HAYALLERİM, ÖNYARGILARIM VE SUUDİLER

Suudiler     Petrolün getirdiği refah

İstanbul ve Ankara gibi -hele de bu mevsimde- birer çamur deryası olan iki "mega köy"den gelen bizler için, ilk durağımız olan Cidde kenti hazmı oldukça güç bir kalite standardına sahipti.

Aslında en sonda söylemeyi planladığım bir sözü en başta alenen dile getirmek, Suudi Arabistan izlenimlerimizin doğru yorumlanması açısından belki de çok daha yararlı olacak. Hem böylelikle, meseleye benim gibi bakmaktan hoşlanmayanların da bu sütunları okuyarak gereksiz yere vakit kaybetmesini önlemiş oluruz.

Bu mini yazı dizisinin amacı, öyküyü -"Arabistanlı Lawrence" ve "Hicaz katliamı" gibi- pek çoğumuzun tüylerini diken diken eden kimi tarihsel simgelerden başlatıp sözü eninde sonunda şu meşhur "Arap ihaneti"ne getirmek, oradan hareketle de zaten 90 yıldır karşılıklı olarak üzerinde yeterince başarıyla çalıştığımız "Türk-Suud soğukluğu"nun temellerine yeni nefret tohumları ekmek değil.

20'nci yüzyılın başlarında Suudilerle Türkler arasında bir dizi sıcak çatışma oldu ve bunun sonucunda da kutsal topraklar Türklerin elinden çıktı. Bu vakıayı lise yıllarındaki okul kitaplarımızdan geriye kalan bilgi kırıntılarıyla dahi hepimiz gayet iyi biliyoruz.

İki din kardeşi ulus arasında yaşanan trajik olaylar üzerine bugüne dek çok şey yazılıp söylendi. Gönül elbette ki tarihin bu şekilde akmasını istemezdi, ama olanlar oldu. Bizim buradan tarihin o malûm kavşakları üzerine tekrar tekrar hamaset yüklü analizler yapmamız ne olup bitenleri değiştirecek, ne de günümüz insanlarına herhangi bir fayda sağlayacak. Üstelik, devletlerarası ilişkilerde sürekli bu mantıkla hareket edecek olursak, birilerinin bize 1915'te Çanakkale'de 252 bin askerimizi şehit vermemize neden olan İngiliz ve Fransızlarla NATO'da nasıl müttefik pozisyonunda olduğumuzu, 1923'lerde Türkiye Cumhuriyetinin varlığını tanımakta bir hayli nazlanan Amerika Birleşik Devletleri'yle günümüzde nasıl "stratejik ortak" konumuna geldiğimizi de adamakıllı açıklaması gerekiyor.

Velhasıl, okuyacağınız bu yazı dizisinin temel derdi "geçmiş" değil, "günümüz"... Bu en baştan böyle biline!

7 Mart Cuma günü, hükümetin hiper-aktif Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen'in liderliğindeki 120 kişilik bir bürokrat, işadamı ve gazeteci grubuyla birlikte Suudi Arabistan'a gittik. Cidde ve Riyad'ı kapsayan beş günlük "hızlandırılmış" bir geziydi bu. Heyetin -benim de aralarında bulunduğum- bir avuç işadamı ve gazeteci üyesi gezinin ziyaret programına sonradan üçüncü bir kent daha ekledi ki, burası bir geceyarısı apar topar hazırlanıp Umre yapmak üzere yalnızca üç-dört saatliğine gittiğimiz mubarek Mekke idi.

Bir ülkeyi tanımak ve anlamak için beş gün yeter mi? Tabiî ki yetmez. Pekiyi bu kısa süre, içinde yaşadığı toplumda ömrü boyunca Araplarla ilgili sürekli olarak kötüleyici (ve aşağılayıcı) öyküler dinlemiş birinin önyargılarının sarsılmasına yeter mi? Evet, yeter.

Suudi Arabistan'da geçirdiğim toplam 100 saatte, bu ülke ve bu ulus hakkında, çocukluğumdan itibaren damarlarıma zerkedilmiş olan bütün o geleneksel önyargılarım derinden derine sarsıldı. Hele de, bize din kardeşlerimizle her türlü kültürel, ticari ve askeri işbirliğini şiddetle meneden kimi batılı dostlarımızın, aynı "düşman ülkeleri" nasıl da boylu boyunca işgal edip iliğine kadar sömürdüklerini gözlerimle gördükten sonra daha bir yıkıldım.

İşte, bu mini dizi kapsamında, topu topu yüz saate sığdırdığım Suudi Arabistan izlenimlerimi sizlerle paylaşmayı, orada geçirdiğim zaman zarfında yaşadığım kültürel şokun gerekçelerini içtenlikle aktarmayı amaçlıyorum. Kimbilir, hem çok yakınımızda hem de çok uzağımızda duran bu "kardeş" ülkeyi, yalan söylemeye ve dezenformasyon yaymaya hiç mi hiç ihtiyacı olmayan birinin ağzından dinlerseniz belki sizin de bazı önyargılarınız sarsılabilir...

Araplar pek o kadar da "pis" değilmiş (!)

7 Mart sabahı, Türk Havayolları'ndan kiralanan bir Boeing 737-800 charter uçağıyla Cidde'ye hareket ettik. O gün, mutlu bir tesadüf ile benim de 35'inci yaşgünümdü. Gazetemizin çok başarılı geçen -ve bu fakirin de kreatif ekibinde yer aldığı- "İslâm Peygamberi" kitap kampanyasının olumlu yankılarını ardımızda bırakarak, Atatürk Havalimanı'nda sayıları 120'yi bulan kafile üyelerinin arasına karıştım.

