Adam Zengin olur mu? - 1
Mustafa ÖZEL
cubuk_gul.gif (1847 bytes)
"Malları ve çocukları en çok olan bizleriz,
azaba uğratılacak da değiliz
," derlerdi. Sebe-35

"Mal vasıtasıyla insan, köleleri mülkiyetine geçirmeye, hür insan-
ları da köleleştirmeye; gönüllerini kendine bağlayamasa bile, be-
denlerinde ve şahsiyetlerinde tasarrufta bulunabilmek için, gere-
kirse zor ve galebe yoluyla onlara baş eğdirmeye çalışır."
Gazali, İhya.

"Batılı insan hür gibi görünüyor bize, ferdiyeti çok ilerlemiş gibi
görünüyor. Bence bu iki görüntü de sahtedir. Batı insanı halen de
iki türlü köledir. Batıdaki sınıf gerçeği insanı, istesin istemesin,
ferdiyetinden vazgeçmek, hürriyetlerinden vazgeçmek sonucuna
götürüyor. Batıda kişisel hürriyete geçmeye fazla önem verilişi,
bu sınıf köleliğinin ve ekonomik köleliğin olağan sonucudur, re-
aksiyonudur. Aslında gerçekten hür olan insanlar, gerçekten fer-
diyeti gelişmiş olan insanlar ne hürriyet üzerinde, ne de ferdiyet
üzerinde bu kadar durmazlar."
Kemal Tahir

"Adam zengin olmaz!" Maraşlı Meczup Zeki, elinden
düşürmediği kocaman sopasını her gördüğü topluluğa
doğru sallar ve "Cemaat, size bir çift sözüm var, deyive-
reyim gidivereyim" dermiş. "Buyur, Zeki Ağa, deyiver sö-
zünü" dediklerinde, "Adam zengin olmaz, zengin adam
olmaz!" deyip gidermiş.

Bu hadiseyi bana halen hayatta olan Maraşlı tecrü-
beli bir tüccar-politikacı anlatmıştı. Anlatışında hem bir
"deli hikayesi" nakletme havası, hem de gizli bir tasdik
vardı. Bana Müslüman Anadolu'nun "bilinçaltını" ifşa
ediyor gibi gelmişti. Ne var ki, o güne kadar okuduğum
eserler bana böyle bir düşüncenin İslamî olamayacağını
söylüyordu. Nasıl oluyor da, Müslüman bir ahali, gayr-ı
İslami bir ilkeyi bu ölçüde benimseyebiliyordu? Bu yan-
lış (hatta kasıtlı) bir telkinin mi, yoksa haklı bir tepkinin
mi sonucuydu? Peygamberi tacir olan bir ümmetin men-
supları nasıl böyle düşünebiliyorlardı?

Son Peygamber, Mekke'de doğmuş ve büyümüştü.
Mekke, tarıma elverişli olmaması yüzünden, insanların
büyük ölçüde ticaretle uğraşmak zorunda kaldıkları bir
belde idi. Aynı zamanda beynelmilel (Hind-Bizans-Avru-
pa) ve bölgesel (Yemen-Irak-Suriye) ticaret yollarının
üzerindeki önemli bir uğrak olan Mekke, kutsal bir ya-
pı olan Kâbe'nin varlığından ötürü güvenli bir belde idi.
Bu güvenlik ticari ilişkileri kolaylaştırıyor ve Mekke
ahalisi için önemli bir gelir kaynağı oluyordu. Kur'an'da-
ki bir âyette bu duruma şöyle işaret edilmektedir.
"Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürü-
nünün toplandığı güvenli ve kutlu bir yere (Mekke)
yerleştirmedik mi?
(28:57)
Vahiy, indirildiği toplumun temel vasfına uygun ola-
rak, ticari denebilecek bir gramere sahiptir. C.Torrey bu
hususta şu tesbiti yapmaktadır. "Dini düzleme aktarılan
ticari terimlerin sayısı dikkate şayandır. İnsanların
amelleri bir kitapta kayıtlıdır; Yargılama, hesap görme-
dir; mizan kurulur ve ameller tartılır; her can, işlediği
ameller karşılığında rehin tutulur; amelleri uygun bulu-
nursa, ücretini alır; Resul'ün davasına destek olmak, (Al-
lah'a) borç vermektir." (1) İman etmek, kârlı bir alış-veriş
yapmaktır.

