* Akaid Konferansı - Said Ramazan El-Buti
* www.ilim.org

Said Ramazan El-ButiRahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle
Hamd alemlerin yegane sahibi ve efendisi olan Allah'a, salat ve selam Efendimiz Allah Resulü Hz. Muhammed , onun yakın aile çevresi ve dostlarına, Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

İslam akidesinin temel prensiplerini anlattığımız konferanslar dizisinin son halkasında bize ilgi gösteren beyler ve beyefendilere, merhaba. Bildiğiniz gibi bu dizinin son halkalarında Allah'a imanın faydaları ve akıl ile kalbi ilmi delillerle desteklenmiş olan iman esasları ile tedavinin yararları üzerinde durmaktaydık. Bunlardan çıkarmamız gereken sonuçlar şunlardı:

Unutmamamız gereken ilk şey, her şeyin Rabb'i ve Yaratıcısı olan Allah'ın yurdunda ve hakimiyeti altında yaşıyor olmamızdır.

Bunun yararlarından diğer biri de yurdunda yaşadığımız her şeyin yaratıcısı,sahibi ve hakimi olan o Allah'ın kulları olduğumuzu hatırımızdan hiç çıkarmamamız gereğidir. Kulun yaptığı her şeyin efendisinin emirlerine uygun olması ve onlarla çelişmemesi şarttır. İşte biz de Allah'ın kulları olarak bununla mükellefiz. Allah'ın yurdunda yaşamamız bizi Allah katında sorumlu kılmaktadır. Bu sorumluluk, dünyadaki yolculuğumuz sona erinceye kadar onun hakimiyetini kabul etmek, emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak şeklinde olmalıdır. Eğer Allah'ın emirlerine uyar, yasaklarından kaçınırsak hesap günü Allah bizleri en güzel bir şekilde mükafatlandıracaktır. Allah yolundan yüz çevirerek kötülük yapanlara gelince, onlar Allah'ın gazabına maruz kalacaktır. Allah'ın onları affetmesini umarız

     Daha önce, zaman zaman insanların dillerinde dolaşan bir kaç itirazı dile getirerek onların tümüne cevap vermiştik. Çözüme kavuşturduğumuz bu itirazların sonunda yine onlarla ilgili temas edilmesi gereken bir kaç husus daha vardır. Şimdi bu konuyla ilgili size iki noktayı ifade etmek istiyorum.

     Birinci nokta: Dünya hayatımızda azığımız olan İslam kültürünü elde etmek istediğimizde- Mesela, İslam Tarihimizi anlamak ve kavramak için İslam Dinini, Hz. Muhammed (S.A.V)'in örnek hayatını öğrenmek istediğimizde- bu bilgileri elde edebileceğimiz kaynakları nasıl seçeceğimizi bilmemiz gerekmektedir. Bunları her önümüze gelen kaynaklardan almak doğru olmaz. Bu konuyla ilgili İmam Malikin bir sözünü size aktarmak isterim. İmam Malik " Bu ilim, din (in ta kendisi)dir. Onun için dininizi öğrendiğiniz kaynaklara dikkat ediniz." demektedir. Düşünün ki bu sözün söylendiği zaman ve dönem Allah'la gönül bağı olan, onun yolundan hiç ayrılmayan, ilmiyle İslam ve Arap dünyasına hakim olan İslam alimlerinin bulunduğu bir dönemdi. O dönemde dessaslar, müsteşrikler, misyonerler meydanı boş bularak at oynatmıyorlardı. Bununla beraber İmama Malik "Bu ilim, din (in kendisi)dir. O halde dininizi öğrendiğiniz kaynaklara dikkat ediniz" demektedir. İmam Malik o dönem için bunları söylemişse, İslam'ı yok etmek, onun münezzeh ahkamını yozlaştırmak, haki katlarını değiştirmek için tüm çabaların gösterildiği şu dönem için ne söyleyelim. Ya bir de bunu yapanlar sureten Müslüman kişiler olursa…, doğulu olsun batılı olsun Allah'ın Dini İslam'ı karıştırmak, yozlaştırmak ve yok etmek için herkesin olanca gücüyle para harcadığı, büyük ordular oluşturduğu, onu mahvetmeğe azmettiği şu zaman için ne söyleyelim, ey mümin kardeşlerim…Hatta planlarını gerçekleştirmek için azıcık dünya malı karşılığında Müslümanlar arasında kendi emellerine hizmet edecek kiralık hizmetkarlar bile bulmuşlarken...