Medyamızın mümtaz temsilcileri, öteden beri bu tür dış gezilerde "skandal" damgasına lâyık bir gelişme söz konusu olduğunda fırsatı hiç kaçırmaz, yemeyip içmeyip durumu derhal merkezlerine bildirirler. (Örneğin, 1996'da Libya'da gerçekleşen o gerilimli Kaddafi-Erbakan görüşmesini ve sonrasında kopartılan abartılı fırtınayı hatırlayalım.) Ancak, yine aynı gezilerdeki olumlu gelişmeleri ise kamuoyuna yansıtmakta ise pek bir nazlı davranır habercilerimiz.

Bu gezinin ilk olumlu yanı, Ak Parti hükümetinin yürürlüğe koyduğu sıkı tasarruf kuralları gereği, bütün katılımcıların masraflarının kendileri tarafından karşılanıyor olmasıydı. Daha da Türkçesi, ne işadamları, ne de gazeteciler olarak, bu beş günde devletimize tek kuruş masraf çıkarmadık. Yaptığımız bütün harcamaları da paşa paşa ödedik.

Suudi Arabistan'dan önce benzer bir biçimde Irak, Cezayir, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan'a da heyetler götürmüş olan Bakan Tüzmen, aynı tasarruf kurallarını orada da uygulamıştı. ANAP iktidarları zamanındaki o meşhur saltanat gezilerinden hayli farklı olan bu uygulama sayesinde - "yolculuk harcı" konusundaki görüşlerini sorduğum- hemen herkes, "halkın parasıyla yolculuk yapmadığını bilmenin iç huzurunu taşıdıklarını" söylüyordu uçuş öncesi.

Uçaklarla aram gayet iyi olmasına karşın, Türk Hava Yolları ile aram ise oldum olası biraz limonîdir. Kimbilir, belki de ömrüm boyunca meslekî gezilerde sürekli "millî havayolumuzu" tercih etseydim, KLM, SAS, British Airways, Lufthansa ve Air France gibi şirketlerin uçuşlarıyla hiç tanışmamış olsaydım, THY'nin standartlarına bayılabilirdim. Ancak, uçuş hizmetinin başka uluslarca nasıl verildiğini bir kez gördükten sonra artık bizimkilere maalesef bayılamıyorum. Öte yandan, yeterince şovenist olmayan bu tercihime çevreden pek de destek bulduğum söylenemez. Bakıyorum, bu gezide de yol arkadaşlarım arasında THY'nin uçuş standartlarını hâlâ "dünyanın en yüksek kalite standartları" olarak gören bir sürü insan var!

737'nin bunaltıcı üçlü koltuklarından birinin tam ortasında, acil inişte yapılması gerekenleri gösteren THY broşürünü tekrar tekrar inceleyerek, İstanbul-Cidde arasındaki mesafeyi tüketmeye çabalıyorum. THY beni hiç yanıltmaz, bu gezide de yanıltmıyor. Lake ile kaplanmış o lüks "acil durum" broşüründe "mecburî iniş" cümlesini "mecrubî iniş" şeklinde yazmışlar. Yakışır! (Oysa, broşürde, toplasanız bir paragraf yazı dahi yok.)

Suudi Arabistan, THY'nin hiç kuşkusuz en sevdiği güzergâh olmalı. Ne de olsa onbinlerce hacı bu kuruluşa her yıl akıttıkları milyonlarca dolarla "görev zararları"nın telafisinde büyük bir katkı sağlamaktalar. Hacca karayoluyla gitmek yıllardır devlet emriyle yasak, başka havayoluyla gitmek yasak, yolculuk tarifeleri mesafeye göre oldukça tuzlu, ayrıca çoğunun saçı sakalı bembeyaz olmuş bu insanlar ülkeye sağladıkları onca artı değere rağmen Atatürk Havalimanı'ndaki erotik bilboardlardan rahatsız olunca derhal hakaret bombardımanına tutulup "gerici" ilan edilebiliyorlar, ama olsun! Vatan sağolsun! Bu güzide kurumumuz sözkonusu katı kurallar sayesinde -dünyadaki pek çok havayolu şirketi çatır çatır batarken- kâra geçebiliyor, öyle değil mi ya!

Ben bunları düşünürken, tam o sırada kabin görevlilerinden biri, yanımda oturan ve "Öf, çok sıkıldım, artık dayanamıyorum!" diyerek bir sigara yakan -tütün tiryakisi olduğu her halinden belli- yaşlı bir işadamının üzerine, neredeyse beni de çiğneyerek abanıyor, bu arada bütün uçağı ayağa kaldırarak avaz avaz bağırıyor: "Verin o sigarayı bana! Beni işimden mi etmek istiyorsunuz! O sigarayı ağzınızdan alma yetkim var benim!"

Derken, biraz sonra bir bardak su istiyorum. İkinci tekrarın ardından, yaklaşık 15 dakika geçtikten sonra nihayet geliyor suyum.

İşte bu "yüksek kalite standartları" içinde Cidde'ye iniyoruz. (Dönüş uçağında hosteslerin bazı yolcularla yarım saat içinde sözlü olarak ve el kol hareketleriyle nasıl yüz göz olduklarını, bazılarının da yapılan çıkma tekliflerini nasıl sevinç çığlıklarıyla karşıladıklarını ise dizinin son bölümünde anlatacağım.)


Pırıl pırıl bir kent: Cidde


İstanbul'un, bir aydır ruhumuzu karartan kurşunî göklerini yarıp, üç buçuk saat sonra pırıl pırıl ve güneşli bir havanın egemen olduğu, gündüz sıcaklığı 28 derecelerde seyreden Cidde'ye ayak basmak, heyetimizin lideri Bakan Tüzmen dahil hepimize son derece iyi geliyor.

