MEKKE'YE GİDEN YOL
..: Muhammed ESED :..

Haz: Nalan BİLGEN
..:
nalanbilgen@patikalar.net :..

 

1952 yıllarının başlarında Pakistan’ın B.M.’deki temsilcisi olarak Paris’e oradan da Newyork’a giden Muhammed Esed batı kökenli bir Müslüman olarak dikkatleri toplamıştır. Avrupalı, Amerikalı dost ve tanıdıkları arasında onun İslamiyet’i seçiş hikayesi derin bir merak uyandırmaya başlamıştır. Önceleri Esed’i Doğulu bir hükümetin özel bir amaçla görevlendirdiği Avrupalı bir ‘uzman’ yerine koydular. Bu durumda Esed onlar için, hesabına çalıştığı ulusun yaşama biçimini ve geleneklerini dışardan benimsemiş biriydi. Fakat ne zaman ki, B.M.’deki etkinlikleri sadece işlevsel olarak değil, aynı zamanda duygusal ve zihinsel olarak da kendini bütünüyle İslam dünyasının politik ve kültürel hedefleriyle özdeşleştirdiğini ortaya koydu, işte o zaman batılı dostları bir çeşit şaşkınlığa düştüler. Onun geçmişini ve geçmişteki deneyimlerini merak edenler bir kitap yazmasını istediler. Mekke’ye Giden Yol, işte isteklerin sonucunda 1954 yılında ortaya çıktı.

Bu kitap, çocukluk ve gençlik yıllarının duygusal arayışlarını, gazeteciliğe başladığı dönemlerin sancılarını, 1922’de Doğu dünyasıyla ilk tanışıklığını ve 1936’ya kadar süren Doğu seyahatlerini edebi bir dille anlatıyor.

Muhammed Esed, uzun süren seyahatleri boyunca Müslümanlarla kurduğu içsel bağlantıyı ve onlar hakkındaki izlenimlerini ayrıntılarıyla aktarıyor.

“Cuma günü -Müslümanların bayram günü- Şam’da hayatın ritmindeki değişikliği hemen fark edebilirdiniz. Mutlu bir heyecan ve ciddiyet esintisi dolaşırdı yüzlerde. Bizim Avrupa’daki Pazar günlerimizi düşünüyorum da, orada herhangi bir şehrin sessiz caddelerini, kepenkleri çekilmiş dükkanlarını... O her bakımdan boş günleri boşluğun yol açtığı can sıkıntısını hatırlıyordum: bu niçin böyleydi? Bunun şimdi daha iyi anlıyordum: çünkü Avrupa halkının büyük bir çoğunluğu, hayatı her gün sırtlarında ağır bir yük olarak taşıyorlardı; Pazar günü bu yükü sırtlarından indirdikleri bir gündü onlar için. Dolayısıyla Pazar günü artık hayatın daha sıcak bir solukla ruhlarda gezindiği bir bayram ve esenlik günü değil, pusuda bekleyen ‘iş günleri’nin ağır ve sıkboğaz edici karanlığından kaçıp sığınılar gerçek dışı, aldatıcı bir avuntu bir unutma günüydü. Oysa Araplar için Cuma günü hiç de günlük işlerini unutmak için yaratılmış bir fırsat olarak görülmüyordu. Bu durum hayatın, nimetlerini bu insanların kucağına kolay ve zahmetsizce bırakmasından ileri gelmiyordu şüphesiz; bu durum sadece, bu insanların, işlerini, ne kadar ağır olursa olsun, kendi kişisel arzularıyla zıtlık içinde görmemelerinden, ya da kendi kişisel kaderleriyle gördükleri işi, ruhsal bölünmeye yol açacak biçimde kısır bir çatışmaya sokmamalarından ileri geliyordu. Salt bir iş yapmış olmak için, iş yapmak olgusunun yeri yoktu bu insanların hayatında; tam tersine çalışan insanla, yaptığı iş arasında içsel bir bağ, kesintisiz bir temas vardı. Bu nedenle insan ancak yorulduğu zaman işi bırakmak gereğini duyuyordu. İnsanla işi arasındaki bu barışıklık, çalışma hayatının ya da tüm olarak hayatın tabi seyrinin bir gereği olarak, ancak İslam öğretisiyle sağlanmış olmalıydı. Bu nedenle Cuma gününün zorunlu bir dinlenme günü olduğunu öngören dini bir ilke yoktu. Küçük esnaf ve zanaatçılar, Cuma günü birkaç saat çalıştıktan sonra Cuma namazı için, dükkanlarından ayrılıyorlar; Cuma namazından çıkınca belki bir süre kahvede eş-dostla görüşüp sohbet ediyor, sonra da büyük bir rahatlık içinde birkaç saat daha çalışmak üzere dükkanlarına dönüyorlardı. Bunu herkes hoşnutlukla isteyerek yapıyordu. Yalnız çok az sayıda dükkan kapalıydı ve Cuma saati dışında caddeler her günkü gibi kalabalıktı.”