     İşte, yaşadığımız yüzyılda bize düşen görev, dinimizi nasıl öğrendiğimizi, Allah'ın koyduğu İslam prensiplerini nereden aldığımızı araştırmak ve bu konuya titizlikle eğilmektir.

     Değerli kardeşlerim! İslam Dininin tüm kaynaklarını titizlikle incelemek ve araştırmak zorunludur. Gerçek hüviyetini tespit etmedikçe, ter temiz bir hüviyete sahip olduğundan ve geçmişteki "İslam Anlayışı"na dayandığından kesinlikle emin olmadıkça İslam konusunda hiç bir kitap ve kaynağa itimat etmememiz gerekmektedir. Değerli kardeşlerim! Bunu bu şekilde yapmamız bir zarurettir,!

     Üzülerek söylüyorum ki siz de ben de İslam kültürüne ait bilgilerin çoğunu ya batılı kaynaklardan ya da onları referans gösteren Arap kaynaklarından öğrendiğimizi biliyoruz. Bu bir hakikattir. Günümüzde yaşayan herkes bunun farkındadır. Buna bir misal olsun diye söylüyorum: Batılı kaynaklarla İslam kaynaklarının Harun Reşit hakkında verdiği bilgiler arasında bir karşılaştırma yaptığımızda yerle gök arasındaki mesafe kadar bir uçurum bulunduğunu fark ettiğimi sizlere anlattığımı hatırlıyorum.

     Bu durum bize basit bir olaymış gibi gelebilir, fakat hiç te öyle değildir. Karşımızda Müslüman yazarların yazdığı bir kitap, tarihteki büyük şahsiyetleri anlatmak için Batının iğrenç tasvirlerini alarak bizlere sunmaktadır. Ne tuhaf bir durum… Bunu yaparken de, onlardan bir tanesinin bile ne vicdanı sızlar ne de kendi kültürünü düşmanlarından öğrenme konusunda bir utanma hissine kapılır.

     Uzun yıllar önce, İlk Okul öğrencileri için yazılan bir tarih kitabını karıştırırken beni derinden yaralayan bir manzarayla karşılaştım. Bir bilseniz ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Arap bir müellifin Halife Harun Reşit'in hayatını anlatırken "Harun Reşit'in yaşamında aşırı savurganlığı" başlığını okuyunca hayretler içerisinde kaldım. Neydi bu savurganlık?!. Bu başlık altında yazdıklarını okuduğumda, Harun Reşit'in sadece yediği salata için 200 dirhem harcadığından söz ediliyordu. Elbette ki bu anlatılanları duyan ister bir delikanlı, ister bir ilkokul öğrencisi , isterse Abbasilerin ileri gelen alimlerinden biri olsun ondan nefret eder, kınardı. Ben de çocukken böyle bir kaynaktan bu bilgiyi öğrensem ve buna inansaydım ondan nefret eder, bir salatanın sadece 200 dirhem tutmasını yadırgardım. Çünkü sofrada yenen yemekler zaten kaç para tutar ki…

     Daha sonra bu anlatılanların doğruluğundan emin olmak için gerçeği araştırdım. Muruc'uz-Zeheb ve diğer tarih kitaplarında işin aslını öğrendim: Hanımefendiler ve beyefendiler! Ders çıkarmak amacıyla şu anlatılanları bir dinleyiniz!
Olay şöyle cereyan ediyor:

