İSLAM'DA GELİR VE SERVET DAĞILIM-2
Prof. M.A.Mannan
3 - RİBA, FAİZ VE KÂR
Kur'an'da, riba, kesinlik ve açıklıkla yasak
lanmıştır. Kanımca hiç kimse tartışamaz bunun
üzerinde. Ama riba ve faiz ayrımı üzerinde bir
anlaşmazlık ortaya çıkmaktadır. Bir düşünce
ekolü İslâmın faizi değil, ribayı yasakladığına
inanmaktadır. Bir başka ekol de faizle riba ara-
sında bir öz farkı olmadığını ileri sürmektedir.
Bu yüzden cevaplanması gereken ilk soru şu-
dur: Kur'an'daki «ar-riba» ile kapitalist sistem-
deki "faiz" arasında acaba bir fark var mıdır?
İkinci nokta da, her iki deyim arasında bir öz
farkı yoksa, faizsiz bir toplum kurma olanağı
var mıdır? Son, ama önemli bir nokta da, faizle
kâr arasındaki farkın açıklanmasıdır.

Riba ve Faiz
Riba ile faiz aynı mı değil mi» sorununu
cözmek için gerçek tarihsel gelişimi içerisinde
riba'nın anlamını kavramak zorunludur. Ri-
ba, artış veya büyüme anlamına gelir. Ama ke
limenin sözlük karşılığı buradaki incelemeleri-
mizde bize yardımcı olamaz. çünkü her artış
örneğin ticaret ve üretimden gelen artışlar, ya-
saklanmamıştır. Riba sözcüğünün önünde be-
lirlilik ifade eden "al" harfi tarifinin kullanılma-
sı bir, gerçeği belirtir. Kur'an'ın indirildiği sü-
rede Arapca bilinen ve yürürlükte olan riba-
yı belirler "al" harfitarifi. O dönemde, riba de-
yimi, borçludan, vadenin uzatılmasına karşılık
artık bir paranın alınması anlamında kullanılı-
yordu. O dönemde kullanılan anlamı almak ge-
rekir, çünkü günlük işlere ilişkin yasaklamalar
alışılmış bir dille anlatılabilir. Bilginler genel-
likle kabullenmişlerdir riba'nın bu kavramını,
Şimdi o zamanki araplar arasında yaygın olan
riba türlerini gözden geçirebiliriz. Ünlü hukuk-
çulardan bazıları cahiliye döneminde kullanı-
lan riba'nın tanımını yapmaya çalıştılar.

Mücahid şöyle anlatır riba'yı : «Cahiliye döneminde
Allah'ın yasakladığı riba şudur: Birisi borçlu
ise borç verene giderek şunu söyler:
ödeme süresini uzatırsanız size şu kadar
fazla para vereceğim. Süreye karşılık verilen veya
alınan artık paradır riba.»

İmam Malik şöyle anlatır :
«Cahiliye döneminde, birisi belirli bir süre
için borç verir, süre sona erince, borç veren,
borçludan, ya parayı ödemesini veya borcun
tutarının artırılmasını isterdi. İşte riba budur.
Borçlu borcunu öderse, alınır, aksi halde borç
tutarı artırılır ve süre uzatılır.»

İbni Cerir Et-Taberi,
Bakara süresindeki bir âyet üzerine görüşle-
rini şöyle açıklar :
«Borçluya «Murb» denir. Çünkü borcu iki-
ye katlanmaktadır.» Ali İmran sûresinde ana
para üzerine iki veya dört kat faiz koymayı
yasaklayan bir âyeti göstererek, cahiliye dö-
neminde riba'nın bu anlama geldiğini ilâve
eder.

İmam Razi de, hemen hemen, aynı görü-
şü ileri sürer. Razi, riba'yla ilgili olayı şöyle
anlatır :
«Cahiliye döneminde borç para verilir, ana
para dışında, aylık riba alınırdı. Ödeme zama-
nı gelince borç olarak verilen ana para istenir
ve borçlunun ödeme olanağı yoksa, süre uza-
tılır ve borç tutarı artırılırdı.» Cahiliye döne-
mindeki Arapların borç alıp verme işlemlerine
ilişkin uygulamalarıdır bunlar.