Vaktiyle, "Suudiler'in pasaport kontrolünde dünyanın en yavaş adamları olduklarına dair" bir rivayet duymuşum. Bu verinin ışığında, kendimi havalimanında en az üç saat geçirmeye peşinen hazırlamış durumdayım. A-aa, bir de bakıyoruz ki resmî işlemler orada da tıpkı bizim diyardaki gibi yürüyor ve kısa süre sonra otele doğru hareket ediyoruz. (Nitekim, sonradan bunun VIP statüsündeki Bakan'ın heyetinde olmamızdan kaynaklanan sıradışı bir durum ya da bir iltimas olmadığını, havalimanında işlerin zaten bu şekilde yürüdüğünü dönüşümüzdeki standart kontrol prosedüründen süratle geçerken de açıkça görüyoruz.)

Ayrıca, muhatap olduğumuz istisnasız bütün Arap görevlilerin kendilerine ne zaman "Es-selamû Aleyküm" desek gözlerinin ışıldayışı ve ağız dolusu bir "Ya Aleyküm Selam" ile cevap verişleri de hemen dikkatimi çekiyor. Yakalarımızdaki Türk-Suudi bayraklarını taşıyan rozetlerden kim olduğumuzu az buçuk biliyorlar ve onları İslâm dünyasının bu ortak koduyla selamlamamız belli ki hoşlarına gidiyor. Tabiî ki, bu esnada heyetimizde Arap muhataplarına "Hi!" demeyi tercih edenler de var.

Havalimanından çıkıyoruz. Dışarıda püfür püfür bir rüzgâr esmekte. Heyetimize tahsis edilmiş otobüslerle bakımlı Cidde otobanlarından geçerek, Suudi Arabistan'da ikamet eden Türk işadamlarıyla tanışmak üzere Hilton Oteli'ne gidiyoruz. Özellikle Kızıldeniz boyunca uzanan ve "Corniche" adı verilen sahil şeridi olağanüstü bir güzelliğe sahip. Binlerce palmiye ve bakımlı, şık binalar ardı ardına gelip geçiyor camlarımızdan.

Benim ise özellikle yolların olağanüstü temizliği dikkatimi çekiyor. İstanbul ve Ankara gibi -hele de bu mevsimde- birer çamur deryası olan iki "mega köy"den gelen bizler için hazmı oldukça güç bir manzara bu. Çünkü ne de olsa beyin kıvrımlarımıza adeta birer yılan gibi çöreklenmiş olan o ünlü önyargının doğrulanmasını bekliyorduk gezimizin hemen ilk dakikalarında: "Araplar dünyanın en pis milletidir!" Oysa ne ortalıkta dolaşan insanlarda, ne de o insanların yaşadıkları mekanlarda kendimizi temizlik açısından onlardan üstün ve ayrıcalıklı görmemizi sağlayabilecek en küçük bir emare dahi yok.

O an şaşkınlık içinde farkediyorum ki, hayatım boyunca haritayı açıp bir kez bile Cidde'nin yerine doğru düzgün bakmamışım. Oysa New York'un, Londra'nın ve Paris'in harita üzerindeki konumlarını ezbere biliyorum. Kafamda "Suudi Arabistan" ve "deniz"i hiç bir zaman bağdaştıramadığımdan, coğrafî konumunu o güne dek tam olarak yerli yerine oturtamadığım Cidde'nin görkemli deniz manzarası beni müthiş şaşırtıyor. Tıpkı benim gibi, o güne dek bu topraklarla hiç işi olmamış bazı gazeteci ve işadamlarını da!


Türk işadamları dert küpü


Hilton'a vardığımızda, geziyi düzenleyen özel turizm firmasının neden olduğu "Türk usûlü" geleneksel organizasyon kargaşasından sonra, bütün heyet üyeleri kendilerine ayrılmış odaların anahtarlarını taksit taksit almayı başarıyorlar. Otelin büyük konferans salonunda Bakan Bey'in de katılacağı büyük bir tanışma toplantısı olacak. Bu nedenle odalara yerleştikten sonra hiç vakit kaybetmeden salondaki yerlerimize geçiyoruz.

Son derece görkemli bir konferans salonundayız. Konuşmacıların yer aldığı masada Tüzmen'in yanısıra, Türkiye'nin Riyad Büyükelçisi Osman Durak, Cidde Başkonsolosu Hilmi Dedeoğlu ve Cidde Ticaret Ataşesi Özkan Aydın da bulunuyor.

Karşılarında belki de yıllar sonra ilk kez işine canla başla sarılan bir hükümet üyesini görmenin doğurduğu umutla, mikrofonu alan her iş adamımız (ve iş kadınımız) resmiyeti bir kenara bırakarak, dostça ve samimiyetle içini döküyor Bakan'a. Suudi Arabistan'da yatırım yapmanın en beylik ön şartı olan "kefil gölgesinde çalışma zorunluluğu"ndan (yoksa "işkencesi" mi demeli?) Türk yetkililerin devlet dairelerinde yaşanan gündelik sorunlara karşı sergiledikleri ilgisizliğe dek, yığınla kemikleşmiş sorun çekincesizce yatırılıyor masaya...