Cahiliye Mekke'si devrin şartlarına göre ileri ölçüde
gelişmiş bir ticaret merkeziydi. Haram aylarda şehrin ci-
varında muntazam panayırlar kurulurdu; bunların en
önemlileri Ukaz, Mecenne ve Zu'l-Mecaz idi. Hz. Peygam-
ber'in dedesi Haşim tarafından geliştirilen mudarabe siste-
mi ile Kureyş içinde bir nevi sermaye ortaklığı kurulmuş
ve Harem sınırlarının dışında da ticari faaliyetlere girişil-
mişti. Mekke'den uzak mahallerde iktisadi güvenliği sağ-
layabilmek için îlaf kurumu geliştirilmişti. Buna göre, Ku-
reyş kervanlarının geçtiği yollar üzerinde bulunan kabile-
ler bu kervanların geçiş güvenliğini sağlayacak, bunun
karşılığında kendilerinin ürettiği mallar Mekke tüccarı ta-
rafından uzak pazarlarda satılıp bedeli kendilerine teslim
edilecekti. Bu durumda hem Mekke sermayesi güçleniyor,
hem civardaki kabile ekonomileri gelişiyor, böylece Mekke
merkezli geniş bir ekonomik alan oluşuyordu. Büyüyen
sermayelerini kendi kabile ekonomileri içinde kullanamaz
hale gelen tacirler Mekke'ye göç ediyorlardı. Mekke'ye yer-
leşen her tacir, hilf anlayışı gereğince, kendi dengi olan bir
tacirle ittifak kurmak zorunda olduğundan, tüccar serma-
yesi daha da güçleniyor ve dar alanlara sığamaz hale geli-
yordu. Çağdaş bir araştırmacının tesbitlerine göre;
Haşim kabile reisleriyle akdettiği îlafi Suriye'ye gi-
den ticaret yolu boyunca temin edip orada karşılaştığı
Bizans liderlerini Tüccarü'l-Arap olan Kureyş'le iş yap-
maya ikna etti. Sonra, Gaza ve Busra gibi Mısır ve Suri-
ye pazarlarını ziyarete başlayan Mekke tüccarı için Suri-
yeden emniyetli geçişi temin etti. Onun başlattıgı adeti
kardeşleri devam ettirdi. Nevfel Irak'a giden yolu açtı,
Abdüşşems Habeşistan'la olan ticareti geliştirdi, Abdül-
muttalib ise Yemen ticaretini. Mekke tacirleri aynı za-
manda gemi kiralayıp alış-verişlerini Kızıl Deniz ve öte-
sine götürmekle meşhurdular. Haşim'in yenilikçi yakla-
şımı Mekke'nin tüccar sermayesine daha büyük bir hare-
ketlilik veriyor ve Mekkelilere beynelmilel ticarete katıl-
ma fırsatı yaratıyordu. (2)

Mekke büyük bir ticaret merkezi olma yolunda mesa-
fe kat ettikçe, tacirlerin yanısıra geniş bir hizmet sınıfı
oluşmaya başladı. Bu durum hem toplumsal bir tabaka-
laşmaya, hem de sınıf içi çatışmalara yol açıyordu. Mek-
ke tüccarı, elde ettiği servetten ötürü kibirleniyor ve tıp-
kı bu dünyada olduğu gibi öbür dünyada da itibar göre-
ceklerini vehmediyorlardı. Kur'an'da onlârın bu durum-
larına birçok defa işaret edilmektedir.