Beyzavi de şöyle anlatır :
«Birisinin belirli bir süre sonra ödenmesi
gereken bir alacağı varsa, az bir ana paraya
karşı, borçlunun tüm malını elde edinceye ka-
dar borç tutarı artırılmaktadır.» Farklı çağlar-
da yaşamış bu ünlü hukukçuların görüşlerin-
den sonra İslâm'dan önceki dönemde yürür-
lükte olan riba tanımında süre uzatımı ve artış
gibi iki ana öğenin bulunduğu söylenebilir.
Şöyle ki; standart sosyo - ekonomik kurallara
göre, riba oranı, o dönemde oldukça yüksekti.

Kur'an'da, riba, aşağıdaki âyetle yasaklanmıştır :
" -O adamlar, ki faiz yerler (alırlar) kabir-
lerinden) ancak şeytanın dokunmasından sa'-
raya uğrayanlar gibi kalkarlar, bu : «Alış veriş
ancak faiz gibidir» demelerinden ötürüdür,
Allah ise alış - verişi helal, faizi haram kılmış-
tır. O halde, her kim ki, ona Allah'dan öğüt
gelmiş ve faiz yemekten vazgeçmiştir, onun
için yalnız geçmişi var. O iş de Allah'a kalmış-
tır ve kim ki yine faiz yemek isterse onlar ce-
hennemliktir, orada boyuna (devamlı) kalacak
olanlardır.» (Bakara : 275).

     Şimdi biraz da faizden söz edelim : «Re-
fah ve buhran» adlı eserinde Haberler, şu gö-
rüşü ileri sürmektedir : «Ekonomistler arasın-
da, faiz oranının saptanması ve açıklaması, ge-
nel teorinin öteki dallarından daha çok anlaş-
mazlığa yol açmaktadır.» Daha sonra görece-
ğiz ki, tüm faiz teorileri «niçin faiz ödenir» so-
rusuna tutarlı bir cevap bulamamıştır. Ama ço-
ğunluğu, faizin, borç alınan paraya katılan be-
lirli bir ek olduğu görüşündedir. Faizin, para-
nın üzerine eklenen makul bir değer olduğu,
oysa riba'nın, kredilerin ekonomik kalkınma
için kullanılmadığı İslâm öncesi dönemlerde
üretken olmayan borçlar üzerinden alınan faiz
oranı çok yüksek tefeciliği kapsadığı tezi ileri
sürülmektedir. Bence, Kur'an'daki «riba» deyi-
miyle kapitalist taplumlarda uygulanan faiz
arasında bir fark varsa, bu yalnızca oranlar
arasında bir derece farkıdır. Cünkü riba da,
faiz de ana para üzerinden alınan bir fazlalık-
tır. Faizle karşılaştırılırsa, riba'nın kredi işlem-
lerinde kullanılan, üzerinde yeteri kadar du-
rulmamış, geliştirilmemiş bir araç olduğu söy-
lenebilir, ama «riba», «tefecilik», ya da «faiz»
adı onun niteliğini değiştirmiyecektir. «Fazla-
lık» deyimi izafi bir anlam taşımaktadır. Çün-
kü bu gün makul görünen bir «fazlalık», yarın
çak aşırı görülebilir. Hint - Pakistan yarım kı-
tasında kooperatiflerin çoğu yüzde 12 - 15 ara-
sında faizle para alırlardı ve o zamanlor, bu,
makul bir faiz oranı sayılır. Ama bugün aşırı
görülmektedir. Bunun için riba'nın yasaklan-
ması, borç para üzerinden alınan her türlü
fazlalığın yasaklanması anlamını taşır. :Adının,
tefecilik, faiz, ya da sermayenin kazancı ol-
ması durumunu değiştirmez. Gerçekte, ticarete
yatırılan para, «kâr» denilen bir fazlalık getir-
mektedir. Ama kârda belirli bir oran yoktur,
zarar da edilebilir. Ama bankaya konun para
faiz getirmektedir. Burada faiz oranı bellidir
ve zarar olanaksızdır.