     Harun Reşit, Rakka kentinde yaşayan dayısına misafir olmuş, dayısı da ona akşam yemeği ikram etmişti. Sofraya oturduğunda küçük bir tabağın içinde bir miktar et bulunduğunu görerek dayısına "Aşçın eti niçin bu kadar ufak kesmiş" diye sordu. O anda arka tarafta bulunan aşçı " Efendim, o et değil balık dilidir" diye cevap verdi. Bunu üzerine Harun Reşit "Buna kaç dirhem ödedin" diye sordu. O da " 200 dirhem" diye cevap verdi. Bunun üzerine Harun Reşit aşçının, bu yemeği sokağa götürerek ilk gördüğü fakire vermedikçe yemeğe el sürmeyeceğine yemin ederek ona, tabağı içindekiyle birlikte fakire verirken değerini de anlatmasını söyledi. Yani o yemeğin bir fakire verilmeden sofraya elini sürmeyeceğine söz verdi. Harun Reşit bu israfa kendinin neden olduğunu düşündüğünden kendi şahsi malından büyük bir miktar çıkararak onu da o fakire vermesini söyledi.

Hanımefendiler ve beyefendiler! Tarihin yazdığı bu gerçeklerle İslam ve Arap Tarihi Harun Reşid'in şahsında ne kadar da onurlanmaktadır.

     Olayı aslından saptırıp ona bambaşka bir görünüm vererek karşımıza çıkaran şu iğrenç batılı yazarların yaptığı çarpıtmaya ve tahrife bakınız!.. Bunların hiç biri bize pek dokunmuyor da bizi derinden yaralayan, bir Müslüman yazarın bu uyduruk iğrenç masalları gerçekmiş gibi kabul ederek Müslüman Arap çocuklarımıza okutulan ders kitaplarına yazmış olmasıdır. İşte bizi kahreden de budur. Bu ümmetin bu duruma düşmesi sonucunda hastalık bize değil temele sirayet eder ki korktuğumuz da budur. Değerli kardeşlerim! Sizi Tarihimizi ve İslam kültürünü bunun gibi ne idüğü belli olmayan, yozlaşmış kaynaklardan değil sadece ve sadece kendi öz kaynaklarımızdan öğrenmeye davet ediyorum.
"Tarih ve kültürümüzü ne idüğü belli olmayan kaynaklardan öğrenmeyelim" derken bununla sadece batılı kaynakları kastetmiyor, bunun yanında -bir az önce de anlattığım gibi- Müslümanlar arasında yer alan batı uşaklarını da unutmamamız gereği üzerinde duruyorum. İşte bunu anladığımız ve çözüme kavuşturduğumuz zaman Kültür anlayışımızda mevcut olan bir çok yanlış düşünceler ve vehimler kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İşte konuşmamız, düşünmemiz ve halletmemiz gereken temel problem budur.

İkinci problem : Allah'a tam anlamıyla iman ettikten, İslam hakikatlerini ve akidelerini aklımıza yerleştirdikten ve bunları delilleriyle idrak ettikten sonra yapmamız gereken şey, bu hakikatleri akıllarımızın derinliklerinden çıkararak kalplerimize hakim olacak sevgi haline getirmektir.

İslam Hakikatleri ilim yoluyla önce akılda fikir halinde yer alır, fakat yeterli olmaz. Aklımızda var olan bu hakikatleri gönüllerimize hakim olacak sevgi haline getirmemiz gerekir. Bu İslam Hakikatleri kafalarımızda fikir halinde hapis kalarak gönüllerimize yansımasa, gönüllerimiz de boş istek,arzu ve anlamsız şeylerle meşgul olsaydı İslam hakikatlerinin bize hiç bir faydası olmazdı. Çünkü insanı harekete geçiren güç kalbidir. İnsanın beyninde mevcut olan bu hakikatler, gönüle yansıyarak kanaat ve sevgi oluşmadıkça insana hiç bir faydası olamaz. O halde bunu sağlamanın yolu nedir? Kafamızda yer alan Allah'a, sıfatlarına ve bunun gibi şeylere olan imanımızı, gönlümüzde sevgiye ve gönül hakimiyetine dönüştürmenin yolu nedir?