"Malları ve çocukları en çok olan bizleriz,
azaba uğratılacak da değiliz, derlerdi.
" (34/35)

"(Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar kuvvet-
çe sizden daha yaman, mal ve evlatça sizden daha çok
idiler. Onlar (dünya malından) kendi paylarına düşen-
le zevklerine baktılar, sizden öncekilerin paylarına dü-
şenle zevklerine baktıkları gibi, siz de kendi payınıza
düşenle zevkinize baktınız ve (batıla) dalanlar gibi siz
de (batıla) daldınız. Onların amelleri dünya ve ahiret-
te boşa gitmiştir ve onlar ziyana uğrayanlardır
." (9/69)

Sınıf içi çatışmaların şiddetini en iyi belgeleyen hadi-
selerden biri hılfu'l-fudûl adı verilen ittifakın kurulması-
dır. Nispeten güçlü kesimler iktisadi ilişkilerin boyuna
kendi lehlerine sonuç vermesini sağlamak için, yeri geldi-
ğinde kaba güç kullanmaktan çekinmiyorlardı. Bu durum
hem iç güvenliği zedeliyor, hem de civar bölge tüccârlarının
Mekke panayırlarına itimadını sarsıyordu. Kureyş içinde
Benû Ümeyye fırkası diğerlerine baskı yapıyor ve iktisa-
di rantın büyük bir bölümüne el koymak istiyordu. Bunun
üzerine Benû Haşim, Zühre ve Teym firkaları biraraya
gelerek kendi ittifaklannı kurdular. Muhammed Hami-
dullah hılfu'l-fudûl'ün tesisini şöyle tasvir etmektedir:
Zengin ve itibarlı bir şahıs olan Abdullah bin Cüd'an'ın
evindeki törene genç, ihtiyar Mekkelilerden kalabalık
bir grup iştirak etti ve şöylece yemin ettiler: Allah'a
yemin ederiz ki hepimiz mazlum ile birlikte zalime
karşı, bu zalim mazlumun hakkını verinceye kadar, bir
el gibi olacağız. Bu ittifakımız, denizde bir tüyü ıslata-
bilecek kadar su kalıncaya dek ve Hira ve Sabir tepe-
leri yerinde durdukça ve mazlumun iktisadi durumun-
da eşitliğe tamamen riayet edilerek devam edecektir." (3)
Cengiz Kallek'e göre, hılfu'l-fudûl âmilleri, hedefleri
ve sonuçları bakımından tamamen karşılıklı iktisadi çı-
karları idameye yönelik bir müessese olup; Kureyş'in iti-
barını koruduğu gibi, tehlikeye düşen ticari güvenliğin,
ardından piyasaya, zayıfların gözetildiği bir insaf ve gü-
ven ortamı kazandırmıştır. Temeldeki iktisadi çıkar en-
dişesine. rağmen, zulme karşı oluşunu takdirle karşıla-
yan Hz. Peygamber de bu konuda hissiyatını şu sözlerle
dile getirmiştir: "Abdullah bin Cud'an'ın evinde öyle bir
antlaşmaya tanıklık ettim ki orada bulunmayı kırmızı
develere değişmem. İslam'da öyle bir şeye davet edil-
sem muhakkak giderdim.
" (4)

Öyle anlaşılıyor ki, Mekke'nin önde gelenleri iktisadi
sistem üzerinde tam bir tahakküm kurmuşlardır ve im-
tiyazlarına karşı çıkılması durumunda hemen tepki gös-
termektedirler. Hamidullah, Belazuri'den naklen çok öğ-
retici bir hadiseden söz etmektedir:

Zebid kabilesinden bir tacir Mekke'ye mal satmaya
geldi. Ebu Cehil başka tacirleri Zebidli ile ticaretten
menetti ve kendisi de çok düşük bir fiyat teklif etti.
Ebu Cehil'in öyle bir nüfuzu vardı ki, kimse daha yük-
sek bir fiyat teklif edemedi. Tacir pek üzgün olarak Hz.
Peygambere gitti. Resulullah, üç deveden müteşekkil
malı mal sahibinin istediği fiyattan satın aldı ve Ebu
Cehil ile sert münakaşalar oldu. Belki de bu hadise bir
daha asla uzlaşmamak üzere aralarını açtı. (5)