Türkiye'nin Cidde Başkonsolosluğu Ticaret Ataşesi Özkan Aydın'ın Bakan Kürşad Tüzmen'e verdiği brifingte aktardığı şu inanılmaz bilgi notu, brifingi dinleyen pek çok kişi gibi benim de dudağımı uçuklattı. "Suudi Arabistan'ın 1980 yılındaki kişi başına millî geliri Amerika Birleşik Devletleri'yle eşitti" diyor Aydın, "Yani tamı tamına 36 bin dolar. Bu rakam 2002 yılında Suudi Arabistan'da 7400 dolara kadar gerilerken, ABD'de ise 38 bin dolar düzeyine çıktı."

Suudi Arabistan'ın Körfez Savaşı'ndan sonraki ekonomik çöküşünü herhalde bundan daha güzel anlatan bir istatistik olamazdı. Nitekim, Cidde ve Riyad'da görüştüğüm pek çok Suudi vatandaşı da bu gerilemenin gündelik hayatlarında meydana getirdiği değişiklikleri çarpıcı örneklerle desteklemekteydi. Bir işadamı "Eskiden her türlü teknolojik ürünü bir süre kullanır ve hafifçe eskidiğinde de hemen atardık" diyor, "Şimdi ise ister altımızdaki otomobil, isterse de evimizdeki televizyon olsun, sahip olduğumuz bütün cihazları bozulduklarında tamir ettirmeyi öğreniyoruz!"

Eh, ABD bu, tarih boyunca kendisiyle yakın duran kim kazançlı çıkmış ki Suudiler kazansın!

Ancak, her büyük musibetin ardından eninde sonunda yine bir ışık doğuyor. 11 Eylül'den sonra Amerikan yönetimi tarafından açıkça "terorist" ilan edilen Suudi Arabistan vatandaşları, Washington yönetimine bu ilkel tavrından dolayı öfke kusuyorlar. Sözkonusu öfkenin izlerini -en zengininden en yoksuluna dek- konuşma fırsatı bulabildiğim hemen her sınıftan Arap'ta gözlemledim.

Son dönemlerde bir çok varlıklı Suudi, çoluk çocuğuyla birlikte Amerikan havalimanlarına indiğinde oradaki görevlilerin hakaretleriyle karşı karşıya kalmış ve vizesi olmasına rağmen geri gönderilmiş. Ülkeye girmeyi başaranlar ise bu kez sivil halkın tacizleriyle karşılaşmış. Bizim "parasıyla rezil olmak" diye tanımladığımız bu durumu sık sık yaşamaya başlayan Araplar da, özellikle 2002'den itibaren ABD'nin hem turistik hem de ticarî arenasından süratle çekilmeye başlamışlar.

Şimdiki bilgi yine Ataşe Özkan'dan: "Eldeki verilere göre Suudiler'in dünya üzerinde toplam 600 milyar dolarlık yatırımı var. Ve bu rakamın ABD'deki 150 milyar dolarlık bölümü 11 Eylül'den sonra ülkeyi hızla terketti. Şimdi onbinlerce Suudi yatırımcı saygı ve ilgi göreceği yeni limanlar arıyor."

Dikkat ediniz, burada sözü edilen seyyar sermaye Türkiye'nin neredeyse bütün dış borcuna karşılık gelmekte. Ancak, çok zengin bir ülke olduğumuz için (!) olsa gerek, özellikle "Ecevitli yıllar" boyunca İslâm ülkelerindeki sermaye birikimine burun kıvırmaya devam etmişiz.

Bir içten "selam"a 20 milyon dolar

Yine, Bakan Tüzmen'in liderliğinde ziyaret ettiğimiz Cidde'deki İslâm Kalkınma Bankası'nda, Türkiye'nin -kurucu üyesi ve yüzde 8 sermayedarı olduğu- bu önemli finans kurumuyla son dört-beş yıldır dişe kovuğa gelir hiç bir resmî teması olmadığını öğreniyoruz. Öyle ki, dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in atması gereken rutin bir imzayı atmaması yüzünden, Türkiye İKB ile yeni bir kredi ilişkisi dahi kuramamaktaymış. Ey 28 Şubat, sen nelere kadirsin!

Bu arada, eğer İslâm Kalkınma Bankası'nda yaşanan ikili görüşmeyi sizlere birinci elden aktarmazsam kesinlikle çatlarım! Başkan Dr. Ahmed Muhammed Ali'nin konuğu olarak bu kuruluşa gittiğimizde, kendisi Türk heyetini aynen şu cümlelerle karşıladı: "Değerli Türk dostlarımız, kendi öz bankanıza hoşgeldiniz. Bizler, uzun yıllardır ilk kez kendimizi bu denli yakın hissettiğimiz bir Türk hükümet yetkilisiyle karşılaşıyoruz. Bankamız, kardeş ülke Türkiye'yle daha yakın bir işbirliğine girmeyi öteden beri arzulamaktadır; ancak son dönemlerde Ankara'dan ne yazık ki yakınlaşma adına herhangi bir sinyal alamadık."

Toplasanız bir saati bile bulmayan bir görüşmenin sonunda, İslâm Kalkınma Bankası, batılı finans kurumlarında eşine asla rastlayamayacağınız bir faiz oranı ve geri ödeme takvimiyle Türkiye'ye ihracat finansmanında kullanılmak üzere 20 milyon dolarlık sembolik bir kredi veriyor. İKB Başkanı Dr. Ali sözkonusu rakamın yalnızca bir başlangıç olduğunu vurgularken, Türkiye'nin bunu "iyi niyetlerinin bir göstergesi" olarak kabul etmesini diliyor.

Burada küçük bir not daha ekleyelim. İKB, uluslararası kredilendirme kuruluşu Standard and Poor's'tan son değerlendirmede tam üç adet "A", yani yüksek güven puanı alan son derece güçlü bir finans örgütü.

