Adam Zengin olur mu? - 2
Mustafa ÖZEL
cubuk_gul.gif (1847 bytes)
   Osmanlı, bir İslam "devleti" idi. Yani İslam dinini bir
inanç ve ideoloji olarak benimsemişti. Ekonomisi de bu-
günkü ifadeyle bir "özel sektör" ekonomisi idi. Üretim ve
ticaret faaliyetlerinin yanısıra; yol, köprü, baraj gibi alt-
yapı hizmetleri bile özel kişi veya kurumlar (çoğunlukla
vakıflar) tarafından yapılıyordu. Kapitalist Avrupa'dan
tek farkı, üretimde verimlilikten ziyade kaliteye ve ihti-
yaç tatminine önem verilmesiydi. Kâr hadleri üzerinde
umumi bir baskı vardı. Bu durum istismarcı bir "kapita-
list" zümrenin ortaya çıkmasını önlüyor, ama aynı za-
manda imalat faaliyetlerinin cazibesini azaltıyordu.
Osmanlı iktisat sisteminin üç temel unsura dayandı-
ğını belirten tarihçi Mehmet Genç, bunlan şöyle sırala-
maktadır: iaşe, fıskalizm ve gelenekçilik.

İaşe (provizyon) ilkesi iktisadi faaliyete tüketici açısın-
dan bakan görüşün dayandığı ilkedir. Buna göre, ikti-
sadi faaliyetin amacı, insanların ihtiyacını karşıla-
maktır. Binaenaleyh, üretilen mal ve hizmetlerin
mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması, ya-
ni piyasada mal arzının mümkün olan en yüksek dü-
zeyde tutulması hedeftir. Bu ilkeyi geçerli kılabil-
mek üzere, Osmanlı devleti ekonomide mal arzını bol-
laştırmak, kalitesini yükseltmek ve fiyatını düşük tut-
mak için üretim ve ticaret üzerinde sıkı şekilde yürü-
tülen bir müdahaleciliği benimsemişti.(13)

İaşe ilkesine dayanan iktisadi politika için ihracat,
üretim faaliyetinin hedefi olamazdı. İthalat ise müm-
kün olduğu, kadar serbest olmalıydı; çünkü mal arzını
bollaştırıyordu. Dış ticarette "ihracatı zorlaştırıcı ve kı-
sıtlayıcı, ithalatı ise kolaylaştırıcı ve teşvik edici" Os-
manlı politikası tam bir "anti-protectionist" politikaydı
ve geleceğin laissez-faire teorisyenlerine parmak ısırta-
cak vasıftaydı. Genç'e göre, ikinci ilke gelenekçilik idi.
Gelenekçilik, sosyal ve iktisadi ilişkilerde yavaş yavaş
oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün olduğu ölçüde
muhafaza etme, değişme eğilimlerini engelleme ve
herhangi bir degişme ortaya çıktığı takdirde, tekrar es-
ki dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma
iradesini hakim kılmaktır.

Bu hususta konulacak ilk denge, üretim ile tüketim
arasındaki denge idi. Tüketimi arttıracak nitelikteki her
değişme eğilimi bertaraf ediliyordu. Sabri Ülgener'e göre,
onbeş ve onaltıncı asırlarda, İran içlerinden Güneydoğu
ve Orta Anadolu'nun kervan yollarına kadar uzanan ge-
niş bir saha üstünde ve hem de en ileri manada bir "tica-
ret kapitalizmi" mevcut iken, bu kapitalizmin üretimi
kamçılayamaması ve (Avrupa'dakine benzer) bir sanayi
kapitalizmine dönüşememesi başlıca iki sebepten kay-
naklanıyordu: 1. Rantabilitede geri kalış; 2. Sermaye or-
taklığında ve teşkilatında gerileyiş.(14) Şerif Mardin de bu
görüşü paylaşmakta ve "Osmanlı devlet adamlarının
uzun zaman yapamadıkları fikrî atlama, harbe dayanan
bir iktisadiyat anlayışından vazgeçip, verimlilik esasına
dayanan yeni bir iktisadi anlayışa geçmemiş olmaları-
dır, demektedir." Her iki düşünür de dolayısıyla gele-
nekçilik" kavramının Osmanlı sistemindeki ağırlığını di-
le getirmiş olmaktadırlar.
Osmanlı iktisat düzeninin üçüncü ilkesi fıskalizm
idi; yani, devlet hazinesinin gelirlerini azamiye, çıkar-
mak, giderlerini ise asgariye indirmek. Fakat giderlerin
hızlandığı, ekonomideyse teknolojik yenilenmelerin (do-
layısıyla verimlilik artışının) olmadığı dönemlerde, fazla
giderleri daha yüksek vergilerle dengelemek ortaya bü-
yük meseleler çıkarıyordu. İaşe ve gelenekçilik ilkelerin-
den ötüru' parasal ilişkiler, yani ticaret ve mübadele ala-
nı sınırlı kalıyordu. Bu sınırlar gevşetilip parasal katkı-
nm güçlenmesine imkân verildikçe, "toplum içinde tica-
ret ile uğraşanlar güçlenecek, büyüyecek ve zenginleşe-
cekti. Böyle bir zümrenin doğması, sosyal/siyasal denge-
yi sarsabileceği için arzuya şayan değildi."(16) Bu tavır
kendini en iyi narh uygulamasında gösteriyordu: faiz
hadlerinin yüzde 15-25 arasında seyrettiği bir ekonomi-
de, esnaf ve tüccara normal kâr haddi olarak en fazla
yüzde 5-15 arası bir marj tanınıyor, daha yüksek kâr ara-
yışları şiddetle cezalandırılıyordu.