MEDİNE PAZARI
Müslümanlar Mekke döneminde kendilerine ait bir
iktisat siyaseti uygulama gücüne sahip değildiler. Bu im-
kânı Hicret'ten sonra Medine'de elde ettiler. Hz. Peygam-
ber, Medine'de bir yandan Müslümanların siyasi huku-
kunu belirlemeye yönelik adımlar atarken, bir yandan
da Medine Pazarı'nın temelini atıyordu. Ayrı bir pazar
kurulmasının başlıca iki amacı vardı:
1) İslamî ilkelerin uygulanacağı bir iktisadi düzen kurulması;
2) bu sayede Müslümanlann iktisadi güç elde etmeleri ve inanmayan-
ların sultasından kurtulmaları.
Medine Pazarı'nda iki temel ilke vazedildi:
1) Pazar yerinde kimse belirli bir yeri sahiplenmeyecektir;
2) vergi alınmayacaktır.

Bu ilkeleri bugün şu şekilde
yorumlamanın mümkün olduğu söylenebilir:
1) Siyasi otorite iktisadi hayat içinde rant
oluşumunu engelleyici biçimde davranacaktır;
2) piyasa düzenlemeleri üretici ve satıcılar için cazip
olacak biçimde yapılacak; böylece hem iktisadi hayata
dinamizm gelecek, hem de müşteri konumundaki halk daha
elverişli şartlarda mal temin edebilecektir.

Müslüman bir toplumun iktisat düzenini, müdahale-
den mümkün olduğunca uzak bir serbest rekabet düzeni
olarak tanımlayabiliriz. Hz. Peygamberin narh konul-
ması teklifini "Fiyatları belirleyen Allah'tır" diyerek geri
çevirmesini, hiçbir beşeri organizmanın -zorlayıcı bir
durum söz konusu olmadıkça- fiyat tesbiti hakkına
sahip olmadığı tarzında yorumlayabiliriz: Mesela, hem
bir alim hem de bir muhtesib olan İbn Teymiye, nonnal -
(yani spekülasyondan uzak) piyasalarda resmî fıyat tes-
bitinin doğru olmadığını söylemektedir. "Normal bir pi-
yasada tüccar ve zanaatkârlar müşteriden maliyet fiyat-
larını ve ilaveten risklerinin karşılığı olan bir fazla değe-
ri talep ederler. Daha spekülatif bir piyasa durumunda
ise, piyasaya iştirak edenlerin öznel değerlendirmeleri
önemli bir rol oynar. Merkezî otoritelerin (kıtlık ve ben-
zeri durumlarda) zaman zaman vuku bulan müdahalesi
ahalinin temel ihtiyaçlarının giderilmesi için faydalı ola-
bilir. Ancak, loncalar veya resmî otoriteler tarafından ge-
nel fiyat tesbiti, hem verimsiz, hem de etkisiz olması ha-
sebiyle, doğru değildir."(7)

II
Adam zengin olur mu? Acaba, bir serbest teşebbüs,
serbest rekabet ekonomisi öngören İslam, Müslümanla-
rın zenginleşme, servet edinme ve biriktirme arzularını
nasıl karşılamakta, daha doğrusu hangi şartlar altında
bir "salih amel" olarak görmektedir? Bu soru günlük ha-
yatta karşımıza şu şekilde çıkmaktadır: Acaba yoksullu-
ğa sabretmek mi daha hayırlıdır, yoksa zenginliğe şük-
retmek mi? Sabır mı üstündür, şükür mü? Yoksa bunlar
birbirinden ayrılması imkânsız iki fiil midir? Hz. Ömer,
"Sabırla şükür iki deve farzedilse, hangisine binsem al-
dırmazdım" buyuruyor.

