* MUSA TOPBAŞ (1916-1999m)
* Onur KAYA / İstanbul ZAMAN

     Geçtiğimiz yıl 16 Temmuz'da kaybettiğimiz Musa Topbaş, sayıları günden güne azalan gönül sultanlarımızdandı.


     1916 yılında Konya Kadınhanı'nda dünyaya gelen Musa Topbaş puslu bir dönemde kutup yıldızlarının ışığıyla yetişti ve bir kutup yıldızı gibi kayıp gitti dünyamızdan...

musa_toptas1.jpg (14275 bytes)
     Musa Topbaş'ın vefatından sonra yazdığı duygu yüklü yazıda ''Böyle insanlar göçtükçe biz fakirleşiyoruz, ahiret zenginleşiyor... Nerdeyse bütün güzel insanlar orada... Gurbette kaldık adeta...'' diyen yazar Ahmet Taşgetiren haksız mı? Şu birkaç yıl içinde M. Asım Köksal'lar, Abdurrahman Gürses'ler, Timurtaş Uçar'lar, İzzeddin Yıldırım'lar, Kemal Kaçarlar birer kuyrukluyıldız gibi kayıp gitmediler mi âlemimizden? Gönül semamızda parlamayı sürdürseler de fani âlemde yoklar artık. Gündelik hayatın yoğun telaşı arasında gündemimize pek giremeyen bu zirve insanları ve hizmetlerini vefat yıldönümlerinde olsun hatırlayarak Fatihalar, Yasinler göndermek boynumuzun borcu değil mi?..
Geçtiğimiz yıl bugün Rahmet-i Rahmana kavuşan Musa Topbaş'ı başta bayrağı devralan oğlu Osman Nuri Topbaş olmak üzere yakın çevresi şöyle anlatıyor:


O ne güzel kuldu!

     Osman Nuri Topbaş: ''O, zâhirde beni, hakîkatte ise kendisinden feyz almış bulunan nice insanı birer mânevî yetîm olarak bırakıp âhirete intikâl etti. İfâde etmeliyiz ki, nasıl yüce bir dağın azameti, ona eteklerinden bakılınca lâyıkıyla anlaşılıp kavranamazsa, büyük şahsiyetler de böyledir. Mânevî rehberlerin birçoğu hayatlarında nice derinlikleri bilinmeden bu fânî âleme vedâ etmişlerdir.
Şimdi Mevlânâ ile Şems arasındaki firâkın yanışından bir bâdı sabâ üzerimize doğru esmekte ve zaman zaman gönlümüz o eski demlerin hasretiyle yanmakta, gözlerimiz nemlerle buğulanmaktadır.
Şu hadîs-i şerîf ne kadar mânâlıdır:
''Kâmil mü'minler ölmezler! Sadece dünyâ evinden âhiret yurduna hicret ederler.''
Bunun içindir ki ehl-i basîret, her diriye diri, her ölüye de ölü demezler. Zîrâ kul vardır ki, daha hayattayken bile ölüdür ve kul vardır ki, cesedi toprağa intikâl etse de dipdiridir. Onlar, fânîliği ebedî olana fedâ ederek ölümsüzleşmiş ve zevâlden kurtulmuş müstesnâ rûhlardır.


     Biz de Mûsâ Efendi Hazretleri'ne bu pencereden baktığımızda onun hakkında söyleyeceğimiz ilk söz,
''O ne güzel kuldu!'' ifadesinden ibarettir.
Hâlık'tan ötürü mahlûkâta muhabbet ve şefkatte ne güzel bir kuldu!
İncelik, zerâfet ve rikkat-i kalbiyyesi ile bu gök kubbede hoş bir sadâ bırakan ne güzel bir kuldu!


     Bu yüksek hâline rağmen ömür boyu mahviyete bürünürdü. Her güzelliği Hakk'tan bilir ve dâimâ şükür hâlinde olurdu. Maddî ve mânevî hiçbir nîmeti kendisine izâfe etmezdi.
Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek'teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, O, büyük bir meblağ uzatmış ve, ''Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!'' diyerek takdim etmişti.
Ehl-i basîret müstesnâ orada bulunanlara bu ifâde, verilen paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaını uyandırdı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh'tı...
Hakk nâmına yaprak kıpırdatmanın güç ve tehlikeli olduğu bir devirde dahî o, gönül meltemleriyle Kur'ân yapraklarını aralamaktan geri kalmayan devrinin nâdir insanlarından biriydi.