     Öte yandan, İslamdan önceki dönemde,
faizin kredilerin üretken alanlara yatırılması
amacıyla verilmediği tezi de doğru değildir.
Medinedeki yahudilerin, tüketim için olduğu ka-
dar ticarette de kullanılması amacıyla faizle
para verdiklerini gösteren tutanaklar vardır.
O zamanlaı, Araplar, «mudarabaha» veya ka-
manditer artaklığın varolması faizli paranın,
üretken olmayan yerlerde kullanıldığını,göster-
mez. Kredilerin üretim veya tüketim amacıyla
kullanılması arasında yalnız bir yön farkı var-
dır. Tüketim için kullanılan para üzerinden alı-
nan faiz zararlıysa, üretken alanlarda kullanı-
lan para üzerinden alınan faiz de kesinlikle
zararlıdır. Çünkü burada, faiz, üretim maliyet-
lerine girmekte, sonuç olarak da fiyatları yük-
seltmektedir. Yüksek fiyatın bütün yükünü
taşıyan tüketicidir. Bu bakımdan, son analizler,
Kur'an'da yasaklanan «riba» ve bugünkü ban-
kacılıkta kullanılan «faiz» in aynı özün farklı gö-
rünümü olduğunu ortaya koymaktadır. Şimdi ce-
vaplanması gereken ilk soruya dönelim.

Faiz niçin ödenir?
     Bu sorunun açık ve kesin bir karşılığı
yoktur. Faiz teorisi konusunda ekonomistler
arasında çok değişik görüş farkları vardır. Bir
çok eski düşünürler, faiz, haksız ve adaletsiz
bir ödeme saydılar. Politika'sında, Aristo, pa-
rayı yumurtlamayan kısır bir tavuğa benzetir fai-
zi. Aristoya göre, para, kehdiliğinden, bir parça
doğuramaz. «Yasalar» adlı kitapda, Platon,
faizi kötülemekte ve inkâr etmektedir. İIk dö-
nemlerinde, Roma İmparatorluğu, faize kar-
şıydı. Her ne kadar, faiz kapitalist sınıfın doğu-
şuyla ortaya çıkmışsa da Roma İmparatorlu-
ğu, faiz oranını yasaya bağlıyarak onu başıboş
bırakmamıştır. Orta çağda, kilise, faizi ve öde-
meyi yasaklamıştır. İlk Merkantalistlerden çoğu
düşük oranlı faizi savunmuş, ancak faizin öden-
mesindeki nedeni açıklıyamamışlardır.

     Adam Smith, Ricardo gibi klasik ekono-
mistler, faizi ödünç alanın, paradan sağlıyaca-
ğı kâr için, ödünç verene ödediği karşılık ola-
rak ele almışlardır. Ricardo şöyle der "Paranın
kullanılmasıyla sağlanan yarar çok büyük ol-
duğu zaman, parayı elde etmek için, o orando
büyük bir pay verilebilir." Ama klâsik ekono-
mistlerin açıklıyamadığı bir nokta vardır. De-
ğişken kârla sabit faiz arasında nasıl bir ilişki
kurulur?

     Yine klâsik ekonomistlerin «faiz oranının
tasarrufu teşvik ettiği» yolundaki görüşleri
Keynes gibi ekonomistler tarafından sert bir
dille eleştirilmiştir. Keynes, tasarrufla yatırım
arasında dengeyi, faiz oranından çok, gelir dü-
zeyinin sağladığı tezini savunmaktadır. Tasar-
ruf, yatırıma ve istihdama bağlı olduğu kadar
faize bağlı değildir. Dengeyi bozan ve ekono-
mik büyümeye dinamizm getiren, parayı birik-
tiren değil, müteşebbistir. Faiz oranında düş-
me eğiliminin yüksek olmasına rağmen, çağı-
mızda tasarruflarda görülen çok büyük artış
ancak bu şekilde açıklanabilir.

     Kimi yazarlar da sorunu para arzı yönün-
den açıklamaya çalışırlar. İlk-kez para arzının
veya tasarrufun bir fedakârlığı, paranın sağ-
layacağı zevklerden vaz geçmeyi gerektirdiği
tezini ortaya atan Senior'dur. Ama fedakârlık
veya paranın sağlıyacağı zevklerden vaz geç-
me görüşü enine boyuna eleştirildi. Çünkü bu-
râda gerçek anlamda bir rahatsızlık söz ko-
nusudur. Oysa bir çok zengin, en küçük bir ra-
hatsızlığa katlanmadan, paralarını biriktirmek-
tedir. Bir sosyalist yazar -Lasalle- «fedakârlı-
ğın karşılığı, sermayenin sağladığı kârdır» sö-
züyle Senior'a taş atmaktadır. Bu eleştiriler
yüzünden, Marshall, fedakârlık veya «el çek-
me» deyimi yerine «bekleme» deyimini koydu.
Marshall'a göre, tasarruf eden, süresiz olarak
parasını tüketmekten vazgeçmiş sayılmaz. O,
yalnız bugünkü tüketimi gelecek bir güne er-
telemiştir. Böylesine bir erteleme veya bekle-
me için bir özendiriciye ihtiyaç vardır. Bu özen-
dirici ise faizdir. Ama tüm beklemeler veya bu-
günkü tüketimi geleceğe ertelemeler faizin
özendiriciliğini gereksinmezler.