İbn Kayyım el-Cevziyye, sabrın daha faziletli ve üs-
tün olduğunu savunanların delillerini şöyle sıralar: Ku-
r'an-ı Kerim'in doksana yakın yerinde sabır zikredilmiş-
tir. Hz. Peygamber, "Yemek yediren ve şükreden, oruç tu-
tup sabreden gibidir
" buyurmuştur. Burada şükreden,
sabredene benzetilip övülmüştür. Kendisine benzetilenin
mertebesi, benzeyenin mertebesinden daha yüksektir.
Allah Teala şükredenler için "And olsun, eğer şükre,der-
seniz elbette size nimetimi arttırırım
" (İbrahim/7) buyur-
duğu halde, sabredenlerin mükâfatının hesapsız olduğu-
nu haber vermektedir: "Ancak sabredenlere mükâfatları
hesapsız verilecektir
" (Zümer/10).

Şükrün daha faziletli ve üstün olduğunu savunanlar
ise, sabrı yüceltenlerin vesileyi gaye haline getirdiklerini
söyleyerek şükrün tam hakkını vermediklerini ileri sür-
müşlerdir. Allah Teala mahlukatından taleb ettiği şükrü
kendi zikrine yakın kılarak bunların her ikisini de mah-
lukatından istemiştir. Sabır, bunlara giden bir yoldur ve
bunların hizmetçisi ve yardımcısıdır. Nitekim Allah Tea-
la, "Siz beni zikredin ki, ben de sizi anayım. Bana şükre-
din, nankörlük etmeyin
" (Bakara/152) buyurmuştur.
Sabır ve şükür lehindeki bütün delilleri bir bir sıra-
layan İbn Kayyım el-Cevziyye, sonuçta Hz. Ömerin ko-
numuna dönmekte ve "Sabır ile şükürden her biri diğeri-
nin hakikatine girer" demektedir. "Şükür, Allah'a taat ve
ibadet etmek ve O'na isyan etmemektir. Sabır bunların
aslıdır. Taat ve ibadeti edâ ederken çekilen meşakkatle-
re sabretmek ve günahlardan uzaklaşmaya sabretmek
şükrün ta kendisidir. Sabır emredilince, sabretmek şü-
kürdür. Şükür sabırdan sayıldığı zaman, şükrün şükür
olması batıl olur. Sabır şükürden ayrıldığı zaman, sabrın
sabır olması da batıl olur."(8)

Pratik hayatta şükür daha çok zenginlikle (bahşedi-
len nimetlerin çokluğu ile), sabır ise yoksullukla bağlan-
tılıdır. Varlığa şükretmek, yokluğa sabretmek. Müslü-
man çoğunluğun bu ikisini aynı derecede tuttuğunu, ka-
villerinde yoksulluğa, fıillerindeyse zenginliğe mütema-
yil olduklarını söylemenin tarihî (ve fıtri?) gerçeğe daha
yakın olduğunu düşünüyorum. Yani insanlar umumiyet-
le ihtiyaç duyduklarından daha fazla maddi varlığa sa-
hip olmak isterler. İmam-ı Gazali'ye göre bunun birinci
sebebi gelecek korkusudur. "Korkan insan, kötümser
olur. Dolayısıyla, mevcut ihtiyaçlarını karşıladığı anda
bile, uzun hesaplar (tul-i emel) yapar. Hatırına, ihtiyacı-
na yeten malın telef olabileceği ve başkasına muhtaç du-
ruma düşebileceği gelir. Bir kere bu hatırına gelince de
gönlüne korku dolar ve korkunun verdiği rahatsızlığı,
herhangi bir afet halinde başvurabileceği başka bir malı-
nın da olduğunu bilmekten ileri gelen bir güvenlik duy-
gusundan başka şey dindiremez olur. Artık o, geleceği
için beslediği korkudan ve hayata olan sevgisinden dola-
yı, habire uzun bir ömrü, hücum eden ihtiyaçları, malla-
ın afetlere maruz kalma ihtimalini hesap edip durur.
Netice olarak da bu hal, onu korkusunun tek çaresi ola-
rak gördüğü, ihtiyaçtan fazla mal toplamaya iter. Gaza-
li'ye göre bu öyle bir korkudur ki, belirli hiçbir mal mik-
tarı onu dindiremez. Böylelerinin durabileceği son nokta,
dünyadaki her şeye sahip olmalarıdır."(9)