Halil İnalcık'ın belirttiğine göre, tıpkı Memluklar gi-
bi, Osmanlılar da şehirlerde geleneksel lonca yapısını
muhafaza etmeye çalışıyorlardı. "Bu tutucu siyaset her-
hangi bir yeniliğin toplumu kargaşa ve anarşiye sürükle-
yeceği ve bunun sonucunda devlet hazinesinin gelir kay-
bına uğrayacağı fikrinden kaynaklanıyordu. İdarî ve as-
kerî menfaatler fiyatlarda ve malların kalitesinde istik-
rar gerektiriyordu. Bu muhafazakâr siyaset, ıslahatçı
Osmanlı devlet adamlarının Avrupa'nın liberal fıkirleri-
ne kucak açtıkları ondokuzuncu yüzyıla kadar devam et-
ti. Yakın-doğu ekonomisinin lonca sisteminin sınırlama-
larından kurtulmasını önleyen ve güçlü bir Osmanlı bur-
juvazisinin meydana gelmesini engelleyen, işte bu muha-
fazakârlıktı."(17)

Bana öyle geliyor ki, Mehmet Genç ve Halil İnalcık
hocalarımın tahlilleri meselenin sadece bir yüzünü aydın-
latabilmektedir. Ticaret alanında vuku bulmakta olan ge-
lişmeler, servetin asıl kaynağının toprak olduğu bir dün-
yada "servet peşinde koşmanın" ve bu suretle ayrı ve güç-
lü bir toplum tabakası oluşturmanın genel bir açıklaması
olamaz. Burjuvaziyi sadece ticaret alanında aramak, ilk
örneklerin nasıl ortaya çıktığını ve bunun tarım kesimin-
deki gelişmeleri nasıl etkilediğini anlamak bakımından
önemlidir. Fakat, asıl serüven kırsal kesimde cereyan et-
miştir. Klasik kapitalizmin temel, örneği (İngiltere) ile
modern kapitalizmin biricik örneği (Japonya) köylerdeki
servet birikiminin üzerinde yükselmişlerdir.

Onbeşinci yüzyıl, İngiliz köylülüğünün altın çağıy-
dı.(18) Köylüler (doksan dokuz yıla kadar uzanan) uzun-va-
deli kiralarla toprak işletebiliyor ve tarım ürünlerinin fı-
yatları muntazaman yükseliyordu. 1500 ila 1640 arasın-
da yiyecek fiyatları yüzde 600 arttı. Kiraların nispeten
istikrarlı seyretmesi, buna karşılık pazara yönelik ürün-
lerinin fiyatlarının giderek artmasıyla, birçok zengin
köylü maliyetlerinin üzerinde bir fazlalığı biriktirmeye
başladılar. Bu köylüler küçük toprak parçalarını satın
alabiliyor ve (gübrenin en önemli kaynağı olan) hayvan-
cılığa yatırım yapabiliyorlardı. Bu durum tarımda verim-
liliği arttırıyor ve tarımsal ürünlerin fiyatlarındaki göre-
li artışın yarattığı avantajla beraber servet biriktirme
güçleri katlanıyordu. Yoksul, borçlu köylülerin arazileri-
ni satın alarak köylü toplumunun küçük meta üretimiy-
le meşgul bir üst sınıfını oluşturan bu tabakaya yeomen
denmektedir. Bunlar, 'bir grup ihtiraslı, saldırgan küçük
kapitalist' olarak tasvir edilmektedir.(19) Çitleme hadisesi
ilk olarak bunlarla başlamıştır. Yoksul köylüler toprakla-
rından koparılarak, buraları çayır haline getirilmiş ve
gerek yün hammaddesini temin, gerek tarımda verimli-
liği amaçlayan gübre temini için hayvancılık yapılmıştır.
Onaltıncı yüzyılın başlarına gelindiğinde, köy toplumun-
dan hem yerli bir yan-soylu sınıf (gentry), hem, de yerli
bir proleterya doğmuştu. (20)

