Safranbolu

SafranboluSafranbolu ya da Dünyada Mekan...
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Görmek mi daha çok şey kazandırır, hayal etmek mi? Alın işte. İnsana fenalık getiren sorulardan bir kaçı. Gezmek ve okumak, görmek ve hayal etmek birbirinden ayrılabilir mi? Ayrılamaz. Ama illaki bir tercih yapmak gerekirse çoğunuzun "çok gezmek"e göz kırptığınızı biliyorum. Gezmek, görmek bunlar bizim genlerimize, kültürümüze daha uygun. Biz leyleği havada görmüş bir milletiz. "Yolda olmak" deyimi bizden doğan ve yine bizi en iyi anlatan söz değil mi?

Yolculuk Başlıyor

Safranbolu'ya... Orada evler vardı, işte o kadar biliyordum. Otobüste akranlarımızın neşeli kahkahaları, sohbetleri arasında bir-iki satır bir şey okumaya gayret ettim, ama nafile. Kendimi yola verdim. Uzayıp giden yol, ağaçlar, gittikçe ağırlaşan zaman...
"Safranbolu'ya girdik" anonsuyla beraber hemen toparlanıp, etrafa baktım. Önce inanılmaz bir şaşkınlık. Son derece çirkin, çoğu tam bitirilmemiş beton binalar, derme çatma dükkanlar, sokak satıcıları ile bildik bir taşra kasabasıydı burası. Güzel binalardan, küçük, dar, taş sokaklardan hiç iz yoktu neredeyse. Derken bizi gezdirecek olan kafile başkanının açıklamaları imdadımıza yetişti. Burası "Yeni Safranbolu" idi. Safranbolu halkından zengin olanlar, kendi evlerini bırakıp buraya taşınmışlardı. Bu hiçbir özelliği olmayan apartmanların işgal ettiği yere... Hepimizin yüzünden hoşnutsuzluk okunuyor olmalı ki; kafile başkanı burasının eski Safranbolu'dan çok farklı olduğun ısrarla sözlerine ekledi. Gerçek Safranbolu uzaktan göründüğündeyse, adeta şimdiki hayattan kopup, eski bir medeniyete ayak basıyormuşuz hissi ve buna eşlik eden heyecan kulağımıza, burada göreceklerimizin güzel evlerden çok daha fazla olacağını fısıldıyordu.

Kulağımızda Dua Fısıltıları...
Bizi evvela şehri şöyle yüksekçe bir yerden görmemiz için bir tepeye çıkardılar. Hava inanılmaz sıcaktı. Oysa Safranbolu'nun çok uzun süren sonbahar ve ilkbaharı ile ünlendiğini biliyorduk. Yılın büyük çoğunluğu o hafif serin bahar havaları ile geçiyordu. O dönemi kaçırdığıma hayıflanarak etrafa bir göz gezdirdim. Kent uzaktan ne kadar düzenli görünüyordu. Bir yandan tüm şehire göz gezdirip, diğer yandan anlatılanları dinliyorum. Sırasıyla Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler, Helenistik krallıklar, Romalılar, Selçuklular ve nihayet Osmanlıların egemen olduğu Safranbolu'da yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi olduğunu öğreniyorum kafile başkanımızdan. Bizi hayran bırakan düzenli görünüşün bir tesadüf olmadığını, tüm evlerin kendilerine göre daha merkezi konumdaki kamu binalarına, dini yapılara ve anıt eserlere dönük olduğunu, hangi evden bakılırsa bakılsın, manzaranın kapanmadığını ve hiçbir evin, bir diğerinin önüne geçmediğini öğrenmek hayranlığımızı bir kat daha artırıyor. Birçok Anadolu kentinde olduğu gibi Safranbolu'da iki yerleşim biriminden oluşmuş. Çarşı ve Bağlar... Çarşı, kışın oturulan, dükkanların, kamu binalarının, dahası şehrin olduğu kısım. Bağlar ise birkaç yüz metre daha yüksekte, hava akımlarına açık ve daha geniş bir arazi üzerine kurulmuş, yazlık evlerin olduğu kesim. Medeniyetin gereklerine uygun olarak mevsimleri rahat geçirecekleri farklı evler edinmiş insanlar.
Hıdırlık tepesinden şehir iki katlı ahşap evleri, ağaçları, daha arkalarda ormanları, hanı, hamamı, camileri, dar sokakları ve sakinliği ile yaşanmaya değer derken, bulunduğumuz tepenin aslında açık bir namazgah olduğunu öğreniyorum. Arkamızdaki taş namazgah mihrabları bunu doğruluyor. Bayramlarda bütün kent buraya toplanır, toplu halde bayram namazı kılarmış.
Safranbolu, tarih boyunca en çok şehit veren beldeler arasında sayılıyor. Savaşlara çocuklarını yollarken yine bu tepede toplanırmış Safranbolu halkı. Namaz kılar, dualar eder, tekbir sesleri arasında çocuklar buradan uğurlanırmış. Yavaş yavaş viraneye dönen, yosunlanmış mihrablara ve ayaklarımın altında, binlerce alnın secde ettiği toprağa bakıyorum. "Her şey ne olursa olsun canlı" diyorum. Uzaktan uzağa duyuyorum sanki; dua fısıltıları, tekbir seslerine, coşkulu bayramlaşma dilekleri, çocuklarını belki ölmeye gönderen annelerin ağlamalarına karışıyor.