Servet peşinde koşmanm ikinci ve daha kuvvetli sai-
ki, insanoğlunun rububiyet eğilimidir. Gazali'ye göre,
mayasındaki rabbani özellik icabı insan ruhu rububiyeti
sever. Rububiyetin anlamı, kemalde eşsiz ve varlıkta tek
ve rakipsiz olmaktır. İnsan, kamil olmayı, ötesi olmayan
bir amaç olarak, kendi içinde bir amaç olarak arzular.
Ancak, varlıkta tekleşerek kemale erme imkâm olmayın-
ca, bu sefer diğer bütün varlıklara hükmetme yoluyla ke-
male erme ihtiyacını tatmin etmek ister. İnsanlar üzerin-
de hakimiyet, onların ruhlarını ve gönüllerini kendine
ram etmekle mümkün olur. Gönüllerin ram olması ancak
sevgiyle, sevgi ise ancak sevilende bir kemale inanılma-
sıyla mümkün olur. Böyle bir kemal yoksa, o zaman insa-
noğlu bunu mal çokluğu ile dengelemek ister. "Mal vası-
tasıyla insan, köleleri mülkiyetine geçirmeye, hür insan-
ları da köleleştirmeye; gönüllerini kendine bağlayamasa
bile, bedenlerinde ve şahsiyetlerinde tasarrufta buluna-
bilmek için, gerekirse zor ve galebe yoluyla onlara başeğ-
dirmeye çalışır."(10)

İbn Haldun'a göre, şayet insanın kazancı zaruret ve
ihtiyaç kadar olursa, o kişi için bir geçim olur. Bu miktar-
dan fazla olursa, o vakit de bir servet ve sermaye (müte-
rakim mal) olur. Sözkonusu hasılatın ve biriktirilmiş ma-
lın menfaatı şayet belli bir insana ait olup çıkarlarında
ve ihtiyaçlarında harcamak suretiyle bunun semeresi
onun için husule gelirse, buna rızk denir. İnsanın çabası
ve gücü ile hasıl olan bir malı, o insan fiilen faydalan-
maksızın, bir kimse ondan alarak mülkiyeti altında bu-
lundurursa, bu takdirde o kesb adını alır.(11) İbn Haldun,
şahsi serveti umumiyetle şüpheli görür ve servetin kay-
nakları arasında neredeyse hiçbir verimli ve rasyonel
kaynağı saymaz. "Ona göre, büyük kişisel servetleri ça-
lışmakla, iktisadi sebeplerle açıklamak mümkün değil-
dir. Aksine, saydığı servet edinme yollarının hemen ta-
mamı iktisat dışı ve ahlâkî yönden de oldukça lekeli kay-
naklara dayanmaktadır. (12)

Müslüman düşünürler, bir yandan servet elde etme
arayışının, şükür kapısı açık tutulmak şartıyla, meşru
olduğunu belirtirken; diğer yandan, meşru servet birik-
tirmenin zorluğuna işaret etmektedirler. Acaba zengin-
leşme arayışı; gerek devletin, gerekse halkın zenginleş-
meye bakışları Osmanlı döneminde nasıl olmuştur? Bu
soruya verilebilecek ilmi bir cevap, Anadolu'nun yukarı-
da işaret edilen "bilinçaltını" açığa çıkarmamıza yardım-
cı olabilir.

Dikkat: kaynaklar 2. yazı altındadır.