     Öte yandan beklemenin fiyatını saptamak için
değişmeyen, bir ölçü geliştirme olanağı da yoktur.
Bundan başka, bu açıklama, soruna bir yandan bak-
makta, talep yanını bir tarafa itmektedir. Bu
bakımdan açıklama tam değildir. Prodüktivite
ye sermayenin doğal bir sonucu olarak ba-
karlar. Tıpkı ekin için toprağın şart olması gibi.
Bunlara göre, faiz vardır. Çünkü sermaye, üre-
tim artışına yoI açmaktadır. Sermayenin üret-
ken olduğu gerçeğine kimse karşı çıkamaz.
Fakat sermayenin üretken olması faizin belir-
li bir oranda ödenmesinin nedenini açıklıya-
maz. Sermayenin üretkenliğinden dolayı faiz
ödeniyorsa, üretkenliğin kendisi, belirli bir dö-
nemde ve belli bir ülkede, sektöre bağlı olarak
değiştiği için faizin de değişken olması gerekli-
dir. Ayrıca sermaye, emeğin daha fazla üretim
yapmasına yardım ediyorsa, emeksiz hiç bir
şey üretilemiyeceği için, bu üretim fazlasında
emeğin ve sermayenin payı ne kadardır? Öte
yandan, tüketime dönük krediler, genellikle ü-
retken sayılmazlar. Bununla birlikte, bu tip
kredilerde faiz ödenmesi zorunludur. Tüketi-
me dönük kredilerde, sermaye üretken olmadığı
halde, belirli bir faiz yüzdesinin ödenme nede-
ni açık değildir. Zengin krediyi, araba almak
için kullanır. Oysa yoksul, aldığı kredileri zo-
runlu gereksinmelerini karşılamak için harcar
Gerçekte en çok kabul gören, faizin marjinal
üretkenlik teorisi de dahil, tüm faiz teorileri,
derinlik ve genişlikten yoksundur. Bu teoriler,
açıkça, ekonomik sistemin dinamik olduğunu
unutmaktadırlar. Ekonomideki denge, tasarruf
ve yatırım yapısındaki değişme ile, nüfusun de-
ğişmesi, zevklerin değişmesi, hayat düzeyi ve
değerlerinin değişmesi ile, sürekli olarak bo-
zulacaktır. Ekonomik faaliyetler içerisinde, bü-
tün bu değişkenler, karşılıklı olarak, birbirleri-
ni etkiler. Bu değişkenlerin hareketliliğini bir
tarafa itmek, ekonomik sistemdeki değişmeler
de temel olgulara değer vermektir.

     Bohm Baverk gibi Avusturyalı ekonomist-
ler, faiz ödenmesindeki nedenin «zaman terci-
hi» olduğu görüşünü ileri sürdüler. Bu ekono-
mistlere göre, kişi, şimdiki malı gelecekteki
mallara tercih ettiği için faiz doğmaktadır.
Çünkü gelecekteki hoşnutluk (tatmin), bugün-
kü değere indirgenecektir. İşte faiz bu indir-
gemedir (discount). Bohm Bawerk, şimdiki hoş-
nutluğun gelecekteki hoşnutluğa tercih edilme-
sinin üç nedene bağlar. Bu nedenler şunlardır:
a) Geleceğe ait tahminlerin gerçeğin al-
tında kalması,
b) Gelecekteki mallarla karşılaştırılırsa
bugünkü malların daha kıt olması,
c) Teknik yönden bugünkü malların gele-
cektekilerden daha üstün olması.

