur ile aydınlanmayan akıl âciz ve çaresiz. Filozof, hakikatın bir yönünü yakalıyor, "buldum"diyor, eline geçenin "mutlak hakikat" olduğuna inanıyor ve başka felsefecileri reddediyor.

Evet, hemen hemen her filozof, kendinden öncekilere muhafelet ederek yola çıkar. Her konuda aynı kanaatı paylaşan iki filozof yok gibidir. Küçük hakikat kırıntıları üstünde bile büyük kavgalar olmaktadır. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan fikirler ileri sürenlerin haddi hesabı yok.

Peygamberler ve onlara tâbi olan müminler ise, hakikatlara Kurânın nûruyla bakarlar. Vahiy ışığının aydınlığında mutlak hakikatı tamamen görürler. Birbirini red değil, tasdik ederler. Bütün peygamberlerin aynı noktaya parmak basmalarının sebebi budur. Çünkü, onlar aynı yolun yolcusudurlar. O yol ise, yolcularını doğrudan doğruya hakikata götürmüştür.

Alim olmayan bir mümin, akıllı bir filozoftan ziyade hakikatı tanıyabilir. Çünkü, imanın nuruyla bakar, hakkı görenlere itimat eder, hakikat yolunda yürüyenlerin ardı sıra gider.

 

 

NE AKILLA OLUR NE DE AKILSIZ!

 

islâm, vahiy dinidir. Temeli, âyet ve hadîstir. Ama, bu hakikat onun akıl dışı olduğu mânâsına gelmez. Naklî olan aklî değildir, diye bir hüküm verilemez. islâm, hem aklîdir, hem naklîdir.

islâmın her meselesi makuldür, ama akıl tek başına ona yetişemez. Kendi gayretiyle mutlak hakikati kavrayamaz. işte bu yüzden vahiy nuruna ihtiyacı vardır. Gereken izahlar yapıldığı zaman, nakille bize gelen her meselenin, aynı zamanda ne kadar makul olduğu anlaşılır. Dinin bu niteliğinden dolayı olsa gerek, "islâm akıl dinidir" derler.

Ancak, bu hükmün yanlış anlaşılabilen bir yönü de yok değil. Vahiy kaynaklarına müracaat etmeksizin, aklıyla ortaya koyduğu bazı değerleri islâma mal eden insanlar olabiliyor. "Neye dayanarak bu hükme varıyorsun?" diye sorduğunuz zaman da, "Ben aklımla bu noktaya ulaştım. Madem islâm akıl dinidir, şu halde aklıma uyan bu hüküm de dinin içinde yer alabilir" mealinde bir cevapla karşılaşabiliyorsunuz. Burada önemli iki hata yapıyor.

Birincisi, kendi aklına uyanı, bütün akıllara uyuyormuş gibi tamim etmesi. Oysa, onun makul diye ortaya koyduğuna, başka birileri "hayır" diyebilir, hatta daha ileri gidip aksini de ispat edebilirler.

ikinci hatası, dinin temel kaynaklarından hareket etmemesi, ilahi hükümlerin delâletiyle yürümemesi ve ulaştığı neticelerin temel kaynaklarla muvafakatini göstermemesi.

Kısacası, bu tür kimseler, kendi mülahazalarını din diye kabul etme ve ettirme meylindedirler. Oysa, böyle bir tavır olsa olsa felsefe olur, ama asla din olamaz. Hatta, mücerret aklıyla isabetli bir hükme de varsa, usûl hatasından dolayı dikkate alınmamaya mahkûmdur.

Din, müstakim sırattır, dosdoğru yoldur, kıldan ince kılıçtan keskindir. Her meselesi, en hassas terazilerle ölçülen elmaslar gibi kıymetlidir. Kaba, hoyrat ve nobran bir tavra tahammülü yoktur. Onunla ilgili hükümler verecek zevatın, kalb ameliyatı yapan bir operatör kadar mahir ve hassas olması elzemdir.