Köy toplumunun kendi içinde farklılaşarak zengin ve
yoksullar olarak ikiye ayrılması, yoksulların zaman için-
de büsbütün yoksullaşarak üretim araçlarından tama-
men kopmaları ve zenginlerin emrindeki proleterlere dö-
nüşmeleri onsekizinci yüzyıldan itibaren Japonya'da da
görülen ve modern kapitalist-işçi karşıtlığının modelini
oluşturan bir gelişmedir. 'Feodal' Japonya'da tipik olarak
her köyde bir iki büyük arazi, birkaç orta ölçekli arazi ve
çok sayıda küçük toprak parçası bulunmaktadır. Büyük
araziler en küçüklerin on, yirmi katı kadardır; hatta yüz
ve daha fazla misli olanlar bile vardır.(21) Johannes Hirsc-
hmeier, geleneksel Japon köyündeki mülkiyet ilişkilerini
şöyle tasvir ediyor:

Tokugawa tarım sistemi toprağın tümünün nominal
mülkiyetinin feodal beye (ryoşu) ait olmasına dayanı-
yordu; bey de, toprağın kullandırılmasına karşılık ola-
rak köylüyü vergiye bağlama hakkına sahipti. Bölgeye
ve toprağın niteliğine göre değişmekle beraber, hasatın
onda dördü beye gidiyor, onda altısı ise köylüye kalıyor-
du. Toprağın satılması ve belirli bir büyüklüğün altın-
da parçalara ayrılması yasaktı. Köylüler tutumlu ya-
şam ve beye düşen kısımdan kendi tüketimleri için har-
camama hususunda sürekli telkin altındaydılar. Köyler
umumiyetle beş sileden (gonin gumi) oluşan alt bölüm-
lere ayrılıyorlardı ve her grup bir vergi birimi sayılıyor-
du. Hem köy hem de beşli grup içinde toprak mülkiyeti
eşitsiz biçimde dağılıyordu. Birkaç zengin ailenin yanı-
başında, çok az miktarda toprağa sahip olan sayısız
köylü aileleri bulunuyordu. Yoksullar zenginlerce kira-
lanıyor ve emeklerinin karşılığı olarak kendilerine bir
miktar ekilecek tarla veriliyordu. Zengin ve yoksul köy-
lü arasındaki bu ilişki (oyabun-kobun) toplum içindeki
karşılıklı bağımlılığın diğer önemli bir halkasını oluştu-
ruyordu. Oyabun, zayıf kobun'un sadece işvereni değil,
aynı zamanda hâmisi ve temsilcisiydi.(22)

Böyle bir sınıfsal yapı içinde, gerek beylerin, gerekse
zengin köylülerin zamanla daha fazlâ servet biriktirme
yönünde hareket etmeleri ve nüfusun büyük bölümünün
ellerinde kalan son toprak parçasını da terkedip prole-
terleşmesi kaçınılmazdı. Acaba benzer bir gelişme Os-
manlı toplumunda niçin meydana gelmedi? Can alıcı so-
ru budur ve bu soru cevaplandırılmadıkça Osmanlı top-
lumunda modern burjuvazinin niçin boy vermediği açık-
lanamaz.