Kral Fahd'ın sıradışı kabulu

Geleneksel protokol kurallarına göre bakan düzeyindeki yabancı konukları çoğunlukla kabul etmeyen Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz, Türk hükümetinin temsilcisi Kürşad Tüzmen için bu kuralı çiğnedi. İlerleyen hastalığına karşın Tüzmen'i 45 dakika kadar ağırlayan Kral, Ak Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın Siirt seçimlerini ezici bir zaferle kazanıp parlamentoya girdiğini de görüşmenin yapıldığı dakikalarda danışmanlarından öğrendi. Bakan aracılığıyla Erdoğan'a tebriklerini ileten Fahd, ayrıca Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve o tarihte henüz başbakanlık makamında olan Abdullah Gül'e de dostâne selamlarını gönderdi. Kral'ın, gezi öncesinde alınmış resmî bir randevu olmamasına karşın Bakan Cidde'deyken spontane biçimde gerçekleşen bu ziyaret talebini yine de kabul etmesi, Suudi tarafının Türk heyetine bir diğer önemli diplomatik jestiydi.

Tüzmen, Fahd'ın ardından ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prens Abdullah ile de görüştü ve ticarî ilişkilerin artırılması yönünde her iki liderden de destek sözü aldı.

Güç bela gerçekleştirdiğimiz Umre ziyareti

Bakan'ın Cidde'deki temasları sürerken, 8 Mart akşamı, kaldığımız otelde gazeteciler ve işadamlarından oluşan çekirdek bir grup oluşturuyoruz. Amacımız, buralara kadar gelmişken yalnızca 80 kilometre uzaktaki mûbarek diyar Mekke'ye de gidip Umre yapmak. Zamanlama çok büyük bir sorun, ancak bunu da Mekke'ye geceyarısı gitmek suretiyle aşmayı planlıyoruz.

Ekibin -aralarında benim de bulunduğum- pek çok üyesinin "İslâmî bilgi" açısından hâli tam anlamıyla içler acısı. Çoğumuz büyük bir samimiyetle Umre yapmayı istiyoruz, ancak "küçük hacc"ın kurallarını hiçbirimiz tam olarak bilmiyoruz. Bunun üzerine, gezinin organizatörü olan şirket bir otobüs tutuyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı bir Türk görevlinin refâkatinde gece 23.30 dolaylarında Mekke'ye doğru yola çıkıyoruz.

Hayatımın en duygusal anlarından biri bu. Hiç tahmin edemeyeceğim bir zamanda ve hiç hesapta yokken üzerimde ihramlarla mûbarek kente doğru ilerliyorum. Bir çok Türk işadamı sürpriz Umre gezisini duyar duymaz kafilemize katılmış durumda. Ayrıca, TRT, Anadolu Ajansı, Star gazetesi ve Hürriyet'ten de meslektaşlar var. Yüksek sesle dualar okuyarak neşe içinde otobanları katediyoruz. Kameralarımız ve fotoğraf makinelerimiz görüntü kaydedici cihazların yasak olduğu son noktaya kadar çalışıyor, ondan sonra ise bütün ekipmanlar çantalara kaldırılıyor.

Nihayet, sabaha karşı 01.00'de Mekke'deyiz. Kâbe'nin çevresi dev projektörlerle ışıl ışıl aydınlatılmış durumda. . Burası, yeryüzünün dört bir yanından gelen ziyaretçileriyle, adetâ yaşadığımız dünyanın tamamen dışında, başka bir gezegenin yüzeyiymiş gibi geliyor gözlerime. Ekibimize liderlik yapan Diyanet İşleri Başkanlığı görevlisi, son bilgileri de verdikten sonra hepimizi ardına takıyor ve Kâbe kompleksine giriyoruz.

Bu olayın kendi adıma şu küçük hayatımın en özel tecrübesi olduğunu belirtmeme hiç gerek yok sanırım. Özellikle de gecenin ışıkları altında Kâbe ile ilk karşılaşmamızı tanımlayabileceğim herhangi bir kelime bulamıyorum dağarcığımda. Allah, gönülden dileyen herkese o ânı yaşamayı nasip etsin.

Grup içindeki bütün rütbeler, sosyo-ekonomik statü gösterileri bir anda ortadan kalkıveriyor; Kâbe'nin çevresinde tavaf etmeye başladığımızda garip bir biçimde çocuklaşıyoruz. Artık zenginiyle yoksuluyla, sarısıyla, siyahıyla, beyazıyla, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkesiyle hepimiz eşitiz! Normal yaşantımda röportaj için randevu talep etsem, atılan tafralardan oldukça zor biraraya gelebileceğim bir sürü simâyla yanyana vakar içinde yürüyoruz. Kimsenin üzerinde fazladan bir kol saati, bir evlilik yüzüğü dahi yok. Yalnızca kefen benzeri iki bembeyaz havlu. Daha bir gün öncesinde heyet içinde herkesin duyabileceği bir ses tonuyla Suudi Arabistan'daki toplumsal düzenin çağdışılığından söz edip duran, "İyi ki böyle bir ülkede doğup büyümemişim" diye propaganda yapan bir bayan yöneticiye gözüm takılıyor. Sırf merakından dolayı son anda katıldığı gezide, başını ve bütün bedenini tamamen örtmüş, hipnotize olmuş gözlerle bakıyor insanlığın ilk evine.