Ancak, bu incelik, bizi korkutup tefekkürden vazgeçirmemeli. Çünkü, vahyin gösterdiği yoldan yürümek ve açtığı pencereden bakmak bizi dalalet uçurumlarına yuvarlanmaktan kurtaracaktır. An şart ki, reyimizi vahye tabi kılalım, dini, heveslerimize uydurmaya çalışmayalım!

Akıl da öbür duygular gibi sınırlıdır. Her akıl her meseleyi anlayamaz. Anlamak izafidir, ferde göre değişir. Bir kimsenin, dinin bir meselesine itiraz edip, "Ben burada anlatılanı akla aykırı buluyorum" demesi, o meselenin hakikaten akla aykırı olduğu anlamına gelmez. Çünkü, onun aklı diğer bütün akıllar için bir ölçü olmaktan uzaktır. Birinin akıl dışı bulduğuna, bir başkası, "gayet makul" diyebilir. idrak seviyesi kişiye göre değişir. Şu halde, insaflı bir muhatap, dinin bir meselesini akla muhalif gibi görüyorsa, hemen hüküm vermek yerine, makul bir izahının olup olmadığını araştırmalıdır. "Benim idrak edemediğimi hiç kimse idrak edemez" demek boş bir gurur alâmetidir.

islâmda aklın yeri o kadar önemlidir ki, akılca normal olmayanlar, yükümlülük konusunda sorumlu tutulmamışlardır. Bu sebeple olacak, "Aklı olmayanın dini yoktur" denmiştir.

insan yalnız akıldan mı ibarettir? Asla! insan, aklıyla anlar, ama kalbiyle iman eder veya etmez. Eğer insanın ruh manzarasında merkezi bir nakış aranıyorsa, bu, akıl değil, kalbdir. Kalb bir kumandan gibi emri altındaki duyguların tümünü kullanarak önündeki meseleye yönelir ve topyekûn bir idrak ile "evet" veya "hayır" der, inanır veya inanmaz, sever ya da sevmez. Adına "sezgi" veya "hads" veya başka şey, her ne dersek diyelim, bu yüksek idrak, kişinin kabullerine ve redlerine zemin oluşturur.

Şayet bütün akıllar "metre" gibi aynı olsaydı, bu akıllarla verilen hükümler de tıpatıp birbirinin aynısı olacaktı. Keza, akıl tek ölçü olsa ve inanıp inanmamanın, kabul veya reddetmenin tek miyarı olsaydı, aynı sözlere, delillere ve hitaplara muhatap olan şahısların aynı hükme varmaları gerekirdi. Topyekûn hepsi bir meseleyi kabul veya reddedeceklerdi. Oysa, durum bunun tamamen aksinedir.

Bu da gösteriyor ki, iman sadece aklın kabul veya reddine münhasır olmayan, insanın yüksek bir idrake menşe olan latifeler manzumesinin tercihiyle kalbe doğan bir nurdur. Akıl, önüne konan dini detayların tamamını anlamasa da özünü kavrayabilir ve tasdikte tereddüt etmez. Kalbin emrindeki latifelerden biridir, fakat irade gibi o da mesuliyetin temel faktörlerinden biri olması sebebiyle olabildiğince önemlidir.

Dinin meselelerini incelerken, bir meselede akıl ile nakil birbirine uymazsa, akıl esas alınır, nakil tevil olunur, yoruma tabi tutulur. Kesin kuraldır bu. Ancak, bu akıl müctehid aklı olmalıdır. Dinî konularda deneyimli, olgun, ergin, bilgin bir akıl...

"Müteşabih" denilen bazı âyet ve hadîsler vardır ki, dış anlamına bakılınca akla aykırı görünebilir, ama üzerinde düşünülürse lafzın derununda yatan ulvi mânâlar farkedilir. Bu tür âyet ve hadîslerde, imtihan sırrına uygun olması ve bir anlam zenginliği oluşturması için bazı edebî sanatlar kullanılmıştır.