     Amerikalı ekonomist Irving Fisher, Bohm
Bawerk'in ilk iki önerisini kabul eder. Üçüncü-
sünün geçerli olmadığını ileri sürer. Bu eko-
nomiste göre, «zaman tercihi», faiz teorisinde
temel noktadır. Kişiyi, gelecekteki bir gelirden-
se bu günkü geliri elde etmeye iten bu tercih-
tir. Fisher'in söylediği gibi, bu günkü malların
«teknik üstünlüğü» doğru değildir; bir yanlış
anlayışın sonucudur. Ve gerçekte üretkenlik
teorisinin ayrı bir ifade tarzıdır. Kaynaklar, her
gün, biraz daha fazla, gelecekteki kullanıma
doğru yönlendirilirse, rötatif olarak, bugün için
gerekenin altında; gelecek içinse gerekenin üs-
tünde bir hazırlık yapılmış olacaktır. Böylece,
bugünkü mallar azalacak ve gelecekleri mal-
lara oranla değeri artacaktır. Lord Keynes, ta-
sarrufta bulunduğu için kişiye ödül verilmesi-
nin gereksiz olduğunu ileri sürerek bu teoriyi
eleştirmektedir. Keynes'e göre, insan geliri
ve hayat standardı tasarruf etmesine elverdiği
zaman para biriktirebilir. Veya biriktirdiğini, ü-
zerinden elde edeceği gelire bakmaksızın, yal-
nız kötü günler için tasarruf edebilir. Başka
bir deyişle, tasarruf isteğe bağlı olmayan bir
davranıştır ve böyle olduğu için de herhangi bir
karşılığı veya özendirici bir tedbir almayı ge-
rektirmez. Gerek Bohm Bawerk'in «para farkı»
teorisi, gerekse Fisher'in «zaman tercihi» teo-
risi kurumsal tasarruflar için geçerli değildir.
Oysa bugün gelişmiş ülkelerde tasarrufların a-
ğırlığını kişisel tasarruflar değil, faiz yüzdesine
bakmaksızın, kurumsal tasarruflar oluşturmak-
tadır. Esasta Bohm Bawerk'in faiz teorisine
dayalı olan neo-klasik teori de Keynes'in eleş-
tirdiği hususları içermektedir. Bu yeni teori,
faiz oranına, yatırım talebi ile tasarruf etme is-
teği arasında dengeyi sağlayan bir etken ola-
rak bakmaktadır. Tıpkı talep ile arzın eşit ol-
duğu nokta o malın fiyatını ortaya koyduğu gi-
bi. Yatırım tutarı ile tasarruf tutarının birbiri-
ne eşit olduğu nokta bu dengeyi sağlıyan faiz
oranını saptamaktadır. Şu halde neo-klasik
teoriye göre, faiz oranı, borç olarak verilebi-
lir fonların talep ve arzıyla saptanmaktadır.
Borç verilebilir fonlar teorisi de dahil, tüm fa-
iz teorileri, öyle görünüyor ki, dağılım ile de-
ğiştirme sorunlarını birbirine karıştırmaktadır.
Fiyat teorisi, değiştirme sorunu ile ilgilidir. Oy
sa faiz teorisi, gelir dağılımına bağlıdır.

     Son ama önemli olan bir nokta da faiz teorisi

konusunda Keynes'in katkılarıdır. Keynes'in nakit
tercihi kavramı, klasik faiz teorisine yeni de-
ğişkenler katmıştır; bu hususta bir görüş bir-
liği vardır. Ama ekonomistler yeni teorinin ge-
leneksel faiz teorisinin yerine geçtiğine dair
Keynes'in iddiasını kabule yanaşmamaktadırlar.
Her ne kadar, Keynes teorisi, tasarruf ve
üretkenliğin karşılıklı etkisine değer vermiyor-
sa da, bu teorisiyle benzerliği vardır. Bohm Ba-
werk'in faiz teorisiyle benzerliği vardır. Bohm
Bawerk'in «geleceğin yeterinden az oranlama-
sı» dediği şeye, Fisher, «zaman tercihi», Key-
nes «harcama eğilimi» demektedir. Gerçekte
hepsi de gelecekte elde edilecek bir maldansa
bugünkünü elde etme tercihi gibi sübjektif bir
kanıya dayanmaktadır. Biri faizi bu günkü mal-
lar üzerinden alınan bir prim olarak görmekte,
ötekisi, nakitten vaz geçmenin bir karşılığı ola-
rak. Öz olarak hepsi aynıdır.

     Yukardaki kısa incelemede görüldüğü gibi,
ekonomistler, faizin ödenme nedenine açık ve
kesin bir cevap bulamamışlardır. Bunun ye-
rine, kimi ekonomistler faiz oranının nasıl sap-
tanacağını açıklamışlardır. Bu açıklamayı yapar-
ken de faiz oranını önceden saptamanın, büyü-
menin ve üretimin yapısındaki hareketliliğe en
gel olacağı gerçeğine göz yummaktadırlar.

Prof. M.A.Mannan
(Tercüme- Bahri Zengin , Tevfik Ömeroğlu )