İşte bunun iki yolu vardır:
1- Allah'ı bolca zikretmek, hatırlamaktır. Burada zikirden kastettiğim şey, Allah'ı hatırdan çıkaramamak, onu sürekli nerede olursak olalım hatırlamaktır.
2- Allah'a sürekli yalvarmak, bizi affetmesini niyaz etmektir.
İşte bu iki çözüm yolu insanın kafasında yer alan iman hakikatlerinin çokça yapılan zikir ve devam edilmesi gerekli olan dua ile gönüle yansımasını sağlar.
Şahsen ben, bu iki tedavi yönteminin faydalarını araştırıyorum: Allah'a olan imanım beni onun kitabı olan kuranı okumaya ittiğinde doğal olarak sürekli olmasa da Kuran'ı okuyarak, anlamını tefekkür ederek kendime vird ediniyorum. Allah'ın kitabı Kuran'ı okumaya başladığımda anlamını düşünerek onu idrak etmeye çalışıyorum. İşte zikrin bu türü , zikirlerin en üstünüdür. Allah'ın kitabı Kuran'ı ne zaman zikretmek için otursam Allah'ın onda bizlerden yapmamızı istediği emirlerini tefekkür ederim. Okumayı bitirdiğimde başka bir zikre geçerim: Yani Allah'ı zikretmeye. Tekrar ediyorum: Burada Allah'ı zikretmekten kastettiğim şey, elime tespih alarak onu zikretmek değil, onu tezekkür etmek, hatırlamaktır. Zira o kitabında " Sabah akşam demeden, kendi içinden korkarak ve yalvararak alçak sesle Rabbini an ve gafillerden olma." demektedir.

Her gün Allah'ın bizlere vermiş olduğu nimetleri anarak da onu zikredebiliriz. Hatta bu zikirlerin en üstünüdür. Şimdi size anlatacağım durum belki de Allah'ın bizlere verdiği nimetlerin değerini en güzel bir şekilde anlatmaktadır: Sabahleyin uykudan uyandığımda " Bizleri öldürdükten sonra tekrar hayata döndüren Allah'a şükürler olsun. Dönüşümüz tekrar onadır." diye dua ederek Allah'ı hatırlarım. Sizlere vermiş olduğum bu örnekler sabahtan akşama kadar süren günlük hayatımızla ilgili örneklerdir. Tuvalete girdiğinde Allah'ın vermiş olduğu bir nimeti daha hatırlarsın: Tuvalete girdiğimizde yediğimiz, içtiğimiz şeylerden arta kalan artıklar içimizde hapis olup dışarı çıkmasa idi halin ne olurdu?.. Ne yapardın?.. O halde Allah'tan başka hangi kapıyı çalabilir, kimden medet umabilirdin. Tuvalete girdiğinde " Allah'ım affet, affet, affet. Bizleri rahatsız eden atıklardan kurtardığı ve bizlere afiyet ve sağlık verdiği için sana hamd olsun." dersin. İşte tuvalette bile Allah'la berabersin ve onu hatırlamakta zikretmektesin.
Musluğun önüne geçip suyu açtığında önünde yeni bir nimet görürsün. Eğer Allah çok değerli olan ve ondan başkasının bizler veremeyeceği bu su nimetini esirgemiş olsaydı ne yapardın? İşte o zaman senin yaşamın kırk sekiz saati aşmaz ve bir necaset kütlesi haline gelirdin. Değil mi? Allah'a hamd ederek elini yıkarken " Suyu temiz olarak yaratan ve İslam'ı bir nur kılan Allah'a hamd olsun. Allah'ım şeytanın saçmalıklardan ve beni gaflete düşürmesinden sana sığınırım." dediğinde sen yine onunla birliktesin, unutma.
Sofranın başına oturduğunda Allah'ın verdiği nimetlere bakarak onların nereden geldiklerini düşünürsün. Allah gökyüzünde senin için damla damla yağmur yağdırmış, o yağmurlar topraktan sana et, bitki, gıda vb… nimetler halinde geri dönmüştür. İşte bütün yiyeceklerin ve gıdaların bizlere ikram edilmesi bu şekildedir.
Yeryüzüne ve gök yüzüne bir bak! Allah onları nasıl da emrine amade kılmış, nasıl da sana bol bol nimetler ve yiyecekler vermiştir.