Sürgün Memleket Safranbolu
Tepeden aşağıya doğru, şehre iniyoruz. Şehrin hemen hemen ortasına düşen oldukça büyük, ihtişamlı bir han var. Halen restorasyonu devam eden bu han, zamanında çok önemli bir işleve sahipmiş. Çünkü
gezi_safranbolu_2
17.yy.'da İstanbul-Bolu-Amasya-Tokat-Sivas kervanyolunu Sinop'a bağlayan yol, Gerede-Safranbolu güzergahını izlemekteymiş. Cinci hoca adlı, sarayda da görev almış, son derece saygı duyulan bir zatın adıyla anılan Cinci Hanı, ipek yolunun da üzerinde bulunuyor aynı zamanda. Yolcular ve hayvanları bu handa hiç karşılık sorulmaksızın üç gün üç gece kalırlarmış. 350 yıllık bir maziye sahip bu han, bu topraklardaki medeniyetlerin bir zamanki gücünü gözler önüne seriyor. Dar, ama huzurlu sokaklarda yürürken gördüğümüz her evin bir diğerinden daha güzel olduğunu fark ediyorum. Camiler özellikle sert kayaların üzerine bina edilmiş. En önemli camilerden birisi Köprülü Mehmet Paşa cami. Safranbolu, İstanbul'un "arka bahçe"si olarak biliniyormuş, zira bir paşa saraydan, dolayısıyla İstanbul'dan uzaklaştırılmak istenirse, hemen Safranbolu'ya gönderilirmiş. Köprülü Mehmet Paşa da uzun sadrazamlık hayatında bu sürgün hikayesinden nasibini almış elbette. Safranbolu'ya gönderilmiş. Sürgün edildiğine çok üzülmüş olmalı ki, "eğer buradan kurtulup, tekrar İstanbul'a dönebilirsem, aht olsun, buraya bir cami yaptıracağım" demiş ve sözünü tutmuş. İşte Köprülü Mehmet Paşa cami bu cami. Öyküsü daha da ilginç olan bir diğer cami de Kaçakçı cami. Hikaye şöyle; Safranbolu'nun yerlilerinden olan bir kadın hacca giderken, "eğer dönmezsem, mal varlığımla bir cami yaptırılsın" diye vasiyet etmiş. O zamanın şartları oldukça ağır. Nasıl olduysa kadıncağızın öldüğü haberi gelmiş ve hemen caminin yapımına başlanmış. Yaklaşık 15 gün sonra haberin yanlış olduğu anlaşılmış, ama camiyi yarım bırakmak istemeyenler, kadın hacdan dönene kadar camiyi bitirmişler. O yüzden caminin adı Kaçakçı cami olarak kalmış. Ne şekilde yapıldıkları, isimlerini nasıl aldıkları bir yana, tüm camiler gibi, avlularında ya da cami içlerinde hararetimizi ve yorgunluğumuzu aldılar ve ruhumuzu sükunete yaklaştırdılar.