Umre yapmak için nisbeten sakin bir gece olmasına karşın yine de yüzlerce insan var meydanda. Yanımızdan din kardeşlerimiz gelip geçiyor. Nijerya'dan, Malezya'dan, Endonezya'dan, Sudan'dan, Bangladeş'ten, Bosna'dan ve daha nice uzak diyarlardan. Tavafın ardından Hacer annemizin İsmail'ine bir yudum su bulabilmek için çektiği çileyi yâdetmek üzere Merve ve Safa tepeleri arasında "say" turlarına başlıyoruz. O sırada milliyetlerini -İngilizceyi "gargara yapar gibi" konuştukları- güneyli aksanlarından çıkardığım iki Amerikalı Müslüman da hemen yakınımda yürüyor. Bu ne garip bir iştir Ya Rabbi? İslâm dünyasının gırtlak gırtlağa gelmeye hazırlandığı bir ulusun temsilcileriyle, aynı yüce makamın rızasını kazanmak için aynı yolda yanyana yürüyoruz. Nefret yok, ırkçılık yok, önyargı yok. Yalnızca tek bir hedefe doğru yöneliş ve yoğun bir kardeşlik duygusu var. Şimdi bu insanlar savaş meydanında karşıma çıksalar, onları nasıl öldürebilirim ki?

Sözün özü, Kâbe insanın hayata bakışını ve algılarını allak bullak eden çok özel bir yer. Orada geçirdiğimiz 3-4 saat içinde ruhlarımızın arındığını ve içimizdeki henüz hiç kirlenmemiş, taptaze bir ikinci "ben"in kabuğunu yırtıp dışarı çıktığını hissediyoruz. Belki başkaları adına görüş belirtmek yanlış olabilir, ancak en azından duygularını sorduğum yolculuk arkadaşlarımın büyük bir bölümü buna benzer tanımlamalar getirmekteydiler yaşadıkları tecrübeye.

Bu arada olayın manevî boyutunu bir kenara koyup hemen belirteyim ki, Suudiler'in bu gezi sırasında görme fırsatı bulduğumuz diğer kentlerdeki imar düzeni ne denli göz kamaştırıcıysa, Mekke'de, Kâbe çevresinde uyguladıkları kentleşme modeli de o denli içler acısıydı. Güzelim mabed dünyanın en ünlü beş yıldızlı otelleri arasında daracık bir alana sıkışıp kalmış. Öyle ki Kâbe'ye giriş noktalarından biri dahi Intercontinental Oteli'nin altından geçiyordu, bizler de homurdanarak bu yolu kullandık.

Suudi yetkilileri, ne zaman Mekke'deki çarpık yapılaşma konusu açılsa derhal yüzlerini ekşitiyor ve eleştirilere "Her yıl aynı anda iki milyon insanı başka türlü nasıl konaklatabiliriz ki? Tek seçeneğimiz mevcut bütün boş alanları yüksek binaların yapılması için imara açmak" şeklinde cevap veriyorlar. Geçtiğimiz yıl Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini iyice geren "Ecyad kalesi" yıkımında da gerekçeleri buydu. Umremizi tamamlayıp dışarı çıktığımızda Ecyad'ın enkazında hâlâ devam eden hafriyat çalışmalarını uzaktan izliyoruz. Bölgede "Bin Ladin" grubu tarafından beş yıldızlı bir otel yapılacağı söyleniyor.

Doğrusu Suudiler'in bu gerekçesini yüzde yüz haklı görmeye pek imkân yok. Çünkü ben de pek çokları gibi, insanoğlunun gözbebeği olan böylesi bir mekânda konaklama ihtiyaçlarından ziyade "kutsallığın" korunmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Suudiler, henüz yıllar öncesinde dengeli bir imar politikasını benimseyip yapılaşmayı Kâbe'den bir kaç yüz metre ötede başlatsalardı, bugün Mekke bir beş yıldızlı otel tarlasına dönüşmezdi. Kentin yetkilileri şimdilik bu konuda hiç kimseye hesap vermek istemiyorlar, ancak bu çirkin manzaradan doğrudan doğruya sorumlu olanlar eninde sonunda en yüce makamın huzurunda hesap vermek zorunda kalacaklar.

"Kaçırdıklarınız Beyrut'a gidiyor"

Mesleğimiz bizlere, geride bıraktığımız yıllarda resmî üniformalar içindeki kişilerin her sözüne itibar etmemeyi fazlasıyla öğretti. Ben de bu nedenle gezimiz boyunca sık sık devlet erkânının dışındaki sivil Suudiler'le görüş alışverişinde bulunmaya gayret ediyorum. Bir Suudi işadamı, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin ticarî boyutunun yanısıra o ana dek hiç dikkatimi çekmeyen değişik bir noktaya temas ediyor. "Sırf AB ülkelerine ve ABD'ye şirin görünmek için bize vize uygulamaya başladınız" diyor Arap muhatabım. "İyi de" diyorum, "Siz Türklere yıllardır vize uyguluyordunuz. Vizede karşılıklılık diye bir kural var". Gülüyor ve şöyle devam ediyor. "Biz zaten bütün dünyaya vize uyguluyoruz. Çünkü üçüncü dünyadan ülkemize çok ciddi bir işçi akını var. Bu sirkülasyonu kontrol altında tutmazsak Suudi Arabistan'ın nüfusu bir yılda beşe katlanır. Ayrıca, siz batı baskısı olmadan önce vizede mütekabiliyet esasına hiç de itibar etmiyordunuz. Sınırlarınızda yurttaşlarımıza vize uygulanmıyordu ve pek çok Suudi dilediğinde atlayıp kolaylıkla Türkiye'ye gidiyordu. Vizeden sonra ise, bu tür bürokratik işlemlerden hiç haz etmeyen pek çok varlıklı Arap tatil yapmak için artık ailece Lübnan'a gidiyor. Şu kış sezonunda bile Lübnan'da en az 100 bin Suudi bulabilirsiniz. Oysa bu tatilcilerin çoğu şimdi Türkiye'de olabilirdi."