     Ey insan! Allah seni dünyaya getirdiğinde tüm dünyayı senin emrine vermiştir. İşte yediğimiz yemekler de sana böylece Allah tarafından gelmektedir. Bu yemekleri yer, ona hamd eder, onu zikreder ve onun sana olan lütfunu hatırlarsın. Tabii ağzında çiğnediğin lokmayı sana kimin verdiğini ve sana onu çiğneme gücünü kimin bahşettiğini düşünürsün. Ağzındaki et parçası dilinle hemhal olduğu halde dişlerin o et parçasını öğütür de diline hiçbir şey olmaz, o yerli yerinde durur. Senin mühendislik yeteneğin ya da kullanacağın bir gücün olsaydı dilin zarar görmesin diye dilinle et parçasını birbirinden ayırırdın. Evet Allah'la berabersin.

     Karnın doyduğunda " Yiyecekleri kolayca boğamızdan geçiren, atıklarını zahmetsizce dışarı attıran, bizi yediren ve içiren Allah'a hamd olsun." dersin.
Elbiselerin giydiğinde ve çıkardığında " Beni giydiren, Müslüman olmayı nasib eden Allah'a hamd olsun." dersin.
Evinden çıktığında ve yürümeye başldığında kendinde bir güç- kuvvet ve zindelik hissedersin. Ya Allah olmasa ve sana bu nimetleri bağışlamasa halin ne olurdu: Kendinde bir güç hissedemez, dengeyi yitirir ve yere yığılıp kalırdın. İşte o zaman " Allah'ın adıyla başlarım, ona hamd ederim. Allah'ım başkalarını zelil etmekten ve zillete düşmekten, başkalarını rezil etmekten ve rezil olmaktan, yalanlamaktan ve yalanlanmaktan, başkalarını hor görmekten ve hor görülmekten sana sığınırım. Allah'ım başkalarına karşı büyüklük taslamak, kibirlenmek ve gösteriş için evimden çıkmadım." diye dua edersin.
Eve döndüğünde yine sıhhat ve afiyet hissedersin. Akşam olduğunda yatağa uzanır ve uyku nimetini beklersin. İşte uyku da büyük bir nimettir. Uyku olmasa halin ne olurdu? Uykunun değerini anlayarak Allah'a şöyle dua edesin: " Allah'ım canımı sana teslim ettim. Sırtımı sana dayadım. İşimi sana havale ettim. Ümidim de sensin, korkumda sen. Senden başka sığınacak bir kapı yoktur. İndirdiğin kitabına, resuluna iman ettim. Allah'ım canımı alırsan bana merhamet et. Canımı tekrar bana verirsen salih kullarını koruduğun gibi beni de koru."

     İşte değerli kardeşlerim! Allah'ın nimetlerini bu şekilde tefekkür ederek onu hatırlarsan unutma ki sen ona aşıksın. Gönlüne kökleşen böyle bir iman zamanla tüm benliğini kuşatacak ve sen hakiki imanı elde etmiş olacaksın.
O Allah seni uykuda, uyanıkken, harekette, hareketsizlikte kısaca her hal ü karda gözeten cömert bir varlıktır. O seni her türlü kötülükten korur. O sana kimsenin bahşedemeyeceği kadar nimet bahşetmiştir. Ona aşık olmaman elinde mi? Zikir, düşüncede başlayan imanı kalbinde kökleştirerek kalbinde bir sevgi oluşturur. İşte muhabbet oluşturmanın bir yöntemi budur.