musa_toptas2.jpg (25464 bytes)
     Gönlü ve idrâki, dâimâ âlem-i İslâm'ın ızdırapları ile elemli idi. Ulaşılması imkânsız mekânlarda Müslümanların başına gelen her felâketin sıkıntılarını kalben ve fikren onlarla birlikte yaşar, el uzatmak imkânı olduğu mahalde bunu kimseye hissettirmeyecek büyük bir ihlas ile gerçekleştirir ve etrafını yalnız duâ ile iktifâ etmeyerek bir yardım seferberliğine sevkederdi. Afganistan'dan, Filistin'den, Azerbaycan'dan, Bosna'dan ve en son da Kosova'dan gelen feryatlar, ilk onun yüreğini kanatırdı.
Hazreti Hüdâyî ne güzel söylemiş:
Kim umar senden vefâyı / Yalan dünyâ değil misin? / Muhammedü'lMustafâ'yı / Alan dünyâ değil misin?


     Evet Muhammedü'l Mustafâ'yı alan dünyâ, onu da aramızdan çekip aldı. O, 16 Temmuz 1999 Cuma günü cuma ezânları okunurken bu fânî âlemden nâdîde bir yıldız misâli ukbâ âlemine süzülerek bizlere ''elvedâ'' dedi.
Bütün bir ömrünü hep o büyük yâre kavuşma arzusunun tarifsiz yanış ve iştiyakı içinde geçiren muhterem pederim, tefekküri mevti çok severdi. Bu meyanda şâir Yahyâ Kemâl'in
''Sessiz Gemi'' isimli şu şiirini çok tekrarlardı:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan!
Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,
Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli.
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayâtın ne de son mâtemidir bu!''


'Politika kalbi karartır '
     M. Tevfik Kolbaşı: ''Günlük hayatımızda toplumumuzu maalesef çok meşgul eden, politika ve siyasetin kalbi karartan şeylerden olduğunu her hizmetin bir ehli olduğunu, işi onlara bırakmak gerektiğini ifade buyurarak, ''Mü'min ferasetlidir...'' derdi.
İlerlemiş yaşlarına, çeşitli rahatsızlıklarına rağmen, günlük hayatlarında ve seyahatlerinde, misafirliklerinde, alışık oldukları yaşayışın gayrındaki halleri anlayışla karşılar ve yadırgamazdı. Son yıllarda çeşitli rahatsızlıkların verdiği ızdıraba rağmen, tam bir Eyyub sabrı ile, ''Ben, halimden memnunum...'' buyurarak, Allahu Teâlâ'nın imtihanını, tam bir teslimiyetle kabul buyurmuşlardı.
Tevazuun zirvesinde olduğu için, zamanlı zamansız kendisine tazimde bulunulmasından sıkıntı duyar, bazı kimselerde hastalık halinde olan el öptürmeden kaçınırdı.''

musa_toptas3.jpg (14132 bytes)
Ücra köye uzanan yardım
     Prof. Dr. S. Mehmet Şen: ''Bir Anadolu kasabasının güzel mi güzel bir köyünde, yani benim köyümde 1950'lerin sonunda bir Kur'an kursu açılmış ve neredeyse namaz kıldıranın ve cenaze yıkayanın kalmadığı bir dönemde çok güzel ve verimli bir hizmete kapı aralanmıştı. Fakir aile çocuklarıydı bu kurslarda okuyanlar ve gelen yardımlarla geçimleri sağlanırdı. İşte bu kursda okuyan çocuklar için birileri top top kumaşlar gönderir ve gönül hanelerini mamur etmek amacıyla küçücük yaşlarda gurbete çıkmış bu fakir Anadolu çocuklarının tertemiz giyinmelerini sağlardı. Acaba kimdi bu top top kumaşların sahibi mi diyorsunuz? Anadolu'nun ücra bir köyünde kurulmuş bir Kur'an kursundan haberi olan bir gönül adamı olmalıydı bu. İşte tam o yıllarda duymuştum Topbaş ailesini ve Cömertlik Timsali'ni.