Sokağı Eve Getiren Pencereler
Öğleden sonra tüm dikkatimizi evlere veriyoruz. Akla ve insana dönük olarak, fonksiyonel bir biçimde tasarlanan evlerin yapımında taş, kerpiç, ahşap ve alaturka kiremit kullanılmış. Mübadeleye kadar burada çok sayıda Rum yaşıyormuş. Evlerin taş kısımları, taş işçiliğinde son derece güçlü olan Rumların elinden çıkmış. Kıymet biçilemeyen ahşap oyma işler ise Türklerin. Su arada geniş bahçeler içine inşa edilen evlerin saçak köşelerine uğur getirmesi için geyik boynuzu asılmasının bir gelenek olduğunu öğreniyorum. Öte yandan evlerin saçağa yakın köşelerinde, sokaktan görülecek yüzeylerinde ya da sofa çıkmalarının alınlıklarında Arap harfleri ile yazılmış bazı dualar ve bazen evin yapılış tarih yazılı. Genellikle barok tür çerçeve içinde ibrik, sürahi, vazo, kandil, armut benzeri yapılar içine "Maaşallah", "maşalla u kane", "ya hafız" yazıları olduğunu da kitabi bilgi olarak dinliyorum. Evlerin çift kanatlı kocaman kapıları var. Her kapı üzerinde büyük kilitlere, kilitlerin yanında halkalara, kapının çalınması için demir "şakşak" ve mandal düzeneğine rastlanıyor. Yabancılar evi şakşakla çalarlarmış. Komşu kadınların kapı çalmada demir halkaları kullanma alışkanlıkları ise gelenin kim olduğunu anlamayı kolaylaştırır şekilde kodluymuş. Ev içleri sizi hemen ferahlatıyor. Alışık olduğumuz ev tipinden çok uzak bir plan ile karşı karşıya olduğumuzu hemen anlıyoruz. Hiç umulmadık yerlerden kapılar açılıyor. En fazla, küçücük bir koridora açılacağınızı sandığınız bir aralıktan, geniş odalar, büyük sofalar karşınıza çıkıyor. Alt kat selamlık olarak kullanılıyor. Harem diye nitelenen üst katlara göre bir hayli sönük. Son kat Safranbolu evinde mükemmelliğe varılan son nokta denilebilir. Her şey çoğunluk evden çıkmayan hanımların rahatına göre düzenlenmiş. Odalara sekiz kenarlı bir çokgenden oluşan sofanın, daha kısa olan dört çapraz kenarından açılan kapılardan giriliyor. Odaların giriş kapıları köşelerde ve giriş kapılarında oda ile doğrudan teması kesen özel ahşap paravana düzeni bulunuyor. Sofalar ve odaların tavanları ahşap süslemelerle kaplı. Özellikle misafir odalarının tavanındaki işlemeler muhteşem. Gülümseyerek burada kalan misafirleri tüm gece tavanı seyretme zevkinden dolayı uyku tutmuyordu herhalde diye düşünüyorum. Her odada sedir düzenine, çoğu zaman ocaklara rastlamak mümkün. Oda yan duvarlarında ahşap dolaplar ve sergen yer alıyor. Sofalarda, eyvanlarda ve odalarda zaman zaman kalemişi süslemelere rastlanıyor. Pencereler çok özel biçimde tasarlanmış. Dar ve uzun. Ahşap kanatlı olan bu pencerelerdeki kafeslere "muşabak" deniliyor. Bazı büyük odaların bir cephesinde dört, diğer cephesinde dört olmak üzere sekiz penceresi var. Safranbolu evindeki çıkmalar, sedirde oturup dışarıya bakan kimsenin sokağı baştan başa görmesini sağlıyor.