Din, akıl da dahil olmak üzere, bütün iç varlığımız kullanılarak bir bütün halinde kabul edildikten sonra, onun ayrıntılarını ve hükümlerinin hikmetlerini incelemek bir erdemdir. Bu merhalede, her hükmün hikmetini ve anlamını, akıl hemen anlayamayabilir. Bu durumda kişilerin tepkileri aynı olmayacaktır. Biri, "Ben anlayamıyorum, ama mutlaka makul bir izahı vardır, sorup öğreneyim" derken, bir başkası, "Ben anlayamıyorum, bu hüküm bana anlamsız veya hikmetsiz geliyor, demekki gerçekten anlamsız ve hikmetsizdir, şu halde hemen reddetmeliyim" noktasına varabilir. işte bu da imtihanın bir sonucudur.

Ahlâk meselesi... Tevazu kazandırıyor, kibir kaybettiriyor.

 

 

ABSURDE

 

Absürd, abes, saçma, anlamsız, uyumsuz.

Anlam unsurları birbiriyle uyumlu olmayan. Bu kavram daha çok varoluşçu filozoflar tarafından kullanılmıştır. insanla evrenin uyumsuzluğunu ve evrenin anlamdan yoksunluğunu dile getirir.

...

Allah ve ahiret hakikatı bilinmediği sürece, ilim ve hikmet, yerini vehim ve abesiyete bırakacaktır. Çünkü, bu alemin yaratılmasındaki gaye bilinmezse ve bu dünyada ekilen tohumlar başka bir dünyada filizlenmeyecekse o zaman bütün gerçeklerin kökü kurur. Ne insan olmanın, ne hayatın, ne faziletin, ne de ilmin hiçbir anlamı kalmaz. Nitekim, Sartre gibi tanrıtanımaz ekzistansiyalistleri ve Camus gibi absürd filozoflarını dünyanın anlamsızlığı, daha doğrusu sonumuz itibariyle varlığın abesiyeti fikrine götüren de bu olmuştur.

Sartre, "insan beyhude bir çabadır," derken, Camus, "ölüm metafizik bir rezalettir" diye hüküm verirken bu kısır arayışın ve bu ümitsiz bulamayışın nihai noktasını belirtiyorlardı. Onlara göre, dünya ve içindekiler birbiriyle uyumlu, insandan başka bütün varlıklar arasında tam bir sistem bütünlüğü var, ama mademki insan sonunda ölüyor ve öleceğini de önceden biliyor, o bu dünya ile uyumsuzdur, uzlaşmaz bir tavır içindedir, bir sürgündür, bir yabancıdır.

Bir adım daha ileriye gidip şunu düşünememeleri ne kadar acı: Madem bu dünyada bütün varlıklar hikmetli, madem her varlık bir gaye için var, madem dünyada tam bir düzen görünüyor, o halde bu alemi ve içindekileri yaratan bir hikmet ve ilim sahibi olması gerekmez mi? Bu varlıklar bir gayeye hizmet ediyorlarsa, ki ilim bunu söylüyor, o halde onları o gaye için halkeden bir yaratıcı olmalı değil mi? Alem sayfalarında sayısız hikmetler okunsun da o hikmetler bir hikmet sahibinden gelmesin, bu mümkün mü? Bu alem, içindeki bütün varlıklarla birlikte insanı netice versin de o değerli insanın varlığı hikmetsiz olsun ve o insan ölümle yok olsun gitsin, bunu hangi akıl kabul eder!

Evrende saçma yoktur, saçma filozofların kafasının içindedir!