     İkinci yöntem, duadır yani Allah'a çokça yalvarmaktır. Beyefendiler, hanımefendiler! Düşünün ki İslam'ı sadece hareket ve faaliyetten ibaret olarak algılamış aktif ve genç bir Müslüman hareketlerini İslam'ın koyduğu prensiplere göre düzenlemekle yetinmektedir. Bunun için oraya koşar, buraya koşar tartışmalara katılır, kitap yazar ve bunun gibi daha bir çok faaliyetler gerçekleştirir. Güzel! Fakat ben bir Müslümanın tüm gücünü bunlara harcamasını kabul edemem. Tüm bu hareketlerinde Allah'la birlikte olmasını, ondan bir an bile ayrılmamasını, ona yalvarıp yakarmasını isterim. Çünkü Müslüman genç sonunda ona döneceğini, kendisini ancak onun başarıya ulaştırabileceğini ve yine kendisini hidayete eriştiren varlığın sadece Allah olduğunu iyi kavramalıdır. Senin tek sermayen Allah'a duadır. Allah, Kuranda " Rabbınız ferman buyurdu: "Bana dua edin ben de duanızı kabul edeyim, bana ibadet etmekten kaçınanlar boyunları bükük bir halde cehenneme gireceklerdir."" demektedir. İşte buradaki ibadetten maksat "dua"dır. Çoğunlukla Müslüman gençler, İslam'a hizmet, Allah'a kulluk ederek ve İslami bir toplumun oluşması için çalışarak Allah yolunun yolcuları olmaları gerekirken aksine kendilerinde bir bıkkınlık ve yorgunluk hissederler. Bu yorgunluk ve bezginliği onlara bulaştıranlar, kendilerini çepeçevre kuşatan insan ve cin şeytanlarıdır. Peki bunun çaresi yok mudur. Elbette ki vardır: Çaresi, Allah'la baş başa kalabilecekleri, ona yalvarabilecekleri, çaresizlik içinde ellerini ona uzatabilecekleri, onda sadece ondan yardım isteyebilecekleri, kanadı yaralı bir kuş gibi ona münacatta bulunabilecekleri uygun vakitler ayarlamalarıdır. Çünkü seni her türlü kötülükten ancak Allah kurtarabilir. "Allah'a sığınırım, zira benden kendisine itaat etmemi, isyan etmememi, emrettiği yerde bulunmamı, yasakladığı yerde bulunmamamı istemektedir. Fakat ben iradesi zayıf bir kulum. Nefsine mahkum olan biriyim. Sen ise tek sığınağım, tek kurtuluşumsun. Allah'ım beni nefsimin istek ve arzularından koru, onlara esir etme." Şeklinde dua etmeye devam et. Allah'ın senden istediği de budur. Zaten her birimizin kendimizi süslememiz gereken ubudiyetin, kulluğun manası da bu değil midir? Müslüman kişinin dua edebileceği güneşin doğumundan önce sabah namazı sonrası ya da seher vaktinde yirmi dört saat içinde belli bir vakti olduğunda o vakitte Allah'a yalvararak onunla birlikte olur. Tabii şükür de böyledir. Allah'la baş başa kaldığı anda önceden belirlenmiş olan dua ve kelimeleri tekrarlaması gerekmez. İhlasla, huşu ile aklına gelen kelimeleri ve duaları ederse yeterli olur. Allah'tan emr-i bil-maruf nehyi anilmünker yapmasını nasip etmesini ve İslam toplumunun oluşumunda kendisini de diğer arkadaşları gibi çabalayanlardan kılmasını istediğinde, Allah bunları ona nasip eder.

