ÇİNDEN BANA KALANLAR

gezi_cin1Çölün rengi gün yükseldikçe göz alıyordu. Tren düz, dümdüz ilerliyordu. Sarı kumların üstünde çalılar çırpınıyordu. Bir de tepecikler vardı çöle eğim veren, ara ara. Her istasyonda iki-üç baraka karşılıyordu treni. Ve elinde turuncu sopalı adam...
Rüzgar bir savruldu mu, kumlar hortumlaşıyordu, küçük küçük. Bir sürüngen koşuyordu, çalının birinden diğerine, telaşla. Aklıma evimizin bahçesindeki koccaman ağacın tepesinden sapır sapır dökülen kertenkeleler geldi. Sırf bu yüzden o ağacın altında duramayışım...

Kompartmanın üst yataklarından birine uzanarak bakıyordum dışarı; "Manzara değişse de, gözlerim şenlense" diyordum. İç Moğolistan'a kadar böyleydi hep. Çöl, kum, kuru çalılar ve birkaç baraka.
Sonra kum toprağa bıraktı yerini. Yeşermeye başladı toprak. Ve ağaçlanmaya... Ve sular akmaya küçük derelerde... Ekilmiş tarlalar bile vardı. Çin'e yaklaştıkça ağaçlar yükseliyordu. Bir yandan fotoğraflıyordum her şeyi, bir yandan yazıyordum aklıma. Bir de günlüğüme...
Dev yarıkların dağlara doğru uzanması "Ergenekon"u anımsattı. Dev yarıklardan çıkmak zor görünüyordu bulunduğum yerden. Moğolistan'dan İç Moğolistan'a geçerken durdu tren. Evler vardı, insanlar vardı. Birşeyler satıyorlardı. Bize bakıyorlardı... Biz de onlara bakıyorduk. İçimizde gözlerimize ve de sözlerimize yansıyan bir sevinç vardı. Nedenini onlar nereden bilebilirlerdi ki, biz bilirdik ancak. İki kişiydik. Ben ve o. Bir sırt çantamız vardı taşıdığımız. Bir de kendimiz...

Çin sınırında
Tren durdu. Resmi giyimli adamlar, resmi giyimli kadınlar geldi. Bir şeyler sordular. Anlamadık. Yine sordular. Yine anlamadık. Birileri birilerini çağırdı sonra. Birilerinin çağırdığı birileri geldi yanımıza. İngilizce, "İngilizce biliyor musunuz?" diye sordu birileri bize. "Biliyoruz" dedik o birilerine. Ellerinde pasaportlarımız vardı. Bir pasaportlarımıza baktılar, bir bize. Bir bize baktılar, bir birbirlerine. "Siz Türk müsünüz?" diye sordular sonra. "Evet" dedik, "Biz Türküz."
Birileri birilerine seslendi tekrar. Trende ne kadar birileri varsa resmi giyimli, yanımıza geldi. Konuştular, konuştular... Bize baktılar, bir de pasaportlarımıza. Bir bize baktılar, bir birbirlerine... "Türk!", "Türk!" diye bağırdılar sonra. Çantalarımızı açtı birilerinden bazıları. İçinde ne var, ne yok döktüler. Bir bir açtılar. Evirdiler, çevirdiler, uzun uzun baktılar...
"Türk" dediler sonra. Onları seyrettik biz de uzun uzun. "Niye geldiniz?" diye sordular. "Gezmeye" dedik, "Görmeye", "Öğrenmeye", "Anlamaya", "Tanımaya", "Sevmeye" dedik... Pasaportlarımızı verdi birileri. Birileri, "Hoşgeldiniz" dedi. Birileri, ardına baka baka uzaklaştı. Birileri korkmuş gibiydi. Kontrol bitti. Tren hareket etti. Sevindik. İçimizde bir heyecan vardı, yeni yerler görecektik. Yeni toprakların kokusu dolacaktı içimize. Ama trenin dev bir binaya girdiğini farkettik. Vagonları yavaş yavaş havaya kaldırdılar. Şaşırdık. Hiç böyle bir şey görmemiştik. Neden vagonlar kaldırılırdı ki havaya!