Halil İnalcık'a göre, Türkiye'nin ana ekonomik ka-
rakteri olan, küçük köylü aile işletmelerine dayanan sos-
yo-ekonomik yapıyı Osmanli miri toprak rejimi ve çift-
hane sistemine borçluyuz. Türkiye ekonomisi ve sosyal
yapısı 1950'ye kadar Osmanlı dönemindeki asırlık gele-
neksel esas karakterlerini korumakta idi. Geleneksel ta-
rım ekonomisinin ana üretim aracı, bir çift öküz ile çeki-
len sabandır. Her köylü ailesine bir çift öküz ile sürülebi-
lecek olan bir toprak parçası tahsis edilmiştir. Bu toprak-
lar tapuludur. Tapu rejimine göre tasarruf edilen arazi
satılamaz, hibe ve vakıf edilemez. Bunlar babadan oğula
bir işletme birliği olarak geçen raiyyet çiftlikleridir. Köy-
lü bunu kendisi işlemek zorundadır. Üretim işini kendisi
düzenler. Üretim araçları olan öküz, saban ve tohumu
kendisi sağlar ve bağımsız bir işletme ünitesi olarak top-
rağı kendisi işler. Devlete ve sipahiye karşılıksız hiçbir
hizmet yapmaya mecbur değildir. Onun emeğini kimse
karşılıksız sömüremez. Bu anlamda Osmanlı köylüsü
hür ve bağımsızdır. İmparatorluk bürokrasisinin esas va-
zifelerinden biri bu rejimi korumaktır. Bizans ve Osman-
lı imparatorluklarında reaya yani-çiftçi aileler ve toprak
birimi (yani çiftlik = bir çift öküzle işlenebilen arazi üni-
tesi) büyüklere karşı daima titizlikle korunmaya çalışıl-
mıştır. Bizans'ta dynatoi, Osmanlılarda ekâbir diye anı-
lan varlıklılara karşı köylüler daima "fakir", "yoksul" ta-
biri ile himayesi gerekli bir sınıf olarak ele alınmıştır. Bu
imparatorlukları köylü imparatorlukları diye vasıflan-
dırmakla abartma yapmadığımıza inanıyorum. (23)

Anadolu müslümanları asırlar boyu "hür ve bağım-
sız" yaşadılar. Ancak ondokuzuncu yüzyılda Avrupa'da-
kine benzer ("burjuva namiyle bilinen") bir ekâbir sınıf
oluşturma ihtiyacı hasıl oldu. Bu sınıf, tıpkı bir sera bit-
kisi gibi, devlet eliyle yetiştirildi. Sırtını devlete ve Avru-
palı efendilerine dayayan bu komprador zümre, müslü-
man ahalinin gözünde hiçbir zaman meşruiyet kazanma-
dı. Anadolu insanının "adam zengin olmaz" anlayışının
temelinde bir takım tasavvufi etkiler bulunmakla birlik-
te, esas olarak millet çoğunluğunun aleyhine zenginleş-
meye doğal bir tepki yatmaktadır. İslamî bir temeli olma-
yan bu tür zenginleşme, tabiatıyla şükürden uzak, insa-
nın insanı kaba biçimde sömürmesiyle ortaya çıkan bir
zenginleşmedir. Tıpkı Cahiliye Mekke'sinde olduğu gibi,
Ebu Cehil'lerin hükümran oldukları bir iktisadi rejimin
ürünüdür. Bu haklı tepkiyi, her türlü zenginliğin kötü ol-
duğu şeklinde değil, İslamın meşru kabul etmediği zen-
ginleşme biçimlerinden sakınılması gerektiği şeklinde
anlamalıyız.

Adam azmeder zengin olur; zengin şükreder adam Olur.
Ve Allah, mülkünü dilediğine, dilediğince verir.