Ne gariptir ki, imanla küfür arasındaki perde hem çok ince, hem de çok kalın. inkardan imana geçmek ne kadar kolay, hem ne kadar zor. Tıpkı civcivle dünya arasındaki mesafe gibi, civciv de dünyaya ancak bir yumurta kabuğu kadar bir uzaklıkta yaşıyor, bir gaga darbesiyle o dar alemden gayet geniş dünyaya çıkması mümkün, ama vakti gelmedikçe bu kolay işlem gerçekleşmiyor.

Küfrün yumurtaları içinde mahpus düşünürlerin de geniş ve nurlu mana iklimine uçmaları zahiren pek kolay görünüyor, ama etraflarını saran nefis, benlik, gurur ve kibir yumurtalarını çatlatmadan bu hamleyi yapamıyorlar.

insanlar ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, ne kadar maddi ilim elde ederlerse etsinler mutlak hakikata ulaşabilmek için vahiy nuruna ihtiyaçları var. ilahi maksatların bilinmesi için Allah ile insan arasında bazı aracılar gerekiyor.

işte, peygamberler, şu sınırlı dünyamızın maddi kalıplarından görünmez alemlere pencereler açan, sınır ötesi dünyaların varlığını haber veren, bu arada, yaşadığımız dünyanın anlamını da bizzat onu yaratanın emirleri istikametinde bildiren özel insanlardır.

Vahiy nuru hakikat pencerelerinden ruhumuza sızmadıkça, düşünen ve gerçekleri arayan aklımız o nur ile aydınlanmadıkça insanca gayretlerimizin bir körebe oyunundan farkı kalmayacak, felsefe tarihi de bunun en canlı bir şahidi olmaya ilanihaye devam edecektir.

 

 

iMAN KiME NASiP OLUYOR?

 

insanî ve ahlakî hâller kalbe mahsus olduğu için, dıştan bakarak, görünüşten yola çıkarak ve davranışları inceleyerek kesin bir sonuca gidemiyoruz. Zahiren uygun gibi görünmeyen şahısların batınî hallerini bilmemize imkan yok. Davranışlarıyla bize kendini iyi gibi gösteren kimselerin de gerçekten iyi insanlar olup olmadıkları konusunda hüküm veremiyoruz. Bize görünen yüzü riyakârca olabilir, ya da olmayabilir. Bu belirsizlik, kimi insanlara iman nimeti nasip olurken, dıştan bakılınca son derecede uygun ve layık gibi görünen bir başkasına niçin nasip olmadığı hususunda bizi şaşırtabiliyor. Hakkında, "Mümin olmaya ne kadar da uygun bir kimse" diye düşündüğümüz birine iman nurunun ulaşmaması, zaman zaman kaderi sorgulamamıza da sebep olabiliyor.

Oysa, hayret edecek ne var? Sebep son derece sade: Biz perdenin ön yüzüne bakıyor, ona göre hükmediyoruz, kader ise, arka yüzüne, yani hakiki tarafa bakıyor, öyle hükmediyor. insan aldanıyor, ama kader aldanmıyor.

insaniyetle islamiyet arasında bir paralellik var. insani özelliklerin belli bir noktaya erişmesiyle iman nuruna bir meyil uyanıyor. Akla aykırı gibi görünen bazı hususlar izah edilince, ruhi tekamülü icabı zaten imana meyyal olan insan tasdikte tereddüt etmiyor.

Bu kabul ve redde, kişilerin, o âna kadar yaşadıkları hallerin, kazandıkları ahlakî niteliklerin ve sahip oldukları insanî özelliklerin birer vesile olabileceğini düşünüyorum. Sadece Allahın bildiği bu vasıflar, iman nurunun tecellisi için uygun bir vasat oluşturuyor ve ardından hidayet nuru geliyor.

Böyle düşünülmezse, aynı hakikata muhatap olan iki insandan, birinin kalbi imana meylederken, öbürünün küfürde direnmesi ne ile izah edilecek? Eşit konumda oldukları varsayılırsa, ikisinden birine hidayet nimetinin ulaşması bu sebepler dünyasında haklı bir tercihin sonucu sayılabilir mi? Hayır! Allah adildir, asla zulmetmez, hakkı hak sahibine verir.