Demiryolları bile farklı
Tekerleri kaldırdılar raylardan bir kenara koydular. Başka tekerleri getirip raylara yerleştirdiler. Vagonlar indi yavaş yavaş geri. İşte o zaman anladık. Moğolistan'ın rayları dardı, Çin'in rayları geniş. Bizim tren bu rayların içine düşerdi. Düşmesin diye trenimiz, uğraştı insanlar.
Dolar mı?... O da ne?
Dışarıda ise meyve satan köylüler vardı. Meyveyi özlemiştik çok. Meyveler bizi özlemiş miydi, anlayamadık. Tarttık. Meyvemiz olacaktı. Ama bir şeyi unuttuk. Paramız yoktu. Elimizdeki para orada geçmiyordu. Demek her yerde para, para değildi. Her yerde dolar, para değildi demek.
"Dolar bu" dedik; "Alın!"...
"Aman aman" dediler.
gezi_cin2Kaptılar meyvelerimizi elimizden. Birbirimize baktık, ben ve o. Şaşırdık. "İstemeyiz dolar" dediler. Ceplerimizi karıştırdık. Tugruk çıktı. Moğol parası Tugruk. Uzattık, "Bunları alın madem. İç Moğolistan ya burası." Paraları aldılar. Evirdiler, çevirdiler. Bir bize baktılar, bir birbirlerine baktılar. Bir meyvelere baktılar, bir bize baktılar. Meyveler bize baktı mı, anlayamadık. Kabul ettiler. Verdiler bize meyvelerimizi. Sevindik. Şaşkınlığımız geçmiş, gülüyorduk şimdi olanlara. Neden gülüyorduk! Onlar gayet ciddiydiler. Gülmeyi unutmuş gibiydiler üstelik. Ve... Yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik. Geceydi artık. Işıkların olmadğı yerde bir şey göremiyorduk.

Çin Seddi sarmış her yeri
Çin bizi bereketle karşılıyordu. Tepeler penceremizden görünmeye başladı, tepeler dağlara dönüştü. Orman, sıkı, sımsıkıydı. Ağaçlar dev gibiydi. Göğe uzanıyordu başları. Şehirler geçtik. Şehirlerde insanlar vardı. Bisiklet vardı. Bisikletlere binenler vardı. Bir sürü. yeni ve değişik şey vardı. Ama neden insanlar aynı renk elbise ve aynı model ayakkabı giymeyi tercih ediyordu acaba? Önce anlayamadık. Sonra anlayamadığımız şeyi, neden anlayamadığımızı yavaş yavaş anlamaya başladık. Çin'de olmayı henüz idrak edememiştik. Çin dünyasının bir başka dünya olduğunu henüz farkedememiştik.

Bilmek ve yaşamak!
İşte o zaman görmek ile bilmek arasında büyük ayrılıklar olduğuna, bilginin görmekle tamamlandığına, görmeden bilginin edinilmiş eksiklikler olduğuna inandık. Yaşayarak inanmak buydu demek. Ya inanarak yaşamak! O nasıl bir şeydi!
Biz mi büyülenmiştik, yoksa gerçek bir büyü müydü içinde bulunduğumuz ortam, ayırdına varamadık. Şehirler geçtik. İstasyonun birinde indik trenden. Bir büfeye yanaştık. El kol hareketleriyle "Su"yu anlatmaya çalıştık. Nasıl anlatılırdı ki su, el kol hareketleriyle, bilmiyorduk. Anlatamadık. Gördük, sonunda işaret ettik. "Su" dedik sevinçle, çölde kalmış susuzların sevinciyle neredeyse. Yine aynı sorun vardı şimdi.
Para! Bu sorunu unutmuştuk işte. O kadar çaba sonunda, bulmuşken suyumuzu alamadan geri mi dönecektik? Olmazdı ki! Nasıl olurdu ya! Nasıl olurdu! Ben ve o birbirimize baktık. Cebimizden dolar çıkardık yine. Büfedeki iki genç kızın gözleri yuvalarından fırladı neredeyse. Suyu kaptıkları gibi pencereyi kapattılar yüzümüze. Artık bir suyumuz yoktu. Elimizde korkunç bir şey tuttuğumuzu düşünmeye başladık haliyle. Dolar mıydı onları bu kadar ürküten? Ama niye? Dünyanın dolarsız iş yapamadığı şu zamanda, dolar ne yapmıştı ki onlara? Anlayamadık. Dahası düşünemedik. Demek hâlâ Çin'de olduğumuzun idrakinde değildik. Bulutlardan mı bakıyorduk ne? Döndük, bindik trenimize. Lokanta bölümüne geçtik. Lokanta Moğolistan-Çin sınırında değişmişti. Moğol lokantası, yerini Çin lokantasına bırakmıştı. Bir köşede oturan bir adam gözümüze çarptı şiddetle. Darbe yer gibi olduk. Dolar alıyor, yen veriyordu. Koştuk. "Al, al" dedik. "Bizim dolarımızı da al." Adam bizim neden bu kadar heyecanlandığımızı, dolar taşımanın insana ne zorluklar yaşatabileceğini nereden bilecekti ki! Bilemedi. Bilemezdi de...