Havuz Başında Çay
Müzeye dönüştürülen bu ferah evden çıkıyoruz. Karşımda çok daha eski olduğunu tahmin ettiğim restore edilmemiş bir başka ev var. Kapısında da ihtiyar bir teyze. Hemen resmini çekiyorum. Sonra da biraz sohbet etmek umuduyla yanına gidiyorum. Selam veriyorum."-Teyzecim bu ev senin mi?"
Teyze hararetle anlatmaya girişiyor. On yıldır bir tansiyon rahatsızlığı yüzünden gözleri görmüyormuş. Bu evi kalabalık olan ailesi ile oturmak için almış. Ama ailesi onunla oturmak istememiş. Evin çok büyük olduğundan, ona tek başlarına bakamadıklarından yakındı biraz. Dinledikçe içim burkuldu. "Gün gittikçe kararıyor" diye mırıldandım. Hüzünle veda ettim ona.
gezi_safranbolu_3
Alışveriş için bizi serbest bıraktıklarını öğrendiğimde, avare avare, kozalakları tekmeleyerek sokaklarda dolaşmaya başladım ben de. Tüm dükkanlar yerli ve yabancı turistler için hazırlanmıştı. Sokak aralarında, güzelim evlerin bahçeleri, artık cafe-bar olarak hizmet veriyordu. Restore edilmiş bir çok ev, otel olarak kullanılmaktaydı. Kederim biraz daha arttı. Demek modernizmin yılan gibi sokulmayacağı hiçbir yer yoktu. Demek, geçmişten bir hava yakalamaya çalıştığımız bu toprakta bile, bize, şehir hayatıyla zehirleyecek bir damar mutlaka vardı. Ya da biz içimizde taşıyorduk bu damarı. İşte buraya kadar getirmiştik.
En son havuzlu konağa gidiyoruz. Yorgunluğumuzu atıp bir çay içmek için. Geniş bir salon, tam ortasında derinliği bir metreyi aşan bir havuz var. Havuz başında, üzerinde "Allah" lafzı yazan bir çeşme görüyorum. Etrafında oturup çaylarımızı yudumluyoruz. Sohbet sırasında Safranbolu adının safran bitkisinden geldiğini öğreniyorum. Kendi ağırlığının yüz bin katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilen bir bitkiymiş bu. Ayrıca kimya sanayiinde ve baharat yapımında da kullanılıyor. Son derece güzel olan bu bitkinin yetiştiği ender yerlerden birisi Safranbolu.
Sonra Safranbolu'nun mutfağından söz ediyoruz. Öğlen yediğimiz Kuyu Kebabının tadı damaklarımızda. Ünlü yemekleri arasında Bütünet yamağı, Koruklu etli bamya, Su böreği, Yayım (erişte), Makarna, Perohi (mantı), Borana, Haluşka, Höşmerim sayılabilir.

Cüzzamlılar Hastanesi
Ayrılırken yorgun, ama mutluyuz. 300 yıllık saat kulesine son kez dönüp bakıyorum. Şehrin hafif dışında, şimdilerde meslek lisesi olarak kullanıma hazırlanan bu esrarengiz binaya bakıyorum. Cüzzamlılar hastanesi. İsmi ne kadar soğuk, ama gizemli. Bina biraz uzakta, ama güzel. Dikkat edince, pencerelerinden uzanan hasta başlar görür gibi oluyorum. Bu bina bizi uğurluyor. Gittikçe, daha çok turistlerin olan şehre veda ediyor, tekrar yola dönüyorum. Gördüğüm her şeyi, "bir gün kaybolursa" korkusuyla hafızama, nakşediyorum.

Gezi:Sümeyye ÖZTÜRK


Anadolu Gençlik - sayı 30 - Ağustos 2002 alıntılanmıştır.
mico_tasarım