Bir zifiri karanlık denizinden kurtularak imanın aydınlık sahillerine vasıl olan insanların, iman öncesi hayatlarında ahlakın bütün şubelerinde ileri olduklarını iddia edecek değilim, ancak, bu kimselerde, bazı temel erdemlerin, nurdan mahrum yaşayan, sonradan da iman etmeyen münkirlere oranla daha ileri olduğuna inanıyorum.

Keza, bu insanların mümin olmadan evvel günaha batmadıklarını söylemek de mümkün değil, fakat günahlar, inanan insanların da zaman zaman işledikleri amellerdir ve burada serdettiğimiz kanaatimizi nakzetmez.

Samimiyet ve insaf, imana uygun bir vasat hazırlayan temel niteliklerin başında geliyor. Mesela, Hazreti Ömer küfründe de samimi idi ve Ebu Cehil kibri ve menfaati gereği karşı cephede yer alıyordu. Bu mukayesenin en bariz göstergesi "Peygamberi öldürme" meselesinde kendini gösterir. Ebu Cehil, suikastı tasarlama evresinde en öndedir, etrafına kurnazca telkinler yapmakta ustadır, ama öldürme işini kimin gerçekleştireceği meselesi söz konusu olunca Ömer ileriye atılır. Bu samimi tavrıdır ki, onu hidayetine vesile olacak sebeplerle buluşturur. Yine onun insaflı tavrıdır ki, hakkı işitince tereddüt etmeden teslim olmasını netice verir.

Peygamber Efendimizin duasını hatırlayalım... islamı, ya Ebu Cehil veya Ömer ibn Hattab ile aziz etmesini istemişti. Allah da hidayetini Hazreti Ömere lütfetmişti. "

Bu hidayetteki tercih tamamen sebepsizdir" diyebilir miyiz? Gerçi Allah, sebeplere mahkum değildir, bunu biliyoruz, ama Onun, sonuçları sebeplere bağladığını, nimette ve cezada liyakate önem verdiğini de biliyoruz.

imana ve hidayete liyakat konusunda samimiyet, fedakarlık, feragat, diyergamlık, mertlik, insaf, adalet gibi insanî vasıfların gayet önemli olduğuna inanıyorum. Bunların zıddı olan bencillik, kibir, gurur, riyakarlık, menfaatçilik, vurdumduymazlık, zulüm, haksızlık gibi menfi hasletlerin de iman için uygun bir vasat oluşturmadığı kanaatindeyim.

Özellikle kibir... Bu ruhî illet, kara bir perde gibi kalbin önünü kapatıyor, oradan iman nurunun girmesine engel oluyor.

Nefsin sınırsız özgürlük sevdası da ayrı bir perde ki, kişiyi hüda yerine heva ve heveslere kul ediyor.

Gerek sahabilerin, gerekse daha sonra hidayete eren bazı ünlü insanların islam öncesi ve sonrası hayatlarını inceledikten sonra anladım ki, hidayet nimeti ancak layık olana veriliyor.

Ve îman, insanî topraklarda yaşayan ve ahlakî iklimlerde açan nazlı bir çiçektir.

 

 

VARLIKLAR NiÇiN VAR?

 

Bu âlemin yaratılışında iki türlü gaye ve hikmet var ki, biri Allaha, diğeri şuurlu varlıklara bakar.

Allah, binlerce isim ve sıfat sahibidir. Bunların hepsi de sonsuz derecede güzel ve mükemmeldir. Kâinat yokken, bütün bu isimler ve sıfatlar birer gizli hazineydiler. Allah, bilinmek istedi, kâinatı yarattı, isimlerini tecelli ettirdi, varlıkları kendine ayna yaptı. Onlarda mukaddes şuununu, ulvî güzelliklerini, eşsiz ünvanlarını seyretti. O nezih müşahededen, insanlardakine asla benzemeyen bir sürur ve memnuniyet duydu.