     Değerli kardeşlerim! Ben Allah'a yapması gereken gerçek kulluğu bırakarak sadece grup, parti ve mezhep peşinde koşan Müslümanlardan hoşlanmam. Sözünü ettiğim Müslüman çok aktiftir fakat belki de hayatında ayda bir defa olsun Allah'la baş başa kalarak ona yalvardığı, göz yaşı akıttığı vaki değildir. Gıdası dua olan Hz. Peygamberin hayatı nerede onun ki nerede?.. Beni şaşırtan ve sevindiren olaylardan biri de gayri Müslimlerden biri İslam'a girdiği zaman Allah'a kulluğu, ona duayı asla elden bırakmaz çünkü onun gıdası duadır. İslam'a girmeden önce sadece aktif biriyken şimdi Allah'a karşı huşu içinde olan ve aktivitesini onun için kullanan biridir. Artık onun hareketi duadan ve Allah'a tazarru ve yalvarıştan ibarettir. İslam'a giren bir İngiliz genç kız tanıyorum. İslam'a girer girmez asr-ı saadetteki İslam kadınları gibi Allah yoluna çağıran bir davetçi haline gelmiştir. Öyle ki neredeyse her gün iki genç kızın hidayetine vesile olmaya çalışmaktadır. Peki nasıl çalışmaktadır? Önce diyalog yoluyla daha sonra Allah'a onların hidayeti için dua ederek. Sözünü ettiğim bu kızcağız, annesini defalarca İslam'a davet etmesine rağmen onun çok tutucu biri olması nedeniyle bunda muvaffak olamamıştır. Allah da annesine öyle şiddetli bir hastalık vermiş ki sonuçta hastaneye kaldırılmak zorunda kalmıştır. Fakat kızcağız annesiyle olan ilişkiyi kesmemiş, odasında hasta bakıcılığını üstlenerek ona hizmet etmeye ve onu Allah yoluna çağırmaya devam etmiş, asla bezginlik göstermemiştir. Fakat annesi son nefesinde kızının bu çağrılarına kulak vererek davetin kabul etmiş, hazır olduğunu söylemiş, bunun üzerine kızı mutluluktan adeta uçmuş ve telefona koşarak Londra İslam Merkezini aramıştır. Kendisiyle konuşan Pakistanlıdan annesi öldükten sonra Müslüman olduğuna tanıklık yapabilecek iki şahit göndermesini rica etmiştir. Pakistanlı da gecenin o vaktinde orada kimsenin bulunmadığını ifade etmiştir. Kızcağız, o halde hemen kendisinin gelmesi gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Pakistanlı hemen hastaneye gelerek annesinin bulunduğu odaya girerek kızın annesinin kulaklarına eğilerek sürekli kelimei şehadet okuduğunu görmüş ve kendisi de annesinin diğer tarafına geçerek diğer kulağına eğilerek kelimei şehadeti okumaya başlamıştır. Birden anne gözlerini açarak İngilizce " Ey Allah'ın melekleri, merhaba" demiş ve arkasından kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etmiştir.

İşte bu olaydan alacağımız ders şudur:
Allah nasıl da hüzünlü gönülleri sevince boğuyor, nasıl da kırık kalpleri sarıyor. Allah nasıl da kalbi kırılmış olan bu genç kızın yanında yer almakta, asla onu yalnız bırakmamaktadır. O kızı Allah yoluna davet eden bir davetçi olmaya iten neden neydi?.. Onun bu konudaki sermayesi neydi. Onun benim ya da sizin gibi güçlü bir hitabeti yoktu. Onun tek sermayesi, Allah'a güvenmesi ve ona dayanmasıydı. Allah onun dualarını kabul ederek annesinin kelime-i şehadet getirerek İslam'a girmesini nasip ederek kızını sevindirdi. Yani Allah annesinin İslam'a girmesini kızının bu hali nedeniyle nasip etti.

Allah'tan, bize razı olduğu işleri nasip etmesini diliyor, hepinizi Allah'a emanet ediyorum. Son olarak kendime ve size Allah Resulu'nun da istediği gibi Allah yolunda yürümenizi tavsiye ediyorum.

mico_minik_by.gif (906 bytes)