Hacı Cemal Öğüt - Alasonyalı Hacı CEMAL ÖĞÜT (1887-1966)

HAYATI-ESERLERİ. cevaplar.org

   
Mahir İz O'nun için: "İsimler gökten iner derler; dışı da, içi de cemal sıfat-ı celîlesine mazhar olmuştu." demiştir.

Üstad Necip Fazıl ise: "Dinî ve şer'î ilimlerde asrımızın en seçkin örneklerinden, Fatih Camii vaizi, 77 yaşında, 27 yaşındaki delikanlıdan daha genç Hacı Cemal Öğüt…" diye bahsetmiştir.

O, bütün hayatını ilime adamıştı, bundan ötürü: "Türk milletinin medeniyetlere erişmesi için, müsbet ilim yolunda gece gündüz çalışması gerekir" diyor Cemal Hoca… İşte bunun için 6000 ciltlik muazzam kütüphanesini Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ne bağışlamıştır.

HAYATI

Cemal Öğüt Hoca Efendi, 1887 yılında Yunanistan'da, Mora Yenişehir'e bağlı Alasonya'da dünyaya gelmiştir. Selçuklu Türklerinden olan Cemal Hoca'nın ailesi, Rumeli fethedilince Yunanistan'a mecburi muhaceret yapmış-göçmüş. Kızı Hikmet Öğüt Hanımefendi'nin anlattığına göre, varlıklı aileler gitsin orada medreseler, camiler yaptırsın oraları İslamlaştırsın diye bu hicret gerçekleşmiş. 300-400 sene kadar orada ikamet etmişler.

TAHSİLİ

Müderris ve müftü Ömer Hulûsi Efendi'den Arapça ve Arap Edebiyatı okuyup, hafızlığını tamamlamıştır. Orta ve Lise'yi memleketinde okuyan Cemal Hoca, üniversite okumak için 1903 yılında İstanbul'a gelmiş ve Dâru'l-Fünûn Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Bunun yanında, Ders Vekili (Rektör) Hacı Ali Efendi'den feyz alan Cemal Hoca, Fatih dersiâmlarından (Profesör) İzmir'li Halil Efendi ve Düzceli meşhur âlim Zâhid Kevserî'den icâzet (diploma) almıştır. Cemal Hoca aynı zamanda, Medresetü'l-Mütehassisîn'den de mezun olmuştur.

HİTABETİ

Hitabeti oldukça kuvvetli olan Cemal Hoca, cemaatini ve muhatap olduğu insanları o denli etkiliyordu ki, cami cemaatinin camiden çıkarken yüzlerinde oluşan tebessümün yanı sıra, bir dönem görev yaptığı İmralı Açık Cezaevi için: "İmralı bir ıslahhane oldu" denmesi bunun en açık örneklerindendir…

Kızı Hikmet Öğüt Hanımefendi de babası için: "Camide babam katiyyen sert konuşmazdı. Yumuşacık, tatlı, mizahi hitap ederdi "Evladcığım onlar ekalliyet-azınlık, benim söylediklerimi hemen anlayabilecek durumda değiller. Ancak böyle yumuşaklıkla onların zihinlerine bir şeyler sokarsın" derdi. Ben o zaman "kürsüde diri konuşacağınıza şaka yapıyorsunuz olur mu" derdim. Sonradan öğrendim ki öylesi gerekiyormuş. Cemaat çok severdi, oluk oluk etrafına toplanırdı. Hanımlara da onların anlayacağı şekilde ayrı vaaz verirdi."

MÜDAFAA-İ MİLLİYE TEŞKİLÂTI VE KUVA-YI MİLLİYE İÇİN YAPTIKLARI

Cemal Hocanın vatana olan düşkünlüğünün en bâriz-
açık göstergesini ise, İstanbul'un işgalinin ilk günlerinde kurduğu Kurtuluş Savaşının gizli örgütlerinden olan "Millî Müdafaa Teşkilâtı"nda yaptığı çalışmalardan anlıyoruz. Merkezi Anadolu'da bulunan Müdafaa-i Milliye Teşkilâtı'nın bir şubesi de Beşiktaş'tadır. Cemal Hocanın Beşiktaş semtinde yaptığı çalışmalara yakın arkadaşları da iştirak etmiştir-katılmıştır.

Bu örgüt, çalışmalarını büyük bir gizlilik içerisinde yürütmektedir. Millî Müdafaa Teşkilâtının 44 maddeden oluşan tüzüğünü ise Cemal Hoca kendisi yazmıştır. Tüzük, teşkilâtın "maksat ve mesleği"nden bahsederek, "muzır-zarar verici unsurların, Müslüman ve özellikle de Türk unsuruna karşı cibilliyetleri-tabiatları gereği besledikleri emel ve niyetler"i açıklar.

"Bu "imhakâr-
imhacı ve gayr-i insanî-insani olmayan teşkilât ününde, ismet-i kalbiye-temiz kalp ve saf düşünce ile hâdiselerin cilveleri beklenir ve onlara mâni olucu sebepler hazırlanmazsa; (Allah korusun), mukaddesatımız, şahsî ve millî namusumuz, çoluk çocuklarımız, meskenlerimiz ve elhâsıl-özet olarak bütün mevcudiyetimiz-varlığımız heder-yok olup" gidecektir."

İşte Millî Müdafaa Teşkilâtı bu sebepten kurulmuştur. Devamı şöyledir:

"Mühim anlarda başsız ve intizamsız kalmanın elîm
-acı veren neticeleri belirtilerek, teşkilâtın lüzumu tekrarlanır. Çünkü muzır-zarar verici unsurların Patrikhâne'yi bir silâh deposu haline getirdikleri, ayrıca çeşit çeşit zararlı teşkilâtlar kurdukları ifade edilir. Bunlardan bazıları şöylece sayılır: "ilmî ve dini kisvelere-örtülere bürünmüş birçok gizli teşkilâtlardan başka, ingiliz Muhibleri-sevenleri Cemiyeti, Nigehban-bekçi Cemiyeti, Amele Siyanet-işçi koruma Cemiyeti, Komünist Cemiyeti..vs."