Doğu ülkelerini "sürgün yeri" olarak görenler

Suudi Arabistan, Körfez Savaşı'ndan sonra yaşadığı -ve yukarıda sayısal ifadesini sunduğum- büyük ekonomik yıkıma rağmen, bugün hâlâ kişi başına 7400 dolar gelire sahip bir ülke. Bu ise Türkiye'nin ulusal gelirinin neredeyse üç katına eşit bir rakam. Yani, Suudiler'in "en bitik hali" bile toplumsal refah istatistiklerinde bize üç tur bindirmiş durumda.

Burada aklıma şu ünlü "Sarıyer vak'ası" geliyor. Bir dönem İstanbul caddelerini dolduran onca varlıklı Arap ailesi bir anda nasıl da buharlaşıp yokoldu? Cevap basit: Acımasızca kazıkladık, hakaret ettik ve hepsini küstürüp geri postaladık. Son yıllarda büyük kentlerimizde, elinizde mumla arasanız, geleneksel entarileri içinde bir tek Arap turist dahi göremiyorsunuz. Gelmiyorlar, çünkü 150 milyar dolar dış borçla kendimizi hâlâ "dünyanın merkezi" olarak görmekte direniyoruz. Kendi hayat tarzımızın dışında kültürel alışkanlıklara ve farklı dış görünümlere sahip bütün yabancılara karşı önyargılı ve kabayız. Tıpkı Rusların istisnasız tamamına "fahişe" muamelesi yapıp, bu furyada kendi halindeki pek çok bavulcu aileyi kaçırdığımız gibi Arapları da kaçırdık.

Pekiyi ya, batılıların böyle durumlardaki tavrı acaba nasıl?

Daha önce ziyaret etme şansı bulduğum diğer üç önemli İslâm ülkesi, Mısır, Türkmenistan ve İran'da bunun en ibret verici örnekleriyle karşılaştım. Uluslararası ilişkilerde tarz olarak benzer bir köylülüğü paylaştığımız Amerikalılar bir kenara bırakılırsa, başta Almanlar, Fransızlar ve İngilizler olmak üzere önde gelen bütün batılı yatırımcılar, duygusal anlamda hiç bir yakınlık hissetmedikleri bu uluslarla -adına "profesyonellik" denilen ve bizim henüz yeterince nasiplenemediğimiz- bir hayat disiplini içinde ilişki kurmaktalar. Bir bakıyorsunuz, Almanya'nın Tahran büyükelçisi bir "Fars dili ve edebiyatı uzmanı" çıkıyor, eşi sırf "public relations" sanatının gerekleri adına başında bir türban ile sosyal faaliyetlerde boy gösteriyor. Bu gibi örneklerin ardından, bizim "hariciye" kültürünün geleneksel temsilcileri içinse İslâm ülkelerinin (ve Ortaasya Türk cumhuriyetlerinin) başkentlerindeki görev yılları "cehennem azabı"ndan farksız bir sürgün dönemi olarak algılanmakta. Askerlerin er defterine tezkere için habire çarpı atmaları gibi "Roma, Londra ve Paris'e atanacakları güzel günlerin" hayâliyle yaşayan kimi diplomatların, bu ülkelerde bulundukları sürelerde ne kadar verimli olabileceklerinin takdirini ise yine sizlere bırakıyorum.

Müslümanların ortak dili "İngilizce" mi?

Cidde'deki iki yoğun günün ardından geçtiğimiz başkent Riyad'da da ticarî hayatın boydan boya Amerikan bayrağıyla kaplanmış olduğunu üzüntü içinde gözlemliyorum. Manzara özellikle Suudi Arabistan pazarı ile yeni yeni tanışan işadamlarımızı bir hayli sinirlendiriyor. Hepsi de böylesine büyük ve iştahlı bir coğrafyanın iç politikadaki akıl almaz tercihler sonucunda bu denli boş bırakılmış olmasına karşı yurtseverce bir isyan sergilemekteler. Bunlar arasında sosyal demokrat çizgide insanların olması beni hiç şaşırtmıyor; çünkü aklı olanlar için aklın yolu bir. Sonuçta onlar da yıllardır nasıl bir treni kaçırdığımızın farkındalar.

Bakan Tüzmen, gezimizin son gününde yaptığı değerlendirmede, "Ben ticaret sözkonusu olduğunda yalnızca gözümle gördüğüm ve önüme konulan paraya inanırım" diyor, "Bu para da ancak ihracattan gelir. Bizi, iç piyasası henüz mal ve hizmete doymamış bölge ülkeleriyle yapacağımız uzun soluklu dış ticaret bağlantıları kurtaracaktır, sağdan soldan toplayacağımız ağır faizli krediler değil!"

Bakan, ayrıntılarını aşağıda bulacağınız yoğun bir görüşme trafiği içinde, iki ülke arasında yıllardır tam anlamıyla soğumaya bırakılmış olan ilişkileri biraz olsun canlandırmaya çalışırken, ben gezimizin dördüncü gününde bir kez daha hayatın içine, Riyad sokaklarına karışıyorum. Amacım biraz fotoğraf çekip, hatıra olarak bir de Suudi kefiyesi satın almak.

Turistik eşyalar satan genç bir satıcıyla ayak üstü sohbet ediyoruz. Şuurlu birine benziyor. Kefiyelerin kırmızılı beyazlı kumaşlarının Suudi malı olup olmadığını sorduğumda, "Ne gezer" diyor, "İngiltere'den geliyorlar!" Ardından "Neredensin?" diye soruyor. "İstanbul" deyince de günlerdir kulağımda çınlayan şu sözleri söylüyor. "Görüyor musun birader, seninle Arapça ya da Türkçe anlaşamıyoruz. Yüzyıllarca birarada yaşadıktan sonra anlaşabilmek için İngilizce konuşmaya ihtiyacımız var!"