     Onun kolu, bir Anadolu kasabasının küçük bir köyüne ulaştığı gibi, doğuda Müslüman Türk illerine, batıda ise ecdat yadigârı İslâm coğrafyalarına kadar uzanabiliyordu, çaresiz insanların dertlerine deva olabilmek için. O veriyor, sürekli veriyordu. Çünkü O vermeden edemezdi. Bu haliyle O'nu, ulu bir dağın yamacına yaslanmış, suyu ''gürül gürül'' akan bir çoban çeşmesine benzetebilirsiniz. Evlerimizdeki ve sokak başlarındaki musluklu şehir çeşmelerine ise hiç benzemezler çoban çeşmeleri. Tanıdık, tanımadık ayrımı yapmadan, biteviye akarlar; çatlayan dudakları ıslatmak, yanan ciğerleri serinletmek için.''

Meyve'nin iyisi misafire
     İbrahim Çelik (Hususi hizmetkarı): Medine-i Münevvere'ye hicretimizden sonra pederimiz (Musa Topbaş) fakire iki büyük zata ve gelen misafirlere dikkatli ve kusursuz hizmet edilmesini buyurdular. Birincisi Şamlı Abdullah Efendi, ikincisi Mevlana Kadiri Ziyaeddin Efendi. Onların her türlü giderleri, masrafları görülürdü. Çarşamba günleri de hem devlethaneye, hem de Ziyaeddin Efendi'ye sebze-meyve götürülürdü. Bazen pederimiz bizzat kendileri giderdi. İşte o günlerde namaz dönüşlerinde ''Ben iyiyim bugün; hale beraber gidelim.'' derlerdi. Beraber hale gideriz, sandıklarla sebzeleri beğeniriz. ''Efendim, ben halledeyim'' derim; yok. ''Bir naylon torba verin'' buyururlardı. Kendileri sandığın içinden mesela domateslerin eziklerini torbaya koyarlardı. Güzelce meyvanın sebzenin eziklerini ayırır, torbaya doldurur, ''Bunlar bizim fakirhaneye, sandıklar devlethaneye'' buyururlardı. Devlethaneye her şeyin en güzeli gidecek.


Herkesin yardımına koşardı
     Tesbihini eline alıp bir köşeye çekilerek dışarıdaki hizmeti aksatanları pek tasvip etmezlerdi. ''Bizim insanımız hem tespihini çekecek hem de hizmete devam edecek.'' derlerdi. Herkesin kendi kabiliyetine göre hizmetin içerisinde olmasını arzu ederlerdi. Hicazda Harem-i Şerif'in etrafında kalan Asya ve Afrika ülkelerinden gelmiş maddi durumu elverişli olmayan hacıları mümkün olduğunca gözetir hatta bazı soğuk gecelerde üşüyeceklerini düşünerek kendilerine battaniye dağıtılmasını isterlerdi. Hemen battaniyeler alınır dağıtılırdı. Zamanla battaniyeler her an hazır bekletilir hale geldi.
En büyük zevklerinden birisi Medine-i Münevvere'deki Ramazan sofraları idi. İlk kez revakların altında 25-30 kişilik açılan bu sofralar, çok geçmeden 50 kişiye kadar yükseltilmişti. Ertesi yıl çok titiz bir şekilde 300-400 kişilik sofralar açtık. Harem idaresi de intizamından dolayı üstâdımızın sofrasını birincilikle ödüllendirdi. Müteakip yıllarda sofralarımız 700-800 kişiye kadar çıktı. Harem içerisinde yemekli sofraların açılımı yasaklanınca dışarıda sofralar açmayı arzu ettiler. Buhara pilavı yaptırdık o sene. Çok beğenilince soframıza rağbet daha da arttı ve 1500 kişiye kadar çıkardık sayıyı. O bereketli sofralar halen devam ediyor. ''


Hastalığı sırasındaki sözleri
     Musa Topbaş Efendi’nin ömrünün son demlerinde hasta yatağında arasıra gözünü açıp yakınlarıyla göz göze geldiği anlarda dudaklarından şu sözler döküldü:
Ömrüm boyunca hep Allah’a (c.c) kul olmaya çalıştım. Mümine yakışan kaliteli kul olmasıdır.
Her şey boş; Allah’a kulluktan başka...
Hizmetle yorulan hizmetle dinlenir.
Ömrüm hep ağlamakla geçti...
İhvanın sükûtu da sohbettir.
Merhamet her şeyin başıdır.
Anadolu'dan gelenlere hizmet edelim. Sıhhatim olsa ben de hizmet etmek isterim.
Dünya da boş ukba da boş; illa Cenab-ı Hakkın rızası."