Başkent farkı; çeşitlilik, renklilik
Artık tren Pekin evlerinin arasından kayıyordu. Binalar yükselmeye başladı sonra. Yükselen binalarla biz de yükseldik sanki. Hayat renklendi. Elbiseler, ayakkabılar modellendi. Başkent ayrıcalığı mıydı bu! Anlayamadık. Ve tren son durakta bizi indirdi. Çantasını alan bir yön seçti kendine. Biz de aldık çantalarımızı. Bakındık sağa sola. Herkesin gidecek bir yeri vardı. Biz de önümüzde duran istasyon binasına yöneldik. Kalabalıktı. Gelen geçen çoktu. Gelen geçene çarpan çoktu. Biz de çarptık mecburen. Biz de gelen
geçenden biri olduk mecburen. Kalabalıktı. Koşanlar vardı. Yürüyenler vardı. Duranlar vardı. Telefon aradık önce. Nasıl telefon edilirdi ki bu ülkede. Bir harita satıyordu adamın biri. Pekin haritası... Pekin yol haritası... Pekin gezi haritası... Aldık bir tane.

Pekin meydanında...

Yorulduk. Kaldırımın birine oturduk herkes gibi. Herkes birilerini bekliyor gibiydi. Biz de birilerini bekliyor gibi yaptık. Oturanlar bizimle konuşuyordu. Evet, evet bu insanlar konuşmayı çok seviyordu. Biz de dinlemeyi gezi_cin3sevmeye başladık. Sevmeyince bir şeyi, çok zor oluyor katlanmak. Sevdik... Baktık ki, sevince; anlamadığımız insanları da sevmeye başlamıştık. Çince bilmesek de onlar konuştu, Çince bilmesek de biz dinledik. Onlar güldü. Biz de güldük. Onlar sustu. Biz zaten susuyorduk. Ve bir saat geçti. Beklediğimiz ama tanımadığımız, sadece adını bildiğimiz çıktı geldi.
"Merhaba" dedi. "Merhaba" dedik.
Sonunda anladığımız biri vardı yanımızda. Sevindik.
Bisiklet ve Çin sefası
Çıktık yola, ben ve o. Caddeye kadar yürüdük. İnsanlar vardı yürüyen, insanlar vardı bisiklete binen. İnsanlar vardı, bir şekilde bir yerlere giden. Durduk. Baktık... baktık... baktık... Pekin böyle yaya gezilecek yer değildi. Olamazdı da. Aylara sığdıramazdık yoksa bu geziyi. Bizim aylarımız da yoktu bu iş için.
Ben ve o birer bisiklet aldık. Elimizde Pekin yol haritası. Önce evimizin olduğu yeri işaretledik. Ve vurduk yollara. Yollar öyle genişti ki, yollar bisiklet yolu. Yollar dümdüz. Yollar kalabalık. Yollar düzenli. Biz yolları da sevdik. Önünden geçtiğimiz her binaya baktık. Her parkta konakladık. Her yeşili kokladık, içimize çektik doya doya. Daldıkça içine daha bir çözmek istedik Pekin'i. Daha bir anlamak insanları... Caddelerden ara yollara saptık. Ara yollarda kıvrıla kıvrıla gezindik. Ağaçlar bize gölge oldu. Bazen ağaçlar yolumuza çıktı fırtınadan devrilmiş olarak. Yağmura tutulduk. Herkes kaçarken yağmurdan biz üstüne üstüne gittik yağmurun. O bizi ıslattı. Yollar boşaldı. Bir biz kaldık. Bir de arabalar. İnsanlar kuytulara çekildi. Bisikletler durdu. Biz durmadık. Biz inmedik. Dizimize kadar suya battık. Suda bisiklet sürmenin ne zor olduğunu anladık. Yılmadık. Güle oynaya sulara daldık bisikletimizle. İnsanlar bize baktı. Biz insanlara bakmadık. Mutluyduk. Gerisi boştu. Pekin bize yağmurla eşlik etmek istiyordu, biz de izin verdik. Islandık. İliklerimize kadar ıslandık. Artık üzerimizdekileri taşıyamaz olmuştuk. Ağır gelmeye başlamıştı her şey. Boşverdik. Devam ettik kaymaya yollarda. Güneş çıktı. Bulutlar çekildi. Açıldı gökyüzü. İnsanlar geri döndüler hayatın hızına. Çevremizde gidenler çoğaldı. Bize bakanlar çoğaldı. Biz ıslaktık, onlar kuru. Güldüler halimize, biz de güldük. Hayata güldük, hayatın getirdiklerine güldük, hayatın sürprizlerine güldük.