Sonra harikulâde eserlerini başkalarına da göstermek istedi. Sınırsız cemâl ve kemâlini onların gözüyle de görmeyi diledi. Bu sebeple şuurlu varlıklar yarattı, onlara akıl nimetini verdi. Kâinattaki harika işleri, mükemmel eserleri görerek, üstünde düşünerek yaratıcıyı tanımalarını istedi.

idrak sahibi kulları içinde insanlara hususî bir önem verdi. Peygamberler ve kitaplar gönderdi. isteklerini ve emirlerini bildirdi. Rehber tayin ettiği son peygambere "habibim" diye iltifat etti. Şuur sahiplerine, "Beni tanıyınız, nimetlerime şükrediniz," diye emretti.

Biz, bu ilâhî hâdiseyi lâyıkıyla idrak edemeyiz. Ancak, bize verilen kabiliyetlerden yola çıkarak, uzaktan uzağa bir derecede hissedebiliriz. Çünkü, insana verilen özellikler, Yaradanı tanımak için birer vasıtadır. Fakat bu noktada, misali asıla ve vasıtayı gayeye karıştırmamak gerek. Cam parçası güneşin varlığını gösterir, ama güneş olamaz.

Meşhur kaidedir, "Her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek ister." Bu hakikat, mahir sanatkârlarda daha açıktır.

Meselâ, usta bir ressam, çeşitli resimler yapar. Eserlerini önce kendisi seyreder, onlarda sanatının güzelliğini görür, tarifsiz bir lezzet alır. Sonra sergiler açar, sanatını seyircilere gösterir. Takdir ve tebriklerinden memnun olur.

Değerli bilgilere sahip bir âlim, faydalı kitaplar yazar. ilminden başkalarının da faydalanmasını ister. Bu faaliyetten dolayı mesut olur. Okuyucularının istifade ettiğini görüp, teşekkürlerini işittikçe saadeti daha da artar.

Allahın kâinatı yaratmasındaki hikmetlere bu örneklerin dürbünüyle bakılabilir. Fakat, nasıl Allah, yaratıklara asla benzemezse, "görmek ve görünmek" arzusu da insanlarınkine benzemez. Muhabbeti, şefkati, süruru, lezzeti ve memnuniyeti bizim bildiğimiz cinsten değildir. isimleri ve sıfatları gibi bunlar da ilâhîdir.

Allah, kâinata isimleri ve sıfatlarıyla tecelli etmiştir. Bu tecellinin zaman zaman yanlış anlaşıldığını da hemen kaydedelim. Yaradanı denize, varlıkları dalgalara benzeten ve "dalga ayrı gibi görünürse de aslında denizdendir," diye misal veren anlayış, yanlış manalara kapı açmaktadır.

Allahın kâinattaki tecellisi, bir sanatkârın, eseriyle münasebeti gibidir. Resim, ressamını gösterir, sanatına şahitlik eder, lâkin ressamın vücudundan bir parça değildir. Rabbimizin de kâinatla olan alâkası yaratıcılıktır. Usta, eserin içinde olamaz. Kâinat, Allahın varlığına delildir, isimlerini gösterir, fakat Ondan bir parça değildir.

 

 

ALLAHIN KAiNATA iHTiYACI MI VAR?

 

Zaman zaman "Allahın, kâinata ihtiyacı mı vardı?" diye soruyorlar.

Asla! Yaratmak bir ihtiyaçtan ileri gelmez.

Allahın, değil kâinata, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, her ihtiyacı karşılayan, fakat asla muhtaç olmayandır. Suali soran kişi, sonsuz acz içinde bulunan insanla, sonsuz kudret sahibi olan yaratıcıyı mukayese etmektedir. Bu kıyas en büyük mantık hatasıdır. Çünkü, karşılaştırma benzer varlıklar arasında yapılır. Allah ise, hiçbir yönden yarattıklarına benzemez.