İslam, sözcüğün genel geçer anlamıyla bir ‘din’ olmaktan çok bir hayat tarzı, bir yaşama yöntemiydi. Teolojik bir sistem olmaktan çok, kişisel ve toplumsal davranışlar için öngörülen, Allah inancı ve kulluk duyarlığına dayalı topyekün bir yaşama programıydı. Kur’an’ın hiç bir ye­rinde Hıristiyanî anlamda bir ‘Kefaret’ kavramına, bireyle onun kaderi arasına dikilen bir ‘ilk ve kalıtsal günah’ fikrine rastlamamıştım. Çünkü, ‘kişiye say’inden başkası yoktu Kur’an’a göre. Arınmak, Allah’a yaklaşmak için gizli, batıni kapıları zorlamak fikrine götüren bir çilecilik yoktu; çünkü Kur’an’a göre arınmışlık, insanın doğuştan getirdiği bir nitelikti; günahsa, Allah’ın herkese doğuştan verdiği fıtri ve olumlu değerlerden kopmak ve uzaklaşmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Kur’an’ın insan do­ğası hakkındaki yargılarında dualizmin izine bile rastlan­mıyordu; onun getirdiği öğretide ruh ve beden ayrımı, yerini tek ve bütünsel insan varlığına bırakıyordu.

Kur’an’ın yalnız manevi meselelerle değil de, hayatın görünüşte çok önemsiz, günlük ve dünyevi yanıyla da ilgilendiğini görmek, önceleri biraz ürkütmüştü beni; zaman­la anlamaya başladım ki, eğer insan gerçekten ruh ve be­den bütünlüğü içinde yaratılmış bir varlıksa - ki İslam öy­le olduğunu söylüyordu - o zaman insan hayatının hiçbir yanı, din alanının dışına düşecek kadar ‘önemsiz’ olamaz. Öte yandan Kur’an, ona bağlananların, bu dünyadaki hayatın, insan için öngörülen daha yüksek bir varoluş sife­rinin sadece bir parçası olduğunu ve nihai amacın mane­vi bir nitelik taşıdığını unutmalarına asla izin vermiyordu. Maddi başarının arzu edilir olmakla beraber, kendi içinde bir amaç olmadığını söylüyordu; o halde insanın arzu ve hevesleri, soyut anlamda olumlanmakla birlikte, mo­ral değerler ve ahlaki bilinçlilik aracılığıyla sınırlandırıl­malı, denetim altında tutulmalıydı. Sözü edilen bu bilinç­lilik de sadece insanla Allah arasındaki ilişkilere değil in­sanla insan arasındaki ilişkilere de yön vermeliydi; sadece bireyin manevi gelişimini sağlayan koşulların yaratılma­sında değil bütün bir toplumun manevi gelişimini, hayatın hemen herkes tarafından olabildiğince yoğun bir biçimde yaşanmasını sağlayabilecek toplumsal koşulların ya­ratılmasında da bütün parlaklığıyla yansımalıydı...

Bütün bunlar, İslam hakkında çok önceleri okuduğum ya da duyduğum şeylerden, entelektüel ve ahlaki düzlem­de çok daha ‘kayda değer’ şeylerdi. Bu şekliyle İslam’ın ruh problemine yaklaşımı, Eski Ahid’inkinden çok daha derin ve anlamlıydı; üstelik onun, Eski Ahid gibi, özel bir kavimden yana koyduğu herhangi bir tercihi de yoktu. Ten problemine yaklaşımı ise, Yeni Ahid’inkinin tersine son derece olumluydu. Ruh ve ten, insanın Allah’ın bah­şettiği, Allah’ın eseri olan hayatının ikiz yüzleri olarak, tek bir kaide üzerinde, yükseliyor ve bizim varoluşu bir bütün­lük içinde hissetmemize elverecek biçimde, her biri, hayatı kendi çizgileriyle yansıtıyorlar.

Araplarda uzun süreden beri hissettiğim duygusal güvenlilik de acaba, diye soruyordum kendi kendime, bu öğretinin eseri değil miydi?”

Bu kitapta bir kişinin İslamiyet’e adım adım girişinin hikayesini, duygusal ve edebi bir anlatımla bulabilirsiniz.




 

 

 

 

 

 




Salt bir iş yapmış olmak için, iş yapmak olgusunun yeri yoktu bu insanların hayatında; tam tersine çalışan insanla, yaptığı iş arasında içsel bir bağ, kesintisiz bir temas vardı. Bu nedenle insan ancak yorulduğu zaman işi bırakmak gereğini duyuyordu. İnsanla işi arasındaki bu barışıklık, çalışma hayatının ya da tüm olarak hayatın tabi seyrinin bir gereği olarak, ancak İslam öğretisiyle sağlanmış olmalıydı. Bu nedenle Cuma gününün zorunlu bir dinlenme günü olduğunu öngören dini bir ilke yoktu.

.
   










ANASAYFA

Patikalar © 2001
Fa
&aL Tasarım