Sanırım herkes görmek istediği şeyi görüyordu. Sanırım herkes bilmek istediği şeyi biliyordu. Gerçekler her ne olursa olsun... Yine de bakış açısına göre gerçekler değişmiyordu. Tarih yazmıştı bir kenara bu gerçekleri.

Okumayı bilen için...
Dediler ki, "Bu set insan etiyle yapıldı.' Şaşırdık. "Nasıl yani?" dedik. Kim bilir kaç kişi can vermişti seddin yapımında? Kim bilir kaç kişi... Her ölü beden taşların arasına yerleştirilirmiş. Bir ölü, iki ölü, üç ölü..İnsan elinden çıkma set, insan bedeninden de parçalar almıştı. İşte böyleydi hayat.
Onlar çocuk oyunlarında bir gün dev Çin Seddine taş olacaklarını nereden bilebilirlerdi! Şaşkınlığımızı yendik. Bu fikre de alışmıştık belki. Her şeye alıştığımız gibi. Alışmak hiç de zor değildi aslında, kötü olduğu kadar. Bir müzeye uğradık sonra. Müze sahnelerden oluşuyordu. Savaş sahneleri. Ölüm sahneleri. Ağlayan annelerin sahneleri. Vesaire vesaire... Onlarca sahne karanlığın içindeyken bir adımla aydınlanıveriyordu. Belki sahneleri dehşet kılan da buydu. Koridorda giderken puslu ışık altında aniden bir sahne çıkıyordu ortaya. Ürkütüyordu. Etkiliyordu. Yine acı saplanıyordu içimize. Fena olduk. Seyrettik de bir yandan yürürken.
Karşımıza kral çıktı. Tahtında oturuyordu. İki kadın yelpaze ile serinletmeye çalışıyordu kralı, iki yanında. gezi_cin4Askerler vardı karşısında, dimdik duran. Gittik yanlarına. Ellerine baktım. Elbiselerine baktım. Tırnaklarına baktım. Bir de gözlerine... Tuhaf bir şeyler hissettim o an. Durdum. "Ne oldu?" dedim kendime. Bir daha baktım... Bir daha... Sonra bir daha... Aynı his artarak yerinde duruyordu. Anladığım şeyin doğru olmamasını istedim sanki. Sormak istedim birilerine. Sordum alacağım cevaptan endişeli, "Bunlar manken mi?" "Hayır" dedi, "Onlar manken değil, insan!"
İşte buydu hayat. Kimilerini toprağa sokardı, kimilerini ısrarla bu dünyaya bakmaya zorlardı... Bu, olmak zorunda mıydı! Böyle bir şeyi isterler miydi acaba? Demek bu yüzden acı vardı bu müzede, demek bu yüzden. Kaçtık oradan. Neden! Ölüm korkuturdu insanı, belki ondan. Ölüm düşüncesi yüreğimize ağır gelirdi, belki ondan. Ölüm sonrası titretirdi insanı, belki ondan. Amellerimiz mi çıktı karşımıza yoksa! Bize neyi hatırlattı acaba bu mumyalar, neyi! Hangi gerçeği!

Çin bizi şaşırttı
Bu kadar çok Amerikanvari fast food oluşu beni şaşırttı. Prinç pilavını yağsız, tussuz ve lapa olarak yiyişleri beni şaşırttı. Salatalığı yağda kızartmaları beni şaşırttı. Susam yağının farklı bir tadının oluşu beni şaşırttı. Çubuklarla lokmaları yakalayışları beni şaşırttı.
Pandaların öylesine masum ve durgun ve yalnız oluşları beni şaşırttı. Sonra, sonra şaşırmamaya da alıştım. Ama bu alışkanlık beni rahatsız etti. Şaşırmayı yitirdiğim an, hayatın bana getirdikleri, beni heyecanlandırmayacaktı hiç. Bunu göze alamadım, alamazdım. Bu yüzden şaşırmak sonrası öğrenmeyi deniyorum. Hayatın binlerce, hatta yeryüzüne gelmiş insan sayısınca versiyonu olduğunu öğrendim. Hayat çok başka, çok.

Anadolu Gençlik dergisi - sayı21-Ekim 2001
mico_tasarım