Allahın isimleri ve sıfatları sonsuzdur. Kâinatın varlığı, bu sınırsız özellikleri arttırmadığı gibi yokluğu da o benzersiz vasıfları eksiltmez. Bilindiği gibi, "sonsuz," sınırı olmayan, demektir. Sonsuza hangi sayıyı eklersek ekleyelim artıştan söz edilemez. Keza, hangi sayıyı çıkartırsak çıkartalım onda bir azalma olmaz. Allahın bütün isimleri sonsuz olduğuna göre, kâinatın varlığı ile yokluğu müsavidir.

Allahın her fiilinde binler hikmetler vardır. Hakîm ismi bunu icap ettirir. Kâinatın yaratılmasında da şüphesiz bir çok gayeler gözetilmiştir. Fakat bunların hepsini bilmemize imkân yoktur. "Kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi," bunlardan biridir. Elbet daha başka gayeler de gözetilmiştir, ama doğrusunu O bilir.

Mücerret insan aklı, ilâhî hakikatları kavrayamaz. Bu sebeple peygamberlere ihtiyaç vardır. Biz, ancak ilâhî kitapların bildirdiğini bilebiliriz. Herhangi bir sayı, ne kadar büyük olursa olsun "sonsuz"u içine alamadığı gibi, sınırlı insan aklı da, Rabbimizin sonsuz özelliklerini yeterince kavrayamaz.

Akıl, "bu kâinatın bir ustası olmalı" diye düşünebilir, lâkin Onun mahiyetini tartamaz.

 

KAiNAT KiTABI

 

Kâinat manalı bir kitaba benzer. Kelimeleri cisimleşmiş bir kitap!

Dünya bir sayfa! insan, akıllı bir kelime! Cansız taşlara, ruhsuz bitkilere ve akılsız hayvanlara kıyasla ne kadar mükemmel! Alemin sultanı, Allahın muhatabı!

Vazifesi ve mesuliyeti de büyük. Kâinat kitabını okuyacak. Ondaki eşsiz eserlerin sanatkârını tanıyacak. Önüne serilen ibret levhalarını düşünüp, anlamlarını çözecek, âlemin gizli sırlarını açacak, görünmez hazineleri keşfedecek. Rabbinin güzel isimlerini bulacak, bilecek ve sevecek.

Önce kendini inceleyecek. Kâinatın küçük bir numunesi olduğunu farkedecek. Vücudu, iki ayak üzerinde bir şeref abidesi. Vicdanı, hak ile batılı ayıran bir terazi misali. Kalbi, ebedî güzelin ayinesi. O, daha nesi ve nesiyle harika yaratılışını müşahede edecek, Rabbini tanıyacak.

Bakacak ki, gökten ikramlar yağıyor. Yerden nimetler fışkırıyor. Her baharda rızıklar gönderiliyor. Varlıklara suretler giydiriliyor. Zayıflara yardım, âcizlere merhamet, muhtaçlara şefkat ediliyor. Her ne yaratılırsa güzel yaratılıyor. Her işde faydalar gözetiliyor. Yıldızlar direksiz duruyor, dünya pilotsuz uçuyor, güneş kusursuz parlıyor.

Bunları gördükçe, "fiil, failsiz olamaz," diyecek. Fiilden isime, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata gidecek. Allahı Rahman, Rahîm, Hakîm, Alîm, Kadîr, Mürîd, Vedûd, Musavvir, Şâfî, Münîm ve diğer isimleriyle tanıyacak.

Onu lâyıkıyla sevecek, şükür ve ibadet ile itaat edecek. Sonunda rızasını ve cennetini kazanıp, ebedî saadete erişecek.

"Şakî" değil, "saîd" olarak bu dünyadan göçüp gidecek.

Ve hayatı, meleklerin dilinde destan olacak.
mico_minik_by.gif (906 bytes)