Tüzükte birtakım gizli ve tehlikeli gayeler taşıyan söz konusu teşkilâtların, Müslümanları tesir altına almak için yaptıkları faaliyetlerden Müslümanların etkilenip, onlara kanabileceği açıklanır.

Toplumda nifak
-ikilik çıkarıp, tefrika-ayrılık oluşturmak maksadıyla kurulmuş olan bu teşkilâtlara karşı, vatanın menfaatleri icabı ve milletin birliğini temin edecek milliyetperver cesur zatlara ihtiyaç vardır ve bunlar Müdafaa-i Milliye'ye (Milli savunmaya) hizmet amaçlı çağırılırlar.

Cemal Hoca canla başla çalıştığı gibi, evini de teşkilâtın merkezi yapmıştır. En büyük yardımcıları ise, Miralay
-Albay Halil bey, Etfal-çocuk Hastanesi eczacısı Cemal bey, Sabri bey ve Komiser Rifat bey'dir. Yapılan çalışmalar teşkilâta katılanların sayısını artırır. Özellikle Beşiktaş camilerinde büyük faaliyet vardır. Teşkilât faaliyetlerinin büyük bir gizlilik içerisinde yürütüldüğünden bahsetmiştik. Bu maksatla, yatsı namazından sonra Cemal Hocanın evine getirileceklerin önce gözleri bağlanıyor sonra da alt taraftaki kapıdan içeri alınıyorlardı. Giderken de geldikleri yeri tanımamaları için arka kapıdan çıkarılıyorlardı. Cemal Hocanın hanımı da evdeki faaliyetlere yardım ediyordu.

Uzunca bir sedirin yarım metre kadar yukarısına kadar uzanan birbirine eklenmiş yatak çarşafları sarkıyor ve bu tavandan sarkan çarşafların arkasındaki sedire oturmuş üç-beş kişinin yüzleri de görünmüyordu. Önlerindeki masanın üzerinde ise, Kur'ân-ı Kerim, ekmek ve tabanca vardı.

"Bu masanın önüne getirilen adamın gözlerini açan Cemal Hoca, "bak kardeşim", diyor, "vatanımız, milletimiz, halifemiz, namus ve şerefimiz tehlikededir. Şimdi bir teşkilât kurup elbirliğiyle mücadele etmek ve bu suretle vazifemizi yapmak emr-i İlâhi'dir (Allahın emridir). Şu anda sen beni gördün, istersen ihbar edip yakalatabilirsin. Benim bir kurşunluk işim var. Fakat, bak, şu perdenin arkasında oturanlar da seni gördüler. Şimdi kararını ver. Kurduğumuz teşkilât içinde bizimle çalışacak mısın?"

Bu gelen adam, ya da adamlar, "evet, çalışacağım" deyince, masanın üzerinde bulunan ekmek ve tabancaya el basarak, Kur'ân-ı Kerim'i de öperek şöyle yemin ederler:

"
Millî Müdafaanın yüce gayesine matuf-yöneltilmiş herhangi bir vazifeyi iktidarım-gücüm dâhilinde ifa edeceğime-yerine getireceğime ve nizamnamesi hükümlerine sâdık kalacağıma yemin ederim, vallahi, billahi, tallahi..."

Cemal Hoca Müdafaa-i Milliye Teşkilâtına mücahitler kazandırdığı gibi, aynı zamanda Anadolu'da bulunan Kuva-yı Milliye'ye (
Milli Kuvvetlere) de silah ve cephane temin etmek için müthiş çaba sarfetmiştir. Cemal Hoca çok zekice ve cesurane bir plan tertiplemiştir. Bu planı kızı Hikmet Öğüt Hanımefendi şöyle anlatıyor:

"Şimdi Teknik Üniversite'ye ait bulunan Maçka Silâhhânesi, o zaman işgal kuvvetlerinin çok sıkı kontrolü altındadır. Bu sıkı kontrol altındaki silâhhâneye girmek ve hele de oradan silâh kaçırmak âdeta imkânsız bir iştir. Ama, babacığım kafasına koymuştur; mutlaka oradaki silâhlar alınmalı ve Anadolu'daki mücahitlere sevkedilmeliydi. Ama kuş uçurtulmayan bu binadan silâh nasıl kaçırılacaktı? Efendi Baba, kocaman bir tabut hazırlatır. Etrafına da beş on cemaat… Bunlardan birinin Maçka Silâhhânesindeki asker oğlu ölmüştür. Şimdi gidip cenazeyi oradan alacaklar ve gerekli vazifeler yapıldıktan sonra, götürüp defnedeceklerdir. Cenaze sahibi rolündeki zatın eline, mendile sarılmış acı soğan verilir. Adamcağız bunu ikide bir yüzüne gözüne sürüp ağlamalıdır. Tabutun önünde sarığı ve cübbesi ile Hoca Efendi, arkasında da cenaze sahibi ve tabutu taşıyanlar, Maçka Kışlasına girerler. Kapıdaki nöbetçiler durumdan şüphelenmezler. İçeriye giren cemaat, kendi üzerlerini ve o kocaman tabutu ağzına kadar silâhlarla doldururlar. Ve yine üzgün ve süzgün bir edâ ile çıkıp giderler."

Cemal Efendi üzerine mümkün miktarda silah alıp, cübbesi ile kamufle eder. Maçka Kışlasında içerisine silah doldurdukları tabutu Feriköy Mezarlığına götürüp daha önce hazırladıkları mezara gömerler. Birkaç gün sonra gece vakti, Ayazağa köyünden Mandacı Fehmi Efendi ve adamları, söz konusu mezarı kazarak silah ve cephaneleri alırlar, at arabasına yükleyerek Kilyos'a götürürler ve sahile yakın bir yerde topladıkları diğer silahlarla birlikte takalara yüklerler ve İnebolu üzerinden Anadolu'ya Kuva-yı Milliye'ye ulaştırırlar.

"Cemal Hoca, Müdafaa-i Milliye Teşkilâtının bütün çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde yürütür. Ancak, her türlü tedbire rağmen, faaliyeti etraftan sezilir. Komşusu olan bir Rum bakkal, bir gün ona gruplar halinde dolaşan İngiliz askerlerini göstererek der ki:

"Hoca, farkındayım, iyi çalışıyorsun. Şimdi seni şunlara söylesem bir kurşunluk canın var. Fakat söylemeyeceğim, çünkü ben de komitacıyım (
gizli örgüt üyesi), sizi takdir ediyorum." Hoca, hiç bozuntuya vermez ve tebessüm ederek sessizce oradan uzaklaşır."

İSTANBUL MEBUSLUĞUNU-MİLLETVEKİLLİĞİNİ REDDETMESİ

Zafer kazanılmış ve Cemal Hoca'ya da İstanbul mebusluğu teklif edilmiştir. Fakat O, bu teklifi kabul etmez ve: "Ben vatanım için çalıştım, vazife istemem" der. Fakat Müdafaa-i Milliye Teşkilâtını birlikte kurduğu ve çalışmaları birlikte yürüttüğü yakın arkadaşı Komiser Rifat Bey, Emniyet Genel Müdürlüğü görevine getirilmiştir. Dostlukları bundan sonra da devam eder.

ESAD EFENDİ'Yİ ZİYARETİ

"Bir gün, eski dostu Rifat Bey, Hoca'yı Ankara'ya çağırır. Çok önemli bir mesele olmasa böyle bir davet o günkü şartlar altında yapılmayacağı düşüncesiyle, Cemal Hoca Ankara'ya gider. Görüşmeleri sırasında Rifat Bey, Hoca'ya şöyle der:

"Artık, Esad Efendiyi ziyarete gitme. Çünkü, O'nu istemiyorlar. 70 bin müridi var diye korkuyorlar. Bu adamın mutlaka ortadan kalkması lâzım diyorlar. Ben, "niçin?" diyorum, "kabahati nedir?", diye soruyorum. Ve bu makamda kaldığım sürece de, böyle bir işe âlet olmayacağım. Ancak, beni buradan alıp vali yapacaklar ve bu makama da bir adamlarını getirip bu işi halledecekler. Sakın sakın, Esad Efendiyi ziyaret etme… Hatta birkaç ay, evinden dışarı çıkma!"

Cemal Hoca, kendisine yapılan bütün sıkı tembihata-öğütlere rağmen, Ankara'dan dönerken Pendik'te trenden iner ve Erenköyü'nde oturan Esad Efendi'ye gider. Öğrendiği bilgileri aktarıp aktarmama kararsızlığı içinde iken Esad Efendi, gayet sakin bir tevekkülle, âdeta başına gelecekleri haber verir. Hatta, içinde şöyle mısralar geçen bir de şiir okur;

Esad unuttu Erbil'i, Kâbe'yi
Canımı canânıma-
sevgilime vermişim, artık...

Hoca Efendi, bu durum karşısında öğrendiklerini söylemeye gerek duymaz ve Şeyh'in elini öperek veda eder. Gerçekten de bu son görüşmeleri olur. Çünkü Esad Efendi 23 Aralık 1930'da Menemen vakası-
olayı sebebiyle tutuklanarak idam talebiyle yargılanır. Yaşının ilerlemiş olması hasebiyle-gereğince idam cezası müebbed hapse çevilir. Menemen askerî hastanesinde üremi tedavisi gördüğü sıralarda vefat eder. Fakat zehirlendiği de söylenmektedir. Esad Efendi'nin naaşı ailesine verilmeyerek Menemen'de defnedilir…

Evet, Esad Efendi'nin zehirlendiğinin en büyük kanıtı belki de naaşının ailesine verilmeyerek apar topar defnedilmesidir…


KIZI HİKMET ÖĞÜT HANIMEFENDİ'NİN AĞZINDAN HÂTIRALAR

"Hacı Ali Efendi dedemin Osmanlı konağında kurduğu bir düzen varmış o bizim evde de devam etti. Dedem Fatih Camiinde namazını kılar, eve gelir tokmakla kapıyı vurur hacı kalfa açarmış. Bir gün dönüşünde tokmakla kapıyı çalıyor, kapı açılınca bir kara elin telaşla salladığını görüp, dedem meraklanıyor ve "ne oldu hacı kalfa?" diyor. Hacı Kalfa; "kızımız oldu, kızımız oldu efendim" diye bağırıyor. Hacı Ali Efendi "Allah Allah bu ne hikmettir, -çok af edersiniz- Münire hamile miydi?" diyor. Edebe bakın evladlarım, annem ki rahatsız olur, vücudu şişerdi. Fakat kendiciğini nasıl saklamış."

SIRLI BİR HÂDİSE

Cemal Hoca'nın kızı Hikmet Öğüt Hanımefendi, kardeşinin vefat etmesi üzerine enfarktüs-
kalp krizi geçiren babasının, hasta olduğu o sıralarda, büyük eseri olan "Eyyûb Sultan"ı nasıl yazdığını şöyle anlatıyor:

"Babacığımı melâmi tarikatından Kudret Kurutluoğlu isimli bitişik komşumuz bir doktor tedaviye aldı. "Aman evladım baban şu anda kritik durumda şöyle yap, böyle yapma" diyor. Ben de kendisini kontrol ediyorum. Mısır ulemasından-
alimlerinden bir zatın bir kitabını tercüme ediyor. Bir gün yukarıdan tak tak sesler geldi. Yukarı çıktım babam hala masaya vuruyor, koştum bitişikteki doktor amcayı çağırdım, abdest alıyormuş hemen geldi. Şöyle kapıdan bir baktı geri çekildi, ben heyecanla, doktor amca nabız dinleyecek, tansiyonu kontrol edecek diye bekliyorum. Doktor amca "bir hal üzeredir rahatsız etmeyelim" dedi. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, babacığım "Hikmet kızım misafiri geçirdin mi?" diye içeriden seslendi. Ben de gelenin kim olduğunu bilmiyorum ama geçirdim dedim. "Elini öptün mü?" diye sordu. "Öptüm babacığım" dedim. "Ben onu yapamadım" deyince "ama kim olduğunu bilmiyorum" dedim. "Ben de bilmiyordum evladım çat diye kapıyı açtı uzunca boylu nur yüzlü beyaz sakallı bir zat; "bırak Ali'yi beni yaz, beni yaz" dedi. Ben de "baş üstüne fakat zati aliniz-şahsınız kimsiniz" dedim "Halid Eba Eyyüb" dedi ve çekti kapıyı gitti dedi. Babacığım Eyyüb Sultan isimli eserini bunun üzerine kaleme almıştır.

Babacığım kitabı hazırladı, bastıracak para yok. Çünkü hocalar çok az maaş alıyordu. Bizim bitişik komşumuz Mustafa amca Dolmabahçe sarayının baş hademesiydi. Atatürk onun sakalını tutar "ben sakalı sevmem ama sana yakışıyor" dermiş. Mustafa Kemal, Ali Çetinkaya'lar konuşurken o duymuş, diyorlarmış ki "hocalarda ilim var, onlar ağızlarını açtılar mı karşılarındakileri kandırırlar, onlara yalnız ekmek parası vereceksiniz başka vermeyeceksiniz." Babamda para olmadığı için vaazlarından müstefid olan-
faydalanan hanımlar aralarında para toplayıp kitabı bastırıyorlar. Kitapta bu çalışmayı yapan hanımların isimleri vardır."

Yine Hikmet Öğüt Hanımefendi, babası ile ilgili şahit olduğu başka bir sırlı olayı şu şekilde anlatıyor: "Şahit olduğum bir diğer hadise de şu oldu:

Hacı Sadık Erzi Bey vardı. O evimize geldiği zaman girişteki çeşmeden hemen abdest alır, babamın yanına abdestsiz çıkmazdı. Bir gün evimize geldi, abdest alırken onun taşlıkta olduğunu babam sofadan görmüş. Hacı Sadık amca merdivenlerden telaşla çıkıyor, babam da sahanlıkta kendisini karşılıyor "buyrun birader-
kardeş akşam Al-i İmrandan bir okudun bir okudun" dedi. Sadık amca da "sen de bir tefsirini yaptın bir tefsirini yaptın" dedi. Birbirlerini rüyada görüyorlar, birisi Ali İmranı okuyor, öteki tefsirini yapıyor, ikisi de birbirlerinin rüyalarından haberdarlar. Bu nedir kardeşlerim, bizim bilmediğimiz bir dünya. Biz o dünyayı bilemiyoruz ama hatıralarıyla yaşıyorum, bugünkü gürültü patırtılar hiç ilgimi çekmiyor."

Kızı Hikmet Öğüt Hanımefendi anlatıyor:
"Babacığım Perşembe geceleri bizi toplar. Kur'an-ı Kerim okur, diğer muayyen geceler hikâyeler, menkıbeler okur, anlatırdı. Evde okuma saatleri düzenlerdi. Bizi hem zevklendirir, hem de bilgilendirirdi."
"Babam küçücükken beni Fındıkzade'deki Esat Efendinin dergâhına götürürdü, "koş elini de öp dizini de öp" derdi. Elini ve dizini öptüğümü ve başımı okşadığını hatırlıyorum. Menemen hadisesi olduğu zaman babam 15 gün beni de tevkif ederler-
tutuklarlar- mi diye bekledi. Şimdi o günler geçti ama hakikatleri şimdinin çocukları neden bilmesin efendim."

HOCA EFENDİ'LERİN DİLİNDEN H. CEMAL ÖĞÜT

O devrin maneviyat büyükleriyle daima iyi ilişkiler içerisinde olan Hacı Cemal Öğüt Efendi'ye Şeyh Esad Efendi, "Oğlum Cemal Efendi" diye hitap eder, Tahirü'l-Mevlevî, "Sen bizdensin, Mevlevîsin" dermiş. Said Nursî Hazretleri, hasta yatağından doğrulur, onu tebessümle karşılarmış. Kenan Rifaî ise, "Siz tarikat mensubusunuz" diyerek eline eğilince, Cemal Hoca'da: "Siz de şeriat ilmini haizsiniz-
sahibisiniz" diye mukabele eder, birbirlerinin elini öpmek için âdeta yarış ederlermiş.

Emin Saraç Hocaefendi anlatıyor:

"Hacı Cemal Öğüt Efendi çok hoş, tatlı, mübarek bir insandı. Allah rahmet eylesin. Nükte ile hikmeti cem eden-
birleştiren bir insandı. Bir vaaz eder, ağlatır, gözleri yaşartır, biraz sonra bir nükte yapar, çatlatır gülmekten, yerlere yatırır..

Cuma namazından sonra vaaza çıkar ve büyük bir cemaat onun vaazını takip ederdi. Ondan sonra hiç onun gibi Cumadan sonra vaaz edip de cemaati toplayan olmadı. Şimdiki vaizler(Hocamız gülüyor) "nasıl olsa cemaat camiye gelecek" diye Cumayı fırsat biliyor. Cuma namazından sonra vaaz et de cemaatten kim kalır, gör..

Cemal Efendi, nükte ile hikmeti cem etme şerefine erişmiş, çok salih bir kimse, âlim bir insan idi. Sâhi(cömert) de bir insandı. Senede bir defa muhakkak İstanbul'daki hocaefendileri evine davet eder. O zaman şimdiki gibi zenginlik yok, sofralar şimdiki gibi zengin değil. Fakat o zat her bir misafirine bir tavuğu içi doldurulmuş bir şekilde kor, isteyen istediği gibi yerdi.."

Enver Baytan Hocaefendi anlatıyor:

"Beşiktaşlı da denir. Ara sıra hikâye anlatır, makamında, kıvamında anlatır. Rastgele değil kıvamında anlatır. Faydalı olacaksa anlatır. Sonra kahkahayı değil gülümsemeyi tercih eder. Böyle kendini kötüleyerek, bir insanda ne gibi kötülükler olduğunu anlatmaya çalışır. O derece ki, burada Kadırga Camii imam hatibi İsmail Çiçek vardı. Biz bir rahle açmıştık, o rahleye gelenlerdendi. Bir gün memleketi Çankırı'dan babası gelmiş. Pazar günü idi, "pazar günü vaaz var mıdır bir yerde gidelim, dinleyelim" demişler.

Cemal Hoca Efendi Beyazıt'ta Pazar günleri vaaz ediyor. Oraya gitmişler. Namaz kılınmış, vaaz başlamış. Cemal Efendi ara sıra "Allah Hacı Cemal'e akıl fikir versin, bir daha böyle yapmasın" dermiş. İki de bir "Allah Hacı Cemal'i ıslah eylesin" deyince misafirin canı sıkılmış. Neyse vaaz bittikten sonra sormuşlar; "nasıl buldunuz Hocaefendiyi" diye –"Canım, güzel vaaz ediyor. Güzel de, Hacı Cemal onu darıltmış olabilir. Ama ikide bir "ıslah eylesin, akıl fikir versin" diyor. Yahu ne istiyor Hacı Cemal'den" demiş. Meğer Hacı Cemal başka, hoca başka zannediyor.

Öyle tarafları vardı hocanın. Ve her zaman yetişen hocalardan sayılmaz bu itibarla. Bir şeyi direkt anlatmak var, bir de bu gibi hal içinde anlatmak var. Yani onun o sanatı vardı. Ayrı bir sanat o. Herkes aynı sanatı aynı derecede yürütemez. O işin ehliydi."

Enver Galip Ceylan Hoca Efendi anlatıyor:

"Hocaefendiyi sevmeyen kimse yoktu. Ben o zatın hiçbir kimsenin arkasından konuştuğunu görmedim.

Ben kendisini ilk gördüğümde –Allah beni affetsin- "Bu adam niye hoca olmuş da artist olmamış" dedim. Milleti camide gülmekten kırıp geçiriyordu. Bir tanesini anlatayım; İçkiden bahsediyor..Kur'an-ı Kerim'den konu ile ilgili ayetleri ciddi ciddi okudu. Cemaatten biri "böyle şeyleri devamlı dinliyoruz" kabilinden ayakkabılarını eline aldı, gidiyordu.

O sırada Hacı Cemal Efendi "Muhterem cemaat, arkadaşlar, size bir sır vereceğim" dedi. Cemaat birden dikkat kesildi, o ayakkabılarını eline alan adam da ayakkabılarını bıraktı, merakla dinlemeye koyuldu. Hoca Efendi; "Söz aramızda, Hacı Cemal de ara sıra kafayı çeker" deyiverdi. İçkinin fenalığından bahsedeceği yerde birdenbire böyle bir şey deyince, cemaat de şaşırdı. Hacı Cemal Efendi "Yahu ne diye öyle sert sert bakıyorsunuz? Ben bu zamana kadar size kötü bir şey anlattım mı? Dinleyin, sabredin" dedi.

Cemaatin şaşkınlığı devam ediyordu. Hoca Efendi; "Kafayı çeker ama neyle çeker? Hacı Cemal aklını peynir ekmekle mi yemiş ki, öyle kendisini delirtecek şeyi içsin. O limonata içer, ayran içer, Allah'ın helal kıldığı içecekleri içer. Müslüman işte böyle akıllı olur. Allah'ın yasak ettiği haramı içer de delirir mi?" dedi.

Böyle halk diliyle konuşmaları vardı..

Meselâ bir Ramazan günü vaaz ediyor. Diyor ki; " Bizim hanım kedilere meraklı. Geçenlerde çarşıya çıkarken bana dedi ki "Şu kedilere biraz ciğer al." Ben de birden parladım. "Almam" dedim. "Efendi, niye almıyorsun? Bu hayvancıkların ne günahı var" dedi. "Namaz kılmazlar, oruç tutmazlar. Ramazan günü onları mı doyuracağım" dedim. Hanım bana dedi ki "Efendi, oruç senin başına mı vurdu?" "Niye başıma vursun?" diyecek oldum. "Yahu onlar hayvan. Hayvan oruç tutar mı, namaz kılar mı hocaefendi" demesin mi? "Aaa" dedim kendi kendime "hanım doğru söylüyor. Hayvanlar namaz kılmaz, hayvanlar oruç tutmaz, hayvanlar nikâh diye bir şey tanımaz." Tabii o böyle anlattıkça cemaat bir yandan gülüyor, bir yandan hissesini alıyor..

Meselâ Şişli'de vaaz ediyor, Diyor ki "Bizim gençliğimizde, gelinler kayınvalidelerine "hanımanne" onlar da onlara "hanım kızım" derlerdi. Geçen gün, hava almak için Beşiktaş'ta evin balkonuna çıktım. Bir de baktım, gelin kaynana kavga ediyorlar. Kaynanası geline "sokak süpürgesi" diyor, o da ona "cadı" diyor. Ben böyle bir şey görmedim. İslam ailesinde böyle bir şey olur mu?"

Tabii bu bizim Beşiktaş'taki durum. Şişli kibar yer, burada öyle bir şey olmaz" diyor. Kadınlar da bir tarafta dinliyor ya, hocaefendi erkekler tarafına dönüyor; "Olur mu olmaz mı eve git de, gümbürtüyü seyreyle" diyor.

Böyle bir adam yani..Hangi mecliste bulunursa hep o konuşur. Mesela Ömer Nasuhi Efendi filan olsalar, hemen ona "Sen konuş, sen tatlı konuşuyorsun" derler, onu konuştururlardı.

Geçmişteki bir hadiseyi öyle güzel anlatırdı ki.. Aynı zaman da güldürdüğü gibi ağlattırırdı. Mesela bir bayram vaazında Peygamber Efendimizin bir yetim çocuğa karşı yaptığı bir hareketi öyle bir tasvir etti ki, bütün cemaat hıçkıra hıçkıra ağladı. Böyle mübarek bir adamdı. Kabiliyet işte..

Fakat bu laubali gibi görünen adam, o kadar meclisinde bulundum, bir tek kimse aleyhinde en ufak bir kelime dahi etmedi. Kendisi bir adamı medh eder, mat etmezdi. Böyle faziletli bir insandı.

Yalnız, laf atar. Meselâ bir mecliste, hocaların içinde paraya düşkün birileri varsa, bir fıkra bulur, mesela bir mollanın Ramazan'da gittiği bir köyde yaptığı kabalığı güldürerek anlatır, bir yandan da o hocaları üslubunca ikaz eder, hatalarını hatırlatırdı..

Yaman bir adamdı, bildiğin gibi değil. Herkes tarafından çok sevilirdi.."

Altınoluk Dergisi'nin Sâdık Dânâ Efendi ile yaptığı röportajdan bir bölüm aktarıyoruz. Bu röportajda Sâdık Dânâ Efendi, Mahmud Sâmi Efendi'nin ilim ehli şahsiyetlere yaptığı ziyaretlerden de bahsediyor:

"-
İstanbul'da böyle ehli ilim ehli takva şahsiyetleri ziyaret ederlermiş üstadımız değil mi efendim?

-Evet ederlerdi. Sonra bazı gelemeyenler olursa onu da hoş görürlerdi. Yani ben gittim de o gelmedi filan böyle bir düşünce mevzubahis olmazdı. Allah için gittiği için aramazdı, tekrar tekrar giderdi. Bilhassa bayramlarda gidilirdi.

-
O zevatdan-kişilerden hatırladıklarınız var mı, kimlere gidilirdi efendim?

Hacı Cemal Öğüt Efendi'ye gidilirdi. Hakikatten Üstadımız onu çok severdi. Kendine göre bir hali vardı. "Biraz hafif vaaz ediyor" derlerdi fakat hususi hayatında çok mazbut-
sağlam bir insandı. Çok vakarlı... "Ben hanımlara böyle bir şeyler söyleyebiliyorum" derdi. Evi Beşiktaş'ın oralarda bir yerlerdeydi.

-
Biz Altınoluk için kerimeleri Hikmet Hanımefendi ile görüştük efendim.

-Evet. Evinde zeminden tavana kadar kitap doluydu. Hatta bir sıra kâfi gelmemiş birkaç sıra yapmış. Elhamdülillah onları Yüksek İslam Enstitüsüne vakfetti. Hâlbuki hiç bir hocaefendi kitaplarını vaktiyle vakfetmediler. Vefatlarından sonra da eridi gitti kütüphaneleri."

HÜR VATAN GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT-SÖYLEŞİ

Hür Vatan Gazetesi'nden Ahmed Emin Yalman'ın Cemal Hocaefendi ile yaptığı mülâkattan bazı soru-cevaplar ise şöyledir:

"
İçtihad kapısı kapalı mıdır?"

"İçtihad kapısı kapanmaz. Kapanırsa, İslâm âlemine cehalet hâkim olur, ahlâksızlıklar baş gösterir. Bütün cemiyet-
toplum kötü bir gidişe yönelmiş olur. Ve dolayısıyla da İslâm hedeften ayrılmış olur."

"Öyleyse neden içtihad kapısının kapalı olduğu söylenir?"

"Her mevzuun mütehassısları-
uzmanları vardır. Bu mevzuda da, mutlak mütehassıslar var idi. Fakat bunlar zamanla eksildi. Ve bazı yerlerde hiç kalmadı. Binaenaleyh-bunun üzerine, "İçtihad kapısı kapandı" demek, "Ehli kalmadı" mânâsına gelir. İçtihadın birçok şartları vardır. Meselâ ben bir hocayım diye, apandist ameliyatına çağırılırsam, yapacağım iş, bunu mütehassısına göndermek olmalıdır. Herşey böyledir. Ehil olmayan kimseler, içtihad yapmaya kalkarlarsa, yanlış hükümler verirler.

İki türlü içtihad yapılır. Birincisi İmam-ı A'zam'ın içtihadıdır (dinden müçtehid). İmam-ı A'zam, doğrudan doğruya Kur'ân'dan ve Hadis'ten içtihad yapmıştır. İkincisi ise, "Mezhebten müçtehid"dir. İmam-ı A'zam'ın mezhebinden içtihad yapılmıştır. Bunlar da gösteriyor ki, içtihad kapısı kapanmaz. Ehli bulunduğu sürece içtihad kapısı açıktır."

"Günümüzde içtihad yapacak din adamları var mıdır?"

"Günümüzde mezhebten içtihad yapabilecek ulemâ-
büyük alimler bulunabilir."

BATI MEDENİYETİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

"Şark-
doğu âlemi, Batı medeniyetini hazmetmek mecburiyetindedir. Bizim dinimize, mukaddesatımıza, ahlâkımıza mâni olmayan her şey, bizim için mübahtır. Türk milletinin medeniyetlere erişmesi için, müsbet-pozitif ilim yolunda gece gündüz çalışması gerekir.

Ancak, kanunlar Batı'dan ithal yoluyla alınmamalı; onları biz kendi örf, âdet ve kültürümüze uyacak biçimde hazırlamalıyız. Bizim ithal ettiğimiz kanunlar hazır elbise gibi oluyor; üzerimize tam olarak uymuyor. Nasıl ki çarşıdan elma alırken bile önümüze geleni hemen kapmayız, çürüğünü çarığını seçerek, güzelini alırız. Dışarıdan aldığımız şeylerin de iyisini, güzelini, kendimize uyanını alalım; çürüğünü, bozuğunu değil…"

YETİŞTİRDİĞİ TALEBELER

Dinî eğitim ve öğretim veren müesseselerin kapalı olduğu dönemde bile Cemal Hoca boş durmamış ve kendi çabaları ile talebeler yetiştirmiştir. Evini talebelere açan Cemal Hoca, basılma tehlikesine karşın ders yaptıkları odanın kapısına kalın direkler koyarak ders yapmıştır. Yetiştirip icâzet (diploma) verdiği talebeler arasında; Adalar Müftüsü Fahri Dinçkol, Tayfur Efendi ve Kıbrıslı Şeyh Nazım Efendi gibi değerli insanlar vardır.

"Bir gün bir vaazından sonra Cemal Hocanın yanına mahcup bir delikanlı yaklaşır. İstanbul'a dinî ilimler tahsil etmek için geldiğini söyler. Hoca Efendi hemen nerede ve nasıl kaldığını sorar. Mahcup delikanlı, bir camide müezzinlik yapan bir yakınının yanında barındığını söyler. Cemal Hoca, o zamanki şartlar icabı kendini geçindirmekten aciz bulunan müezzinin ne imkânlar temin edebildiğini merak eder: "Evlâdım, yorganın döşeğin var mı?"

"Efendim, döşeğim yok ama, yorganım kâfi geliyor."

"Yavrum, düşeksiz yorganla yatılır mı?"

"Hocam, yorgan bana kâfi geliyor. Çünkü, bir ucunu altıma alıyorum, diğer tarafını da üstüme çekip camideki bir tabutun içine giriyorum. Kapağını da üzerime çektim mi, sıcacık oluveriyor…"

Bu sözler üzerine gözyaşlarını tutamayan Cemal Hoca, bu genci himayesine alır ve iyi bir tahsil yapmasına önayak olur. Böylece, daha sonraları birçok yerde müftülükler yapacak olan değerli bir insan, kazanılmış olur."

SAĞLAM KARAKTERLİYDİ

Cemal Hoca, meslektaşlarına da azami bir yakınlık içindeydi. Biri gelip "Filân hoca böyle dedi, falan da söyle dedi, hangisi doğrudur?" diye bir mesele sorduğu zaman, kesinlikle yanlışı, o kimsenin gıyabında da olsa-
olmadığında açıklamazdı. Sadece, "Ben bilmem, getir bakalım şu raftaki kitabı, bakalım nasıl açıklıyor?" der ve işi kaynağından hallederdi."

"Hoca Efendi'nin gerçek bir İstanbul efendisi olduğunu gösteren bir davranışını, kızları Hikmet öğüt Hanımefendi o günleri âdeta yeniden yaşayarak şöyle anlatıyor:

"Beşiktaş'taki evimizin bahçesinde eski bir bina vardı. Onları biraz düzene sokup, bölümlere ayırdık ve kiraya verdik. Orada oturan kiracılarımız sık sık evimize gelir misafirimiz olurlardı. Yine bir gün bizde otururlarken, başka bir tanıdığımız da geldi ve onların kim olduğunu sordu. Ben de, "Bunlar bizim kiracılarımızdır" dedim. Babam, bunu duyunca, beni çağırarak dedi ki:

"Yavrum, hiç öyle denir mi? Misafirlerimiz demeliydin. Kiracılarımız sözünde bir gurur ve enaniyet-
benlik havası var.

Sen bu sözünle onları mahcup etmiş olabilirsin. Hâlbuki Allah bu nimeti bize, başkalarına üstünlük taslamak için vermedi. Olsa olsa nimete şükretmek gerekir."

Ben de bir daha onlara daha yakın davrandım ve kat'iyyen kiracılarımız lafını etmedim."

RADYODA MEVLİT YAYINI

Cemal Hoca'nın hizmetlerle dolu hayatı oldukça aktif geçmiştir. İstanbul İmam Hatip Okulunda siyer ve ahlâk dersleri veren Cemal Hoca, bir yandan da radyo ve çeşitli yerlerde konuşmalar yapmıştır. Bunlardan birinde, Kore'de şehit düşen Mehmetçikler için bir radyoda ilk kez mevlit programı düzenlenir. 10 Aralık 1950 yılında Süleymaniye Camiinden yapılan canlı mevlit yayınında Cemal Hoca'da dinî bir konuşma yapar.

UNESCO TEMSİLCİSİNİN HAYRANLIĞI

Cemal Hoca, sağlık ve temizlik konularında da çok hassas bir insandı. Vaazları ile insanları aydınlattığı gibi, bu konuda bir eserde yazmıştır.

UNESCO'nun katkısıyla Verem Savaş Derneği'nin düzenlediği bir toplantıda, "İçtimaî-
sosyal ve Ahlâkî Temizlik: Yerlere ve Yollara Tükürenlerin Suçları" isimli eserini katılımcılara dağıtır.

UNESCO temsilcisi olan Doktor, bu kitabı göstererek, "bunu bana kim verdi?" diye sorar. Hoca Efendi de "ben verdim" der. Fransız Doktor, "kitabın yazarını tanımak istediğini" söyleyince de, Hoca, kendisini, "Ben, yobaz" diye takdim eder. Toplantıda bulunan Tevfik Sağlam Paşa, hemen söze girerek:

"Hocam, yobaz olsan seni bu toplantıya çağırır mıydık" deyince, Hoca taşı gediğine koyar:

"Paşam maalesef, yıllarca sizin durumunuzdakiler bizlere 'yobaz', bizim durumuzdakiler de buna tepki olarak sizlere 'gâvur' dediler. İşte şimdilerde ancak birbirimize yaklaşmaya, birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Sizlerin ve bizim bir ve beraber oluşumuzla ancak millî birlik ve beraberliğimiz sağlanabilir. Ve ancak bu suretledir ki, vatanımızın kalkınması yolunda ciddi adımlar atılabilir. Elbirliğiyle aramızdaki sun'î uçurumları kapatmak bugünümüzün ve yarınımızın en hayati faaliyetidir kanaatindeyim."

Hoca'nın sözlerini hararetle tebrik eden UNESCO temsilcisi Doktor Etienne Berthet ise şu dikkate değer açıklamayı yapar:

"Hoca Efendi, ben sağlık ve temizlik konusunda Unesco bünyesinde bazı çalışmalar yapmak istedim. Bu maksatla da, Fransa'daki en yetkili Kardinallere ve Hahambaşı'na müracaat ederek, dinimizin bu konulara dair görüşlerini sordum. Fakat hiçbirinden sağlık ve temizlik konusunda ciddi bir bilgi alamadım. Sonradan anladım ki, Hıristiyanlığın bu konuda getirdiği kayda değer bir fikir yoktur. Fakat şimdi sizin kitabınızdan öğreniyorum ki, İslâmiyet, temizlik ve sağlık konusunda incelemeye değer bir hazine gibidir. Bunu anlamama vesile olduğunuz için size çok teşekkür ederim."

…VE BİR DERS

"Rahmetli Hacı Cemal (Öğüt) Hocaya sormuşlar vaktiyle; "Şeytan taşlamaya ne zaman gidiyoruz Hocam? diye de. "Ülen, demiş, sahtekarlar, kendinizi taşlayıverin, yeter!.."

ESERLERİ

1- Ümmü Hani

2- Eyyûb Sultan

3- İslam ve Tevhid Dininin En Büyük Kitabı Olan Kur'ân-ı Azimüşşana Göre Maddî ve Manevî Feza-
uzay Âlemleri:
Üstad Necip Fazıl bu eser için: "Derin ve gerçek ilim adamlarından merhum Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt'ün son günlerine kadar hazırlamakta olduğu bir eser, 20. asrın en büyük keşif ve hamlelerinden biri olan feza davasını ele almakta ve bu bahiste, Kur'ân'ın 14 asır evvel açtığı yolu ve sırları göstermekteydi." demektedir.
Merhum Necip Fazıl Bey'in bahsettiği bu eser tamamlanmış, hatta dizgiye de verilmiş halde, o zamanki İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'ne verilmiştir. Fakat, ne acıdır ki, hâlâ ne orijinal nüshası, ne de matbaadaki hâli bulunamamıştır. Ancak, Maddi ve Manevî Feza Âlemleri, eserinin bir özeti ve fihristi mahiyetindeki Kılavuz 1964 yılında basılmıştır.

4- Kadın İlmihali

5- Gül'ün Gül'ü Fâtımâtü'z-Zehra

6- İçtimâî ve Ahlâkî Temizlik: Yerlere ve Yollara Tükürenlerin Suçları

7- Ana ve Baba Hakları

8- İslâm Tarihinin Maruf Simalarından Hz. Muhammed'in Dadısı Ümmü Eymen

9- Tekbîr-i Teşrîk

10- Çocuklarda Ana ve Baba Saygısı

11- Bereket ve Rahmet-i İlahiye Bürhanlarına Dair Kırk Hadisi Şerif - www.davetci.com da yazılıdır.

12- Lokman Hekim'in Binbir Çeşit Öğütleri

13- Cedvel. İbretli Vak'alar

14- Kurra-i Muhammedî Peygamber Efendimizin Hususi Hafızları



Cemal Hoca Efendi'nin sağlığında 15 kadar eserinin yayınlandığından bahsedilir, fakat biz yalnızca yukarıdaki kitaplarına ulaşabildik. Bu eserlerin çoğu nâdir kitaplar arasındadır. Ayrıca henüz neşredilmemiş başka eserleri de vardır.


KAYNAKLAR

1- Hacı M. Cemal Öğüt, Gül'ün Gül'ü Fâtımâtü'z-Zehra, Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2006.

2- M. Cemal Öğüt, Kadın İlmihali, Huzur Yayınevi, İstanbul, 2009.

3- Vehbi Vakkasoğlu, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e İslâm Âlimleri, Nesil Yayınları, İstanbul, 2005.

4- Yeni Nesilleri İnşâ Eden Âlimlerimiz, Hazırlayan Y. Selman Tan, Erkam Yayınları, İstanbul, 2009, I.

5- Altınoluk Röportaj, "Hacı Cemal Öğüt'ün Kerimeleri Hikmet Hanımefendi ile… "Babam Menemen Günleri Hep Ağlardı…", Altınoluk Dergisi, (1996), Sayı. 123, http://www.altinoluk.com/dergi/index2.php#sayfa=yillar&MakaleNo=d123s016m1

6- Salih Okur, Emin Saraç Hocaefendi İle Son Devir Âlimlerimiz Üzerine..(2), http://www.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=16&sec1=59&yazi_id=5433&menu=1"

7- Salih Okur, Enver Galip Ceylan Hocaefendi İle Son Devir Ulemamız Çerçevesinde-1, http://www.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=120&sec1=122&yazi_id=7343"

8- Sedat Düztepe, Enver Baytan Hocaefendi İle Osmanlı Bakiyesi Âlimlerimiz Etrafında-2, http://www.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=120&sec1=122&yazi_id=7404&menu=1

9- Altınoluk Röportaj, "Muhterem Sâdık Dânâ Efendi Hazretleri ile sohbet... (2) "Tasavvuf Bir Derya..."", Altınoluk Dergisi, 1997 - Subat, Sayı: 132, http://www.altinoluk.com/dergi/index2.php#sayfa=yillar&MakaleNo=d132s028m1

10- Abdullah Sert, Altınoluk Dergisi, "İhtişam ve Çaresizlik Yanana...", 1992 - Aralık, Sayı: 82, http://www.altinoluk.com/dergi/index2.php#sayfa=yillar&MakaleNo=d082s020m1