* Vehhabilik - Bediüzzaman Said Nursi
* Altıncı Mesele - Risalei Nur Külliyatı

Bediüzzaman Said NursiRahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle
[Haremeyn-i Şerifeyne Vehhâbilerin tasallutuna dâirdir.]
( Şerefli Mekke ve Medine Haremine vehhabilerin musallat olmasıyla alakalı )

"Bismillahirrahmanirrahim -
Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zâlimlere isâbet etmez." Enfâl Sûresi, 8:25.

Aziz kardeşlerim,

"
Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın (islam büyüklerinin) türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir (dayanmaktadır)?" diye sual ediyorsunuz.

Elcevap: Şu hadise, âlem-i İslâmın (islam aleminin) siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için (sosyal hayatıyla ilişkili olduğundan), Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi daire-i nazarım (bakış alanım) başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadığım ve dâima faydasını gördüğüm mübarek hatıran için Eski Said kafasını muvakkaten (geçici olarak) başıma sıkılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasar (özet) nüktelerle beyan edeceğiz.
(ince manalı sözlerle açıklayacağız)

BİRİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An'anesi zaman-ı Sahâbeden
(sözü sahabe zamanından başlayarak gelmiş. İşte o an'ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden olan (iskan edenlerden - yerleşenlerden) Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan'da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali'nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet (düşmanlık) tevellüd etmiştir (doğurmuştur) . Hazret-i Ali (r.a.) "Şâh-ı Velâyet - Velilerin şahı " ünvânını kazandığı ve turuk-u evliyanın (tarikatların) ekser-i mutlakı (çoğunluğu) ona rücû etmesi (yönelmesi) cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif (hakaret, alay) damarı yerleşmiştir.

İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın (Yalancı Müseylime - Peygamberlik iddiasında bulunan) fitnesiyle irtidâda yüz tutan (nerdeyse dinden dönecek olan) Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid'in kılıncıyla zîr ü zeber edildi (darmadağan) . Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn'e (Olgun Halifeler - İlk 5 halife) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr (gücenme) , seciyelerine (karakterlerine) girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar-nasıl ki ehl-i İran'ın, Hazret-i Ömer'in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt (Peygamberimizin ev halkı) muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer'e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne (intikam alırcasına), fırsat buldukça tecavüz etmişler.

Üçüncü esas: Vehhâbilerin azîm (büyük) imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) Hazret-i Ali'den (r.a.) efdâliyetini (faziletini) müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.

Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi
(nakledeni) ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur'ân (kuranın yaratılması) meselesinde cihanpesendâne (dünyaya meydan okurcasına) salâbet (cesaret ve dayanıklılık) ve metânet (sözünden dönmemek) sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne (tassub göstererek ) ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.

İKİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın an'anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet
(insanlık alemi) itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi (insanlığın sosyal hayatı) noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye (siyasi sosyal hayat) itibariyle beşer (insanlık) birkaç devri geçirmiş.

Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri,

ikinci devri memlûkiyet
(kölelik) devri,

üçüncü devri esir devri,

dördüncüsü ecir
(İşçilik) devri,

beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş
(dönüştürülmüş), nim-medeniyet (yarı medeniyet) devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri (kuvvetlileri) , insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip (köleleştirip) hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar (köleler) dahi bir intibâha düşüp (uyanarak) gayrete gelerek o devri esir (İşçilik) devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten (kölelikten) kurtulup fakat el-hükmü li'l-ğâlib (Hüküm galip olanın lehinedir) olan zâlim düsturuyla (zulüm kuralıyla) yine insanların kavîleri (kuvvetlileri) zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr ( büyük ihtilal) gibi çok inkılâplarla (devrimlerle) , o devir de ecîr (İşçilik) devrine inkılâp etmiş (dönüşmüş). Yani, zenginler olan havas (seçkinler) tabakası, avâmı (halkı) ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi (hizmetçi edinmesi), yani sermaye sahipleri ehl-i sa'yi ( işçileri) ve ameleyi (işçiyi) küçük bir ücrete mukabil (karşılık) istihdam etmeleridir (çalıştırmalarıdır).

Bu devirde sûistimâller o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte'l-arz
(yeraltı) madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût (ölmeyecek kadar yiyecek) derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar (gücenme) verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya'yı zîr ü zeber (darmadağın) edip geçen Harb-i Umûmiden (dünya savaşı) istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm (halk direnişi) , havâssa (seçkin tabaka) karşı bir kin ve bir tezyif (hakaret, alay) fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref (şerefli) herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş.

İkinci esas: Şu asır, menfî (olumsuz) milliyet(çiliğ)i çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye (İslami unsurlar) hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı diniyeye ( dinin kutsal gördüklerine) hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor.

Üçüncü esas: Sükût...

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi
(hayat düğümü) hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına (eserlerine) ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî (olumsuz) cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid'a (Dinde yeni şeyler çıkaranlar) ve dalâlet (sapkınlık) olur.

İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid'a fırkalarına
(gruplarına) bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip (dayanıp) gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz (kin), ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı (eserler-etkiler) dalâlet hesabına çalışmıştır. Meselâ, Şîalar Kur'ân'ın emrine imtisalen (uyarak) Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet (milliyetçi bir intikam) cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahâbe ve Şeyheynin (Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer) buğzuna binâ edip (düşmanlığı üzerine kurup) , âsâr göstermişler;

[Maksat Hz. Ali'ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer'e duyulan kindir. ] olan darb-ı meseline
(meşhur, hikmetli söz) mâsadak (söylendiği gibi) olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate
(şeriatın nasslarına) ve sarîh-i âyâta (açık ayetlere) ve zevâhir-i ehâdise istinad (hadislerin dış manalarına dayanarak) ederek hâlis Tevhîde münâfi (aykırı) ve sanemperestliği (putperestliği) imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış ki, ifrat derecesinde (haddi aşan) tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ (Bunun gibi) , Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.

Her neyse... Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti
(yönü) bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen (dayanarak), sâdattan (seyyidlerden) olan şerif-i Mekke (Mekke Şerifi), Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne (despotça) girmesine meydan (imkan) verdi. Nass-ı âyetle (kat'i ayet deliliyle) küffârın (kafirlerin) girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı (İslam alemini) aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi (siyasetin merkezi) hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid'attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad (dışardan destek noktası) aramayarak, filcümle (hepten) nimmüstakil (yarı bağımsız) bir siyaset-i İslâmiye (islami siyaset) takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler (galip geldiler) denilebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:

Esbap tahtında
(sebepler altında) vücuda (meydana) gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye (İlahi hikmet) ile hükmeder. Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne (tedbirde haddi aşarak) bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle (kötü hareketiyle) kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etmiş. Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:

Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr (kabirlerin ziyareti) ve makberistana hürmet-i şer'iye (kabristana dini hürmet) sûistimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura (meydana) geldi. Husûsan (özellikle) evliyâların makberlerine (türbelerine) karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle (simgesel yönüyle) kalmadı, mânâ-yı ismî (sanki ondanmış gibi) derecesine çıktı. Yani, sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abdi (kulu) olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf (tasarruf sahibi) ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip (düşünüp) , âmiyâne (körü körüne), câhilâne takdis edildi (kutsallaştırıldı). Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf (bilinen) ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne (haddi aşmış) hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi (tahripçiyi) onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib (tahripçi) dahi, onları tâdil etmek (adalet göstermek) ve ifratlarını (aşırılıklarını) kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit (tedbirde haddi aşıp) edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, [Zâlim Allah'ın kılıcıdır; onunla başkalarını cezalandırır, sonra da onu cezalandırır.] kaidesine mazhar olur (maruz kalır) . Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye (dış sebebpler) , hakîki telâkkî ediliyor (varsayılıyor) . İnsanlar esbâba (sebeplere) yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye (dış sebepler) bir ayna hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse (yöneltse) , Tevhîd-i hakîkiye münâfi (Hakiki Tevhide aykırı) olur. İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin (dindar) de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer'iye (Dini Hikmet) müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin (Allah dostları ve büyük islam alimlerinin) türbelerine birer mukaddes (kutsallaştırılmış) ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer'iyeye şu zamanda pek muvafık (uygun) düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek (düzeltmek) istedi ki, bunları musallat etti.

Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet (benlik) o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet (gafiller ve sapkınlar toplulukları) ve bu mağrur ehl-i enâniyet (benciller topluluğu) nazarında kıyâs-ı binnefs olarak (kendinden kıyaslıyarak), eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını (meşhur islam büyüklerini) , hâşâ enâniyetle (olmayan bir bencillikle) itham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah'ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zatlara birer nevî rubûbiyet ( Rablik) tahayyül ettikleri bir hengâmda (zamanda) ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin (heykele önem veren) ve sûretperestlerin (resme önem veren) gayet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin (İslam büyüklerinin) türbelerine câhilâne ve müfritâne (haddi aşan) bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münâsip (uygun) görmedi ki; bu muharripleri (tahripçileri) Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etti. Onlarla tâdil edecek (düzeltecek).

Fakat Vehhâbilerin seyyiât
(kabahatleri) ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran (teşekkür edilecek) bir cihetleri (yönleri) var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına mukabil (tahripçi kabahatlerine karşılık) o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına (şeriatın hükümlerine) tatbik-i harekete (uygulamaya) çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık etmiyorlar (kayıtsızlık göstermiyorlar) . Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi (dini temsil eden şeyleri) tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri (büyük havuzu) içinde ya erir, ya itidâle (normal hale) gelir; çünkü menbâı (kaynağı) hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti...

[Bismillahirrahmanirrahim -
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın." Bakara Sûresi, 2:32]

mico_tasarım