-----------------------------------------------------------------------
1. C.C. Torrey: The Commercial-Theological Terms in The Koran, Leiden,
1892. Zikreden: W.M. Watt, Muhammad's Mecca, Edinburgh Univer-
sity Press, 1988, s. 40.
2. Mahmud İbrahim: "İslamdan Önceki Mekke'de Sosyal ve İktisadi
şartlar," Piyasa düşmanı kapitalizm (M. Özel) içinde, İstanbul, İz Ya-
yıncılık, 1993, s. 254.
3. Muhammed Hamidullah: İslam Peygamberi, İstanbul, İrfan Yayınevi,
1966, s. 45.
4. Cengiz Kallek: Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, İstanbul,
Bilim ve Sanat Vakfi, 1992, s. 23.
5. Hamidullah, age, s. 46.
6. Cengiz Kallek: "Medine Pazarı," İktisat ve iş Dünyası ,
Mart-Nisan 1992.
7. Louis Baeck: "Klasik lslam Çağının İktisat Düşüncesi," İktisat Risale-
leri (ed. Mustafa Özel), İstanbul, İz Yay. 1994, s. 86.
8. İbn Kayyım el-Cevziyye: Sabredenler ue Şükredenler, lstanbul,
İnsan Yay., 1989.
9. Sabri Orman: Gazali'nin İktisat Felsefesi, İstanbul, İnsan Yay., 1984,
s.161-2. '
l0. Ag.e., s. 165.
11. İbn Haldun: Mukaddime, İstanbul, Dergah Yay, 1983, s. 900.
12. İbrahim Erol Kozak: İbn Halduna Göre İnsan, Toplam ue İktisat, İs-
tanbul, Pınar Yay., 1984, s. 186.
13. Mehmet Genç: "Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün İlkeleri," İ. Ü. Ed.
Fak. Sosyoloji Dergisi, 3. dizi, 1. sayı, 1988-89, s.175.
14. Sabri Ülgener: İktisadi Çözülmenin Ahlak ue Zihniyet Dünyası,
Istanbul, Der Yay, 1981(1951), s. 133-43.
15. Şerif Mardin: "Türkiye'de iktisadi düşüncenin gelişmesi; Makaleler 11
içinde, İstanbul, İletişim Yay., 1990 (1962), s. 45.
16. Genç, agm, s. 184.
17. Halil İnalcık: The Ottoman Empire , London, Wiedenfceld and
Nicholson, 1973, e.lb5.
l8. M, postan: The Medievol Economy and Society, Hannondaworth,
Penguin, 1975, a.158.
1s. Hoskins, Hilton ve Tawney'den naklen David McNally:
Political Economy and the Rise of Capitalism, Berkeley, Un. of California
Pn·.sa,1988, s.6.
20. McNally, age, s.7.
21. Thomas C. Smith: The Agrarian Origins o( Modern Japan, Stanford,
1959, s. 3.
22. Johannes Hirachmeier: The origins of entrepreneurship in Meiji Japan
Harvard, 1964, s.205.
23. Halil İnalcık: "Köy, Köylü ve İmparatorluk," V.-Milletlerarası
Türkiye Sosyal ue İktisat Tarihi Kongresi, Ankara,
TTK Basımevi, 1990, s. 1-3.
Aynı konuda bkz. Ömer Lütfi Barkan: Türkiye ile toprak meselesi, İs-
tanbul, Gözlem Yay., 1980, s. 125-49.

Mütefekkir romancımız Kemal Tahir, Barkan ve İnalcık'ın
eserlerinden hareketle, çeyrek yüzyıl önce şu önemli tesbitleri
yapıyordu: "Batı kölelik, derebeylik ve burjuva sistemlerini
yaşamıştır. Sistemin kanunlarını biliyoruz. Batı insanı bugün hâ-
li tarihsel kalıntı olarak kendi geçmişinden gelen bu korkunç
devrelerin izlerini taşır ve buna kölelik, derebeylik (feodalite)
sistemleri kadar korkunç olan burjuva devresinin baskısı eklenir.
İnsanlar hür göründükleri halde daha da köle olmuşlardır.
Bu sürekli köleliğin korkusunu hala içlerinde taşımaktadırlar.
Batılı insan hür gibi görünüyor bize ferdiyeti çok ilerlemiş gibi
görünüyor. Bence bu iki görüntü de sahtedir.

Batı insanı halen de iki türlü köledir. Bence, Batıdaki sınıf gerçegi
insanı, istesin istemesin, ferdiyetinden vazgeçmek, hürriyetlerinden
vazgeçmek sonucuna götürüyor. Bunu bazan şuuraltıyla, sezgileriyle, ata-
vik yatkınlıklarıyla yapıyor. Batıda kişisel hürriyete geçmeye fazla
önem verilişi, bu sınıf köleliğinin ve ekonomik köleliğin olağan
sonucudur, reaksiyonudur. Aslında gerçekten hür olan insanlar, gerçekten
ferdiyeti gelişmiş olan insanlar ne hürriyet üzerinde, ne de ferdiyet
üzerinde bu kadar durmazlar. Buna karşılık, Doğulu insanın genel görünü-
şünde sürü davranışı vardır. Kösemenin arkasından hep beraber gider
gibidir Fakat bu sürüden biri olmak eğiliminde Batılının idrak edeme-
yeceği kadar bağımsızlık, hürlük de vardır. Yani hem sürüden biridirler,
hem de sürünün tamamen dışında kendi hayatlarını yaşayan özgür ki-
şilerdir. Bu özgürlüğün devam edebilmesi için birçok savunma vasıtala-
rı vardır. Devletin, servetlerin belli ellerde birikmesini önlemesi,
devlet sisteminin belli kümelerin ellerine geçip, onların imtiyazı haline
gelmesini, onlara mahsus kapalı bir düzen olmasını önlemesi bu kişi özgürlüğü güveninin başında gelir." Hulusi Dosdoğru: Batı Aldatmacılığı ve
Putlara Karşı Kemal Tahir, İstanbul, Tel Yay, 1974, s. 82-3.