"Direncinizi umutla izliyoruz"

Dinlenmeye ne zaman fırsat bulduğunu bir türlü anlayamadığım Bakan Tüzmen Ortadoğu'nun en önemli Arap liderleriyle ardı ardına toplantılara girerken, biz gazetecilerin görüşmelere alınmadığı küçük boşluklarda, ziyaret ettiğimiz iki büyük kentin -Cidde ve Riyad- arka mahallelerine açılıp, "sokaktaki insan"ın nabzını biraz olsun tutmaya çalıştım. Bu süreçte yeni yeni insanlarla tanıştıkça, hafıza kayıtlarımdaki ikinci büyük Türk efsanesi olan "Araplar mankafadır, hiç bir şeyden anlamazlar" şeklindeki önyargının da ardarda ciddi yaralar aldığını vurgulamak siterim.

Karmaşık global meseleleri yerkürenin hangi ülkesinde gidip bir "mankafa"ya danışırsanız, size dişe kovuğa gelir bir cevap veremeyeceğiı aşikârdır. Ancak, Hilton'un resepsiyonundaki -annesi Türk, babası Lübnanlı- Ömer'den, karşılıklı nargile fokurdadıp Sudan çayı içtiğimiz kahveci Muhammed'e, taksi şoförü Kâsım'dan kebapçı Süleyman'a dek muhabbet etme fırsatı bulduğum düzinelerce genç kuşak Suudi, bana "emperyalizm" illetini yorumlayışları açısından hiç de boş gelmediler doğrusu...

Bu insanların tümü, yaşadıkları ülkedeki sistemin ne kadar "İslâm", ne kadar "mutlâkiyet" olduğunu gayet doğru tartabildikleri gibi, Türkiye'nin "Irak'ı yok etme operasyonu"ndaki kritik rolünü de büyük bir dikkatle izliyorlardı. Çünkü ülkedeki televizyon ve yazılı basın haberciliği ne denli tek taraflı olursa olsun, özgürlük sevdalılarının ellerinde zaptedilemeyen iki tehlikeli silah bulunmakta artık. Bunlardan birincisi "internet", ikincisi ise "çanak antenler"...

Özellikle kahveci Muhammed'in şu sözlerini sigara paketinin üzerine özenle not ediyorum: "İstanbullu kardeş" diyor Arap dostum, "Önceden siyonizmin oyunlarına çok daha kolay teslim oluyordunuz. Bu da bizleri büyük hayâl kırıklığına sürüklüyordu. Son zamanlarda ise mümkün olduğunca direndiğinizi görüyoruz. Hem de bütün Arap lidenlerinden daha çok! Fazla şansınız olmadığının da farkındayız. Ekonominiz sizi zorluyor. Ancak, Türkiye şu ana kadar elinden geleni yaptı. Bundan sonrasını ise ancak Allah bilir!"

Konuştuğum "sıradan" Araplar'ın çoğunun Türkiye'deki "savaşa hayır" mitinglerinden, kamuoyunun bu konudaki duyarlılıklarından ve ilk tezkerenin Meclis'teki reddinden haberleri vardı. Bir köşebaşı kahvesinde millete nargile taşıyıp duran o gariban Arap, bazı "seçkin ortamlarda" tanıştığımız ve bizlere "tek geçerli yolun Sam Amca'nın kucağına oturmak olduğunu" hararetle savunan kimi anlı şanlı diplomatik misyon temsilcilerimizden çok daha doğru okuyordu ülkemizde olup bitenleri.

Ve hiç kuşkusuz ki bu açıdan çok daha yakınımda duruyordu.

Bir gün devran dönecek inşaallah...

Velhasıl kelam, İstanbul'dan 3 saat 15 dakika uzaklıkta durum aynen böyle. Sizlere en önemli gördüğüm konu başlıklarıyla aktarmaya çalıştığım bu hızlandırılmış gezi, bana tarihsel arka bahçemizdeki akrabalarımızı birilerinin dolduruşuyla hatıra defterlerimizden nasıl sorgusuzca sildiğimizi ve bu yolla koskoca bir kültürel mirası nasıl ziyan ettiğimizi bir kez daha gösterdi. 11 Mart 2003 Salı... Yeniden THY uçağındayız. Charter seferinin hostesleri "geleneksel Türk konukseverliği"nden olsa gerek, bazı yolcularla son derece sulu diyaloglar içindeler. Özellikle zıpırlık peşindeki kimi genç işadamları, hostes kızlarımıza ilan-ı aşk ediyor, ardından da evlenme teklifleri havalarda uçuşuyor. Kabin görevlilerimizin keyifleri pek yerinde, bir tanesi utandığını belli etmek için âni bir atakla kendisine evlenme teklif eden gencin ağzını kapatıyor. Oysa, ikisi birbirlerini göreli henüz yarım saat olmadı bile. Anlayacağınız ortam çocuk bahçesi gibi. Bu kadar sıcaklığı ve samimiyeti (!) ne Lufthansa'da, ne SAS'ta, ne de Air France'da bulursunuz. Yazı dizimizin en başında da belirttiğim gibi, THY bambaşka canım! Bana gelince... Çılgın kalabalıklardan epeyce uzaklaşmış bir hâlde, Peygamberimizin ülkesinden içim acıyarak dönüyorum.


Gezi:Ali Murat Güven - 2003 Yenişafak